SON DAKİKA
SON DEPREMLER

1945-1955 Yılları Arasında Malatya'da Yaşam

A- A+ PAYLAŞ

Esin Emin ÜSTÜN*

Malatya’ya Yeşilyurt’tan Eylül 1945’de taşınmıştık. 1955 yılında kentten ayrıldığıma göre demek ki aralıksız on yıl kalmıştım. Bu on yıllık süreçte orada yaşadığım güzel günler ve unutulmasını asla istemediğim anılarım var.

1950’li yılların başında Malatya’daki bazı kumaş mağazalarını hatırlıyorum. Yan yana sıralanmış mağazalar hükümet meydanının tam karşısında yer alıyordu. Tek kattan oluşan ve önden arkaya doğru oldukça geniş alanları olan bu mağazalardan bazıları Kıvırcık Vahap Beyin Mağazası, Efelerin Mağazası ve Kiğılı Mağazası’ydı. Alışveriş için gittiğimizde raflardan top top kumaşlar indirilir, tezgâhın üstüne açılarak beğenimize sunulurdu. Annemin, kendisi ve bizim için alacağı kumaşları seçmesi doğrusu ya bir hayli zaman alırdı...

Kumaş alışverişi tamamlandıktan sonra sıra terzi işine gelirdi. O yıllarda Malatya’da meşhur olan birkaç bayan terzisinden biriydi Firdevs Hanım. Kumaşları paketlettikten sonra onun İstasyon Caddesi’ndeki evinin yolunu tutardık.  Önce model beğenilir, ölçü verilir ve sonra terzi Firdevs Hanım defterine bakarak prova günümüzü saptardı. Tayyör ve mantolarımızı ise ismini hatırlayamadığım bir pasajın içinde atölyesi bulunan Sadettin Doğan dikerdi.  Eski resimlerimize baktığımızda,  Sadettin Beyin sanatını ve becerisini nasıl güzel sergilediğini görebiliyoruz. Aynı pasajın üst katında, ablamın lisede öğrenciyken bir yaz tatilinde devam ederek çok güzel makine işi nakışlar öğrendiği Singer Nakış Kursu Atölyesi bulunuyordu.

 Yeşilyurt’tan Malatya’ya neden gelmiştik? Haziran 1945’de İsmet Paşa İlkokulu’ndan mezun olan ablam ortaokula devam edecekti. Ancak, bulunduğumuz yerde ortaokul yoktu ve onun her gün otobüs ile şehre gidip gelmesi mümkün değildi. Çare, annemin ve babamın şehir merkezinde bir okula atanmaları ve bizim Malatya’ya taşınmamızdı. Babam, durumu vali Ahmet Kınık’a anlatarak tayin için yardım istedi. Annemin yeni açılan İnönü İlkokulu’na sınıf öğretmenliği, babamın Derme İlkokulu’na başöğretmen olarak atanma kararları çıktıktan kısa bir süre sonra Eylül başında Malatya’ya taşındık.

 Mücelli Caddesinden yukarı çıkarken solda yer alan Parlakların iki katlı evinin çatı katı ilk kiralık evimizdi. Çatı olduğu için soğuk olan ev ayrıca normal katlardan daha küçüktü. Eşyalarımızın bir kısmını ambalajlarından çıkaramamıştık. Kış ortasında yeni kiralık bir ev arayışına girildi ve bir süre sonra aynı cadde üzerinde Antepli Sokağı’na varmadan solda yer alan Akyurt ailesinin kiralık evine taşındık. İki katlı olan bu binanın her bir katında iki oda bulunuyordu ve caddeden eve iki yönlü 8-9 basamaklı taş bir merdivenle girilirdi. Akyurt ailesinin kendi evleri bu kiralık eve bitiştik ve üst katındaki pencerelerin önü cumbalı güzel bir binaydı. İki ev arasında küçük kilitli tahta bir kapı mevcuttu. Ancak biz eve taşındıktan kısa bir süre sonra ev sahiplerimiz bu ara kapıdaki kilidi kaldırarak bizim onlara, onların bize kolayca gidip gelmesine olanak sağladılar. Ailenin büyüğü Bayram Amca ve eşi Azzet Teyze görmüş geçirmiş saygın insanlardı.  Bir erkek (Malatya Belediyesi eski başkanlarından avukat Nurettin Akyurt), üç kız çocukları vardı. Kızlarının üçü de çok modern genç kızlardı. Bu üç abladan ortanca ve küçük olanı çarşıya gidecekleri zaman beni de yanlarına almak isterlerdi. O yıllarda Malatya’da yerli halktan genç bir kızın tek başına sokağa çıkması toplumda herhalde hoş karşılanmadığından yanında birinin olması gerekiyordu. Birlikte alışverişe gittiğimizde bazen Kışla Caddesi üzerindeki Akşit Kitapevi’ne uğrar Yıldız Dergisi’nin o ayki sayısını alırdık.  Ablaların her üçü de sinema konusunu ve sinema sanatçılarını çok iyi biliyorlardı. Greta Garbo, Vivian Leigh, çocuk yıldız Shirley Temple ve daha birçok yabancı artistten sık sık söz ettikleri için ben de bu yıldızların isimlerini öğrenmiştim. Arkadaşlarıma bu isimleri söyleyerek hava atmaya (!) kalkardım…

Tüm kullanım alanları tahta döşemeli olan bu evimizde yazın tahtakurusu nedeni ile uyumak bir meseleydi. Annem, adlarından da anlaşıldığı gibi bu yaratıkların tahta aralarında çoğaldığını söylerdi. Yazın yattığımız yer yatağında uyuyamadığım için kalkıp tahtakurusu topladığımı çok iyi hatırlıyorum. Evimize gelen bir dostumuz bu canlılardan korunmak için yatağın etrafına su kapları dizmemizi (!) önermişti.  Yatağın etrafını su ile ada gibi çeviremeyeceğimize göre bu uygulama da nafileydi; aradaki açıklıklardan giriyorlardı. O yıllarda parazitlere uygulanacak etkin ilaçlar olmadığından bunlarla birlikte yaşamak zorundaydık ve de yaşadık…

Yeşilyurt’tan Malatya’ya taşındığımız yıl ben ilkokul üçüncü sınıfa geçmiştim. Babamın başöğretmen olduğu trahomlu (bir tür mikrobik göz hastalığı olan) öğrencilerin devam ettiği Derme İlkokulu’na gidemeyeceğim için kaydım yeni açılmış olan İnönü İlkokulu’na yapıldı. Yepyeni, pırıl pırıl bir bina olan okuldaki sınıf öğretmenimiz Azmi Işıklı hocaydı. Dördüncü sınıfa geçtiğimizde, bulunduğumuz bina İnönü Kız Enstitüsü ve Akşam Kız Sanat Okulu olarak düzenlendiği için bizim okulu buradan çıkardılar. Bu defa kendimizi bakırcılar çarşısı içinden geçilerek gidilen eski bir binada bulduk. Barbaros İlkokulu isimli yeni okulumuzun çok dar bir bahçesi ve inip çıkarken ses çıkaran tahta merdivenleri vardı. Azmi Hoca o yıl da bizi okuttu, ancak beşinci sınıftaki öğretmenimiz Ali Ergönül’dü.

Mücelli Caddesi üzerindeki oturduğumuz evin tam karşısındaki ev annemin akrabası olan Dumanların eviydi.  İki kanatlı tahta kapıdan avlu ve bahçe birlikteliği olan bir alana giriliyordu. Her gidişimde Raif Dayı ile eşi Sıddım’ı (herkes Sıddım diyordu,  sanıyorum gerçek ismi Sıdıka’ydı) ellerinden hiç eksik etmedikleri sigaralarını keyifle tüttürürken görürdüm. İkisinin de evin köşk kısmında yer minderinden oluşan özel bir yerleri bulunuyordu.  İki kız, üç erkek olmak üzere beş çocukları vardı. Ortanca oğulları İbrahim Duman, o sıralar Malatya Dokuma Fabrikası’nda Personel Müdürü olarak görev yapıyordu. Yaz aylarında süslü tenteleri ve özel sürücüsü olan iki atın çektiği güzel bir faytonla görevine gidip geldiğini bizim evin penceresinden görürdüm. Demek ki o yıllarda kurumlardaki görevliler için ayarlanan ‘makam arabası’ buydu.  Beni de birgün gezdirmek için fabrikaya götürmüştü. İstasyon Caddesi’nden geçerken herkesin bu süslü özel faytona bakması çok hoşuma gitmişti. Çocukluk işte!. Ailenin en küçük erkek çocuğu Aziz Duman’ın Şehir Palas’ın alt katında Ziraat Bankası’na bitiştik bir ayakkabı mağazası vardı; Malatya’daki ilk şık ve güzel mağazalarından biriydi. İstanbul’dan getirttiği ayakkabılar şık olmasına şıktı, ancak biraz pahalıydı. Uzun yıllar bu işini sürdürdü. Büyük kızları Fahriye Duman, annemin yaşıtı idi ve o da Cumhuriyetimizin ilk öğretmenlerindendi; Fırat İlkokulu’nda görevliydi. Küçük kızları Muazzez Duman Malatya Lisesi’nde coğrafya öğretmeni olarak uzun bir süre görev yaptığı için o dönem öğrenci olan bir kuşağın kendisini hatırlayacaklarını sanıyorum.

Mücelli Caddesi üzerindeki bir diğer derli toplu ev Karaköylülerin eviydi. Liseden arkadaşım olan Orhan Karaköylü ile Ankara Tıp Fakültesi’nde de birlikte okumuştuk. Bu Caddeden Derme İlkokulu’na gidilen sokağın başındaki evde, lise ve fakültede beraber olduğum Zekiyeler (Dr. Zekiye Özyavuz) otururdu. Babasına Adıyamanlı Hacı derlerdi. Hacı Bey’in Kışla Caddesi üzerinde bir lokantası bulunuyordu. Mücelli Caddesi üzerinde Parlakların evinin tam karşısında yer alan cumbalı bir başka ev, Şahin Beylere aitti. Küçük kızları Aynur Şahin ile ortaokuldan arkadaş olduğumuz için birbirimize gider gelirdik.

Beşinci sınıfa geçtiğim yıl aynı cadde üzerinde soldaki ilk sokak olan Özbek Sokak’taki kendi evimize taşındık. Kiracı olmaktan artık kurtulmuştuk. Önde geniş bir avlusu, arkada içinde meyve ağaçları bulunan bahçesi vardı. Evin bina bölümü ise, birçok Malatya evinde olduğu gibi plansız ve kullanışsızdı.  Yerden biraz yüksek yapılmış olan avlu içindeki binada çok dar bir koridorla bölünmüş iki oda ve odaya bitişik bir mutfak yer alıyordu. Mutfaktan tabanı tahta olan küçük bir köşke geçiliyor ve bu köşkten de tahta merdivenlerle bir tek odadan oluşan ikinci kata çıkılıyordu. İkinci katın önünde ise oldukça büyük bir diğer köşk mevcuttu.

Evimizde banyo yoktu. Üst kattaki odada bulunan tahta sedirin altında kapaklı, içi çinko döşenmiş banyo yeri olarak kullanılan bir bölüm bulunuyordu. Odun ateşinde ya da maltızda ısıtılan sıcak su ve aşlama soğuk su kovalarla üst kata taşınıyordu. Böyle bir sistemle banyo yapmak oldukça zahmetli bir işti. Ancak hiç yakınmazdık bu durumdan.  Her şeyi kabullenmiştik, çünkü çoğunluğun o yıllardaki koşulları buydu.

Konu banyo olunca Malatya’nın “çarşı hamamı”ndan da söz etmeliyim. Bizim gittiğimiz hamam, Temellilerin evlerinin bulunduğu sokaktaki Yıldız Hamamı’ydı. Yazın neyse ama kışın ev banyosunu kullanmak mümkün olmadığından çarşı hamamına giderdik. Telaşlı ve sıkıntılı bir işti hamama gitmek. Soyunma-giyinme yerimizi ayarlamak için hamam bohçası bu işleri yapan bir kişiye verilerek biz gitmeden önce gönderiliyordu. Pazar gününün öğleden sonrası orada geçerdi. Kaynar su ile yıkayan ve adete kazırcasına kese yapan natır Emine Bacı,   bu konuda acımasızdı...  Hamamın içindeki çok sıcak olan nemli havadan bunalır, göbek taşında oturup samut ve soğanla yemek yiyenleri ise bir türlü anlayamazdım.  Kısa aralıklar dışında dört beş saat kalınan ve sürekli yıkanılan hamamda demek ki insanlar acıkıyorlardı... Serin olan giyinme yerine arada bir çıkıp nefes alırken biz de soğukluk olarak meyve yerdik. Banyodan çıktıktan sonra çarşı içinden geçerek eve gelmek ise bir başka sıkıntılı durumdu.

1957 yılında Ankara’da öğrenciyken yaz tatilinde Malatya’ya ancak eve bir banyo yapıldığı takdirde gidebileceğimi anneme iletmiştim. Doğrusu bu şantaj gibi şartlı bir istekti... Arzu edilen olmuş, mutfağın bir köşesi kapatılarak evimize banyo o yıl yapılabilmişti. Yaşananlar zor ve sıkıntılı da olsa şunu özlemle ifade ediyorum: “O günleri,  annem ve babamla birlikte olmak koşulu ile yeniden yaşamayı çok isterim!” Zaman zaman bir an elimi uzatsam sanki geçmişteki her günü yakalayacakmışım gibi geliyor!  Ancak, mümkün mü?

Evimizdeki sorun yalnız banyo sorunu değildi. Diğer önemli bir sıkıntılı durum da, yeni taşındığımızda tuvaletin arka bahçede olmasıydı.  Bahçede ışık olmadığı için gece tuvalete giderken fitilli basit bir gaz lambası olan “idare”yi yanımıza alırdık. Herhalde yakıtı idareli kullandığı için bu isim verilmişti. En ufak bir rüzgârda korumasız olan idarenin ışığı sönerdi... Bir süre sonra avlunun köşesine yeni bir tuvalet yapıldı. Ancak soğuk havalarda ve kar yağdığında sıcak odadan çıkıp tüm avluyu kat ederek tuvalete gitmek doğrusu ya hiç de kolay olmuyordu...

Kullanma suyunun bir kısmını ve içme suyunu başlangıçta sokağımızın bir köşesinde yer alan büyük emme basma tulumbalı demir çeşmeden kovalarla getiriyorduk. Mutfağa olmasa bile avluya çeşme suyunu evimize taşındıktan epeyce bir süre sonra bağlatabilmiştik. Bu dönemde bulaşıkları odun ateşinde oluşan külle ovarak yıkar, sonra harıktan sürekli akan temiz Derme Suyu’nda çalkalardık. Derme Suyu’nu bahçedeki ağaçları ve ektiğimiz sebzeleri sulamak için de kullanırdık. Önceleri su bol olduğundan bahçeyi gündüzleri sulayabiliyorduk.  Zamanla suyu kullananlar arttığı için bu işi gece yapar olduk. Yazın gece yarısından gün ağarıncaya kadar babamın kimsenin çevirmemesi için suyun geliş yerinde beklediğini ve benim de yanan idare lambasının ışığında kürekle gelen suya bütün gece yön verdiğimi unutmuyorum. İyi ki bir şeyleri başarmanın mutluluğunu o günlerde yaşayabilmişim.

Evlerde yemeklerin saklandığı tel dolaplar olurdu. Mutfak ya da kilerde bulunan tel dolaplardan başka yazın yemekleri sıcaktan korumak için “su damları”  kullanılırdı.  Harıktan akan suyun önüne bir engel konarak orada bekletilmesi sağlanır,  bu bölgenin etrafı ve üstü kerpiç duvarla kapatılarak adeta minyatür bir oda haline getirilirdi. O yıllarda zengin birkaç aile dışında kimsede buzdolabı yoktu.

Ekmek yapmada kullanılan tandır Malatya’da hemen hemen her evde bulunurdu. Bizim tandır da avlunun bir köşesindeki eyvanda yer alıyordu. Bu eyvanların üstü damdır ve bu damlar kurutulacak ya da güneşte olgunlaştırılacak her şey için kullanılırdı. Eyvan,  öllükle (bir çeşit yapışkan toprak) perdahlandığı için kendine özel bir rengi vardır. Börek açma, ekmek pişirme, erişte dökme dışında birçok iş bu eyvanda yapıldığı için evdeki odalar ve köşk temiz kalırdı. Tandırda ekmek pişirmek zahmetli bir iştir. Çalışmalar gece yarısından sonra başlar ve işlemler ertesi gün akşama kadar sürerdi. O gece annemizle birlikte biz de uyumaz ayakta olurduk. Önce bir tür büyük leğen olan teştlerde bu işi bilen kadınlar hamuru hazırlar, sonra temiz örtülerin içine alarak ayaklarıyla iyice yoğurur ve dinlenmeye bırakırdı. Hamur hazır olduğunda zaten sabah olmuştur. Tandırı, koca kütükleri kullanarak ekmeği pişirecek olan Meryem Bacı yakardı. Malatya’da çok ünlü olan ekmekçi Meryem Bacı’dan gün almak ise bir hayli zordu. Sabah gün ışığı ile beraber tandırdaki ateş uygun duruma gelmişse açma işine geçilirdi; ekmek açan kadınların sayısı iki ile üç arasında değişir, ikiden az olmazdı. Sürekli açılan ve bir yandan da pişirilen ekmekler kucak kucak taşınıp havadar bir yerde bulunan özel tahta sandıklara yerleştirilirdi. Ekmek pişirmenin sonunda sıra biliğe gelirdi. Bu bir tür yağlı çörekti ve hamurun içine çoğu kez kuyruk yağı ya da tereyağı katılırdı. Yoğun geçen günün belki de en eğlenceli ve özlenen yönü biliğin pişmesiydi. Tandırdan çıktığında mis gibi kokan bu sıcak yağlı çörekleri hemen orada peynirle yemenin tadına varırdık… Acaba şimdilerde Malatya’da evlerde tandır ekmeği yapılıyor mudur?

Okulların kapalı olduğu yaz aylarında çocukların günü sokakta başlar sokakta biterdi. Ara sıra geçen fayton ve at arabası onların oyunlarının kısa da olsa kesintiye uğramasına neden olurdu. Bu araçların geçişi onları öfkelendirirken,  sokağın başında gördükleri dondurmacının arabası ise onları mutlu etmeye yeterdi.  Oyuna kısa bir ara verilir ve para almak için açık olan kapılardan evlere dalınırdı. Kimi kaymaklı, kimi limonlu ya da karışık dondurma alır başlardı yalamaya. Külah da yendikten sonra oyuna kaldığı yerden devam edilir...

Tahta tekerlekli arabasının içinde buza yerleştirdiği dondurmasını büyük bir özenle külahlara koyan bu satıcıdan eğer annem evdeyse dondurma alamazdım. Yediğimde çoğu kez bademciklerimde problem yaratan dondurmayı engellemek için annemin kendince şöyle bir bahanesi vardı: “Dondurmacı daha önce tüberküloz geçirmişti ve dondurmasında mikrop olabilirdi.” Bana göre bu gerçek değildi, ancak biz konulan yasağa uymak zorundaydık. Yazın, eşeğine yüklediği sandık içinde kar satan satıcıları da hatırlıyorum. Bunu almamız da yasaklandığından, kalaylı pırıl pırıl kaplarını getirip kar alanlara imrenirdim. Evde yalnız olduğumuz birgün pekmezle yemek için sokaktan kar almış ve anneme söylememesi için kar-pekmezden ablama da verip onu böylece suça ortak etmiştim…

Malatya Lisesi’nde ortaokul ve liseye devam eden öğrencilerin şapka giymesi o yıllarda zorunluydu. Evden çıkarken taktığımız şapka okula girinceye kadar çıkarılamazdı. Hocalarımızın gözetimi altındaydık. Müdür yardımcısı olan beden eğitimi hocamız Celal Bey bu konuda oldukça katı kurallar uygular ve birkaç kez şapka takmadığını gördüğü bir öğrenciyi disiplin kuruluna vermekten çekinmezdi. Siyah saten kumaştan aynı model dikilen önlüklerimizin altına siyah fitilli kalın çoraplar giyerdik. İnce siyah çorap giyilmesi yasaktı. Babasının görevi nedeni ile Malatya’ya Ankara’dan gelen bir kız öğrenci orada giydiği ince siyah çoraplarını burada da giyince uyarı almıştı. Malatya Dokuma Fabrikası’nda görevli olan memurların ortaokul ve lisede öğrenci olan çocukları fabrikaya ait özel bir otobüsle gelir giderlerdi. Sarı- bej arası renkteki bu otobüs tam zamanında onları getirir, okulun bitiş saatinde kapıda hazır beklerdi. Yağmur, kar ve soğuktan etkilenmeden okula gidip geldikleri için onlara imrenirdik.

Malatya’da mevcut fabrikaların ve özellikle dokuma fabrikasının kentin ve toplumun sosyal yapısının gelişmesinde olumlu katkıları olduğunu söyleyebiliriz. Fabrika evleri dediğimiz bahçe içindeki evler tek katlı müstakil o yıllardaki en modern binalardı. Bazen arkadaşlarımıza gittiğimizde planlı yapılmış bugünün villa tipine benzeyen oturdukları ev çok hoşumuza giderdi. Dokuma Fabrikası’na ait havuzda önceleri yüzme yarışları yapılırken daha sonra havuzbaşı yazın yemekli özel gecelerin düzenlendiği, düğünlerin yapıldığı tercih edilen bir yer haline geldi. Fabrikanın lokali de o yıllarda sanıyorum kentte tek lokal konumunda olduğu için balolar,  yemekli toplantılar, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı balosu burada yapılırdı. 1946 yılındaki Çocuk Bayramı balosuna mavi saten kumaştan dikilen tuvaletimle katılıp  “Papatya Gibisin Beyaz ve İnce” tangosuyla dans ettiğimi unutmuyorum.

Malatya Mensucat Fabrikası yönetim kadrosunun öğlen yemeğini yediği lokale Sümer İlkokulu’nda başöğretmen olan babam da yemek için giderdi. Akşam eve geldiğinde babama lokalde yediği yemeği sormayı âdet haline getirmiştik. Birçoğu evimizde yapılamayan o değişik yemeklere çocukken sanıyorum özeniyorduk... Sümer İlkokulu’nda ekonomik durumu iyi olmayan öğrencileri babam her yıl araştırır, hazırladığı listeyi Fabrika müdürü ile görüşerek bu öğrencilerin Fabrika’dan öğlen yemeği yemesini sağlardı. Yıllar sonra kamuda önemli görevlere gelen bazı öğrencileri Ankara’da babamı ziyaret ettiklerinde, o yıllarda kendilerine sağlanan sıcak yemeği unutmadıklarını dile getirmişlerdi.

Ortaokul ve lisede kız-erkek birlikte eğitim görürdük. Kız öğrenciler sınıfta pencere yanında, öğretmen masasının önündeki sıralarda otururdu. O yıllarda çok düzeyli bir kız-erkek arkadaşlığı vardı.  Erkek arkadaşımızın çoğu kız arkadaşlarını kollar ve korurdu.  Ancak bazen sözle takılan, laf atan ve karşılık verildiği takdirde duygusal bir yakınlığa giren da az değildi. Beden eğitimi derslerinde bizi bayan öğretmen çalıştırırken, erkek öğrencileri de erkek beden eğitimi öğretmeni çalıştırırdı. Bu derste en sıkıntı yaratan hareket kasadan takla atmaktı. Bu hareketi yapmak bazılarımız için (buna ben de dahildim ) adeta bir kâbustu. Yapmayanın ya da yapamayanın notu düşük olurdu. İkinci bir kâbus da resim dersinde yaşanırdı. Resim öğretmenimiz Hayri Bey öğretmen masasının olduğu kürsüye bir iskemle çıkarır ve bu iskemlenin bütün hatları ile çok iyi işlenmesini ister, ders sonunda defterimize not verirdi. Resim becerisi olmayan yanmıştı... Sanki hepimiz birer ressam olacaktık. Acaba bu ders daha sevimli ve daha kolay hale getirilemez miydi?

Bizlerde iz bırakan, yaşamımızda çok önemli yerleri olan, ortaokul ve lisedeki birbirinden değerli öğretmenlerimizi de unutmak mümkün değil. Şu anda isimlerini hatırladığım Türkçe öğretmenimiz Melahat Sezener’i, tarih öğretmenlerimiz Mevlüt Oğuz ve Nail Alpar’ı, Fransızca öğretmenimiz Cemile Alpar’ı, kimya öğretmenimiz Bahattin Ersoy’u, edebiyat öğretmenimiz Mustafa Ateş’i,  matematik öğretmenimiz Nabi Beyi, coğrafya öğretmenimiz Saadet Hanımı, eşi olan okul müdürümüz Adil Beyi ve diğerlerini saygı ile anıyorum…

Bayram hazırlıkları,  provalar ortaokul ve lisede çok ciddiye alınır,  önemli bir mazeret dışında öğrenciler zorunlu olarak bayramlara katılırdı. Ortaokul ve lise öğrencilerinden oluşan izci takımı ise trompetçileri ile birlikte törende en önde yer alırdı. 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı için beden eğitimi öğretmenlerimizin gözetiminde yoğun bir prova uygulanırdı. O tarihte Malatya’da havalar bir hayli ısınmış olduğu için bir bayramda sıcak ve güneş altında uzun süre kalmaya bağlı olarak bazı öğrencilerde güneş çarpması olayı yaşanmıştı. Birkaç gün kol ve bacaklarımızdaki güneş yanıklarından dolayı bayağı hasta olurduk.

Kışla Caddesi’nden liseye çıkılırken sağda birbirine yakın iki şekerci dükkânı bulunuyordu. Bunlardan ilki Şekerci Ali Erkuş’un dükkânıydı. Küçük olan dükkâna girdiğinizde ilk karşılaştığınız, dizi dizi kavanozlardaki rengârenk akide şekerleriydi. Ali Beyin badem şekeri de ünlüydü. Kendisi güleç yüzlü bir insandı, gülünce ortaya çıkan altın dişlerini çok iyi hatırlıyorum. Biraz ilerideki büyük şekerci ise İstanbul Şekercisiydi. Dükkân İbrahim Efendiye aitti. İçerisi büyük olmasına büyüktü, ancak az ışık bulunduğu için hep loş olurdu.  İbrahim Efendi belki de işlerinin azlığından dükkânın kapısında otururdu çoğu kez. Ortaokulda her cumartesi günü bayrak töreninden sonra eve dönerken büyük paketteki Fındıklı Mabel Çikolatasından bir dilim almak için mutlaka ona uğrardım. İbrahim Efendi kapının önünde oturuyorsa ona doğru yöneldiğimi görünce şişman gövdesini yavaş yavaş kaldırır ve içeri girerdi. Vereceği çikolatayı bölmesi bile yavaş olurdu… Yirmi beş kuruşu öder ve biran önce eve gitmek için hızla dükkândan çıkardım. Herhalde her hafta sonu bir parça çikolata ile kendimi ödüllendiriyordum...

Malatya’da o yıllarda mevcut kışlık sinema birbirine yakın olan Şehir Sineması ve İstanbul Sineması’ydı. Biz daha çok İstanbul Sineması’nı tercih eder ve annemizin onayladığı bir grup kız arkadaşımızla birlikte cumartesi günü öğleden sonra oraya giderdik. Öğrenci matinesinde sinemanın üst katı bayanlara, alt kat ise erkeklere aitti. Bu ayırım nedeniyle olsa gerek film arasında ışıklar yanar yanmaz erkek çocuklar kızları görmek için sinema perdesinin önüne kadar gelir, bir dizi halinde sıralanır, üst katı seyre dalarlardı. Kızlar bir tür göz hapsindeydi (!) ve doğrusu bu oldukça komik bir durumdu… O yıllarda Ayhan Işık ve Gülistan Güzey’in birlikte oynadıkları filmlerden çok etkilenir, bazı sahnelerde kendimizi tutamaz ağlardık... Ayhan Işık’ın “Kanun Namına” filmini çok beğenmiş, Cahide Sonku’nun  “Yuvamı Yıkamazsın”, Sezer Sezin’in  “Vurun Kahpeye” filmlerinde yaşadığımız duygu yoğunluğunu ise uzun süre gecemize gündüzümüze taşımıştık... Sümerbank Dokuma fabrikasının da kendisine ait bir kışlık sineması vardı, ancak oraya çok sık gidemezdik.

Yazlık sinemalar, havaların ısınması ile birlikte kapılarını yaz sezonu için açardı. O yıllarda binalar az, çevre o kadar sessizmiş ki, İstasyon Caddesi’ne yakın olan sokakta yer alan bir yazlık sinemada film başlamadan önce çalınan ünlü sanatçıların söylediği Türk Sanat Müziği şarkıları Özbek Sokak’taki evimize kadar ulaşabiliyordu. Yaz gecelerinde çoğu kez üst kattaki köşke çıkar gecenin serin sessizliği içinde bu şarkıları dinlerdik. Meğerse ne küçük şeyler bizi mutlu etmeye yetiyormuş… Çok istediğimiz bir filmi eğer görmek istiyorsak, sinemayı sevmeyen babama epeyce dil dökmemiz gerekiyordu. Bir yaz, “Senede Bir Gün” ile başrollerini Perihan Altındağ Sözeri ve Münir Nurettin Selçuk’un paylaştığı “Sadullah Ağa” filmini görme şansını yakalamıştık…

Malatya’da düğünler de oldukça şenlikli geçerdi. Değerli arkadaşım Sayın Celal Yalvaç’ın ‘Mazideki Yaşam Malatya’ isimli güzel şiirinde söz ettiği Kemancı Arakil ile Defçi Kör Sıdı Bacıyı hatırlıyorum. Sıdı Bacı’nın sanıyorum doğuştan kalça çıkığı olduğu için topallayarak yürürdü. Her ikisi de bu tür toplantıların vazgeçilmez ikilisiydi. Düğünlere sık davet edilen annem giderken en şık kıyafetlerini giyer, takar takıştırırdı. İlkokuldayken birkaç düğüne kendisi ile birlikte ben de gitmiştim. Bir düğünde annemi oynamaya kaldırmışlardı. Çocuk aklım ve davranışımla her nedense annemin eteğini tutarak kalkmasını istememiştim... Ancak düğün sahipleri için düğünlerinde oynanması önem taşıdığından annem onları kırmamış ve oyuna kalkmıştı. Çalgıcılara atılan para, o sırada oynayan kişiye verilen önem ile bağlantılıydı.

Ekspres trenin Malatya’ya geldiği gün ve saatte gençlerin arkadaşları ile birlikle garda tur atıp etrafı seyretmeleri sanki bir âdet haline gelmişti. Yanlış hatırlamıyorsam Güney Ekspresi her salı günü rötarı yoksa saat 18.00’den önce gara gelirdi. Gençlerin bir boydan bir boya garı turlamaları bu saatten önce başlar, tren hareket ettikten sonra istasyondan ayrılırlardı. Galiba bu bir tür vakit geçirme ve seyirdi…  Malatya’da o yıllarda gençlerin arkadaşları ile birlikte dolaşacakları geniş caddelerin yanı sıra oturup sohbet edecekleri bir yerler de yoktu.

Malatya’da, doğduğum büyüdüğüm bu güzel kentte iyi ki iz bırakan doyumsuz günler yaşamışım. O yıllarda Malatya’nın bizlere sunduğu tüm cömertlikler, yaşattığı güzellikler ve bıraktığı anılar için bizim ona bir teşekkürümüz yeterli olabilir mi? Ve Malatya hiç unutulabilir mi?

* Prof. Dr. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı Emekli Öğretim Üyesi.

UYARI: Sitemizde çoğunlukla muhabir arkadaşlarımızın imzalarıyla ya da mensubu oldukları basın kuruluşları kaynak belirtilerek yayınlanan üstteki haber benzeri araştırmalar, haberler, röportajlar, maalesef “emek hırsızı” –özellikle de biri sürekli olmak üzere- sözde bazı internet yayıncıları tarafından, ya aynen ya da küçük bazı değişiklikler yapılarak, kendi özel araştırmaları ya da haberleriymiş gibi kendi yayın organlarında yayınlanabilmektedir. Haber kaynağıyla ya da araştırmasıyla, istihbaratıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan, sadece gerçek gazetecilerin ‘kamuoyunun bilgisine sunulmuş’ emeğinin üzerine ‘çöküp’, gazetecilik- habercilik yaptıklarını zanneden ve böylece kamuoyunu da aldatanların bulunduğuna bir kez daha dikkat çekerken, söz konusu unsurları da ‘gerçek gazetecilerin emeğini çalmamaları’ konusunda uyarıyoruz.
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız