SON DAKİKA
SON DEPREMLER

Asya Romanında Malatya

0
Güncellendi - 2015-12-28 00:03:18
Asya Romanında Malatya
A- A+ PAYLAŞ

Melih YILMAZ

“Yukardan bakılınca, alımlı ve görkemli bir oyuncak gibi duruyordu kent. Hani, kocaman elli bir yaramaz çocuğun, önce büyük bir sabırla düzgünce dizdiği, sonra sıkılıp, avuçlarıyla bir çırpıda toplayıp karıştırıverdiği tahta oyuncak evlerden kurulu bir oyuncak kent gibi.”

Bilindiği gibi Kemal Tahir, ülkemizin değişik cezaevlerinde yatmış, Malatya Cezaevi’nde yatarken de Malatya eksenli Namusçular ve Karılar Koğuşu romanlarını kaleme almıştı.

1934 yılında Adana’da dünyaya gelen, 2009’da İstanbul’da vefat eden,  roman, hikâye ve inceleme türünde kitapları bulunan Demirtaş Ceyhun da mekânı Malatya olan bir roman yazmıştır. 

Bu romanın adı Asya’dır.

1970 TRT roman ödülünü alan Asya romanı, Behçet Necatigil’in Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü’nde (Varlık Yayınları, İstanbul, 1989) tanıtılırken Malatya adı geçmez.  Bu kitapta verilen özet şöyledir: 

Romanın kahramanı olan Abuzer’in Şeyh Sait ayaklanmasında on yaşlarındadır. Babası Diyarbakır’da kalmış, annesi ve kardeşleriyle Adana’da Yüreğir’de bir ağanın yanında boğaz tokluğuna bir süre yaşamışlardır. Daha sonra İstanbul’a taşınmışlar, Abuzer Trakya’da askerliğini yaptıktan sonra evlenmiş ve Asya adında bir kızı olmuş, karısı bir süre sonra ölmüştür.  Abuzer, siyasi kimliği olan birisidir ve bu yüzden tutuklanır, sonrasında da sürgün cezasına çarptırılır. Bu sürgün cezasından ötürü Orta Anadolu şehrinde oturmaya mecbur tutulur.  “Şimdi bir tütün fabrikası da bulunan bu şehrin tepelerinden birinde kurduğu bir gecekonduda yetişkin kızı Asya ile tek başına yaşamaktadır, kocamıştır. Evin uzağındaki bir taburdan üç er (Mustafa çavuş, Antakyalı ve Kasım) yaşlı babaya yardım ederler.  Kasım teskereyi cebine koymuştur, artık koğuşta misafirdir. Roman daha çok, Abuzer’in kızına ve askerlere anlattığı Şeyh Sait ayaklanmasından bu dağ başına gelene kadarki çeşitli anılarıyla oluşur ve son üç dört günün olayları çerçevelenir.” Kasım ile Asya nişanlanırlar.  Abuzer’in dostları gecekondunun yanına başka gecekondu yapmaya girişirler. Tabur komutanı çevreyi gözetlerken hemen yanı başındaki gecekondu çalışmalarını görür ve valiliğe haber verir.  “Dokuz bölümlük romanın son iki bölümü, Baba Abuzer’in artık Asya’nın nişanlısı Kasım’la birlikte, kondularını yıkmaya gelecek kuvvetlere karşı, evde ellerinde silah, barınakları uğruna ölmeye, öldürmeye kararlı, gergin bekleyişi vurgular.” (a.g.e, s.34) 

Asya romanı 1970 yılında yayınlanmış ilk önce. Yani Malatya’nın yaklaşık kırk, elli yıl öncesidir anlatılanlar. 

Aşağıda alıntılar yaptığımız kitabın künyesi de şöyledir: Asya, Demirtaş Ceyhun, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul 2010. Bu kaynaktan Malatya ile ilgili yaptığımız alıntıları yorumsuz veriyoruz.

“Şose, kenti bir kuşak gibi saran kaysı bahçeleri bitince, birden yokuşa vuruyordu.” (s.7)

“Malatya hapishanesinde de hep kocaman kocaman koğuşlara tıkmışlardı. Taştan, betondan, koridor gibi ince uzun, kocaman. Harcını insan eli karmamış gibi. Taşın kumunu insan sırtı taşımamış gibi. Soğuk. Buz gibi. Ta tavanın hemen altına yapılmış, demir parmaklıklı, ufacık, mazgal deliği pencerelerden sızan ışık, baharda da, güz güneşi vuruyormuş gibi. Serin. Ürpertici. Nedense hep birbirine benzer hapishaneleri Anadolu’nun.

Avlunun ortasına bir adam kucaklayamaz bir direk dikmişler, iki yanından, tepesinden üçlü bir direk çıkmışlar, ucuna da bir otomobil cantı asmışlar. Kampana gibi. Kalın bir demir çubukla vururlardı gardiyanlar canta, avluya çıkma saatlerinde. “ (s. 19)

“Akşamüzeri, kış habercisi, sert bir rüzgâr çıkmış, üfürüp duruyordu. Beydağı’nın eteğinden çıkıp, evlerinin arasından beton kanal içinde şakıyaraktan akan Kernek Suyu’nun iki yanındaki bodur çınar ağaçları, Japon kavakları, akasyalar, rüzgâr üfürdükçe vurgun yemişçesine hışırtıyla karışıveriyorlardı birbirlerine. Arada bir, bir yaprak uçuyordu. Güz rengine bulanmış. El büyüklüğünde. İri damarlı. Rüzgârın önünde dolanıp duruyordu bir aşağı bir yukarı, sonra varıp, ya basamaklardan köpürerek dökülen suya düşüyor, akıp gidiyordu ya da asfaltın üzerinde sürükleniyor da sürükleniyordu… Kimi çitlerin arasına sıkışıyordu, kimi ara sokaklara dalıyordu, karanlıklara karışıp gidiyordu.

Havalar erken kararıyordu artık ve hava kararır kararmaz, sokaklar birden yalnızlaşıveriyordu.

Hapisten çıktığının kaçıncı günüydü bugün? Haftayı dönmüş müydü? Rasgele dolaşıyordu sokaklarda. Bir iş… İş… Nasıl olursa olsun… (…)

Havalar daha bir erken mi kararır gurbetçi için bilinmeyen kentlerde nedir? Daha er akşamdan, alacakaranlık falan olmadan, birden bastırıveriyordu gece ve karanlık, suların kabararak kararması gibi hörflüydü, ürkütücüydü. Yalnızlığını ta yüreğinin içinde duyuyordu.

Hapis bitmişti ya, daha iki yıl sürgünü vardı burada. Daha iki yıl boyunca, sabah akşam demeyip karakola varıp künye düşürecekti. 

Rasgele dolaşıyordu. Kenti bir boydan bir boya kat eden asfalt yolda bir aşağı bir yukarı gidip gidip geliyordu. Ara sokaklara dalıp çıkıyordu telaşla. Yollar, birbirine benziyor, evler birbirine benziyor. Yürüyordu babam yürüyordu, kafasını bir düşünceye dolayıp. Bir bakıyordu, gayrı evler seyrekleşmeye başlamış, geri dönüyordu hemen telaşla gene aynı yoldan. Kentin göbeğine vardı mı, bir bildiğine rastlamış gibi, oh…

Ne de çok berber var… Ne de çok terzi var.

Güz rüzgârı vurdukça, ısırgan otu dalamış gibi yanıveriyordu kulakları. Ellerini ceplerine sokmuş iyice, büzülmüş, büzülmüş, giysilerinin içinde küçük kalmış. Tortop olmuş. Hele bir gayret daha. Hükümet alanından geri çark ediyor, gündoğusuna verip yüzünü, iki büklüm yürüyordu. Berberler, terziler, kahveler. Tahta kepenkli aşçı dükkânları, işkembeciler. Dışı sıvasız, iskeletinin arası tuğla doldurulmuş, ağaç karkas binaların alt katlarındaki sonradan bozma hangar gibi dibi bucağı gözükmez biçimsiz dükkânlar. Orduevinin önüne varıyordu, askerliğini hatırlayıp topuğunun üzerinde soldan çark edip dönüyordu geriye. Ve iyi biliyordu, bilinmeyen kentlerin hörflü karanlığında adamın yolunu yitirmemesi için daha gündüzden iyi nişanlaması gerekir bazı noktaları.” (s. 29-30)

“Kocaman bir Gazi yontusu dikmişlerdi orduevinin önüne. Sırtına kalın bir palto giydirmişlerdi. Tam önünde de anadan üryan bir genç kızla bir delikanlı. Ne ki, hani Gazi Paşa bakmış bakmış da anadan üryan bu genç kızla genç oğlana, dayanamamış, kollarını açmış, kanat germiş üzerlerine. Altlarında da bir havuz. Işıl ışıl, ürpertici. Havuzun tam göbeğinde dururlar. Cıva buharlı lambalar, buz gibi yalar geçer Gazi Paşa’yı, anadan üryan milleti, ışıl ışıl kıpırdayıp duran suyu. Sabaha ayaza kesecekmiş gibi her şey. Güz rüzgârı vurur da vurur. Çınarların, Japon kavakların, akasyaların, atkestanelerinin kiremit rengine çalmış yaprakları gerilere doğru yerde gittikçe büyüyerekten, kıpırdar durur. Oynaşır. Hükümetin önünde alanın tam ortasında da İsmet Paşa’nın birkaç adam boyundaki devasa bir suretini oturtmuşlar. Altına da taştan yüksekçe bir taban yapmışlar ki… Yükseklerde ve yapayalnız.  Sıkı sıkı giyinmiş, kuşanmış. Bir iyice iliklemiş ceketinin düğmelerini ve diz kapaklarının bir karış altına kadar inen parmak kalınlığındaki paltosunun önünü, gayrı korkmadan soğuktan, şöyle rasgele aralayıvermiş. İki yana sebillullah sarkıtıvermiş kollarını. Ve korkusuz, kuşkusuz, tasasız, kaygusuz, meydan okurmuş gibi, gururlu, küçük dağları ben yarattım dermişçesine bozkırdan yana bakar durur. Önünden geçenlere aldırmaz da bozkırdan yana bakar durur.

Bilmediği bu kentte yolunu şaşırıp yitip gitmemek için, bir Gazi Paşa’yı nişanlıyordu, bir İsmet Paşa’yı.  Ta ki akşam iyice bastırıp, kepenklerin darabaların tekmili indi de, gayrı umut kalmadı mı, İsmet Paşa’nın önünden bir gölge gibi yılgın süzülüp geçiveriyor, istasyona taraf vuruyordu. İstasyona dönen yolun bir üstünden, bez fabrikasının yanından sağa dönüyor, demiryolunun yanı başındaki bir göz bir oda kerpiçten gecekondusuna varıyordu kimselere gözükmeden. Vardığı yer sanki başka bir dünya. Tenekeden, kerpiçten, molozdan, enkazdan yapılmış. Evler iç içe, sırt vermişler, yanlamışlar, destek olmuşlar birbirlerine. Kenef kokusu göğe sıvaşıvermiş. Gecesi gündüzü vardiyalara göre ayarlı. Gün doğup batıyor ya, kulağasma. Vardiya saatlerini kendiliğinden ezberleyivermişti daha ilk günden, nicedir günü kullanılmadığından kolayca ezberleyivermişti. (…)

Ve utancından yel gibi geçerdi oluklu çinkodan, gaz tenekesinden, sebze sandığından yapılmış çitlerin, evlerin arasındaki yaz kış çamurlu eğri büğrü yollardan, kapıdan bir gölge gibi süzülüp eve girer, hemen büzülürdü bir köşeye.” (s.31-32-33)   

Bir de yazarın gözünden geceleyin Malatya (Unutmayın 1970 ve öncesidir anlatılanlar):

“Beydağı’nın eteklerine serpilmiş, toptop olmuş bu kavruk Anadolu kentinin bir avuççuk ışığı, az ötede, ıpıl ıpıl göz kırpıp duruyordu. Kenti ikiye bölen ana yol üzerindeki cıva buharlı bol ışıklı lambalar, ipe dizilmiş ışıklı inci taneleri gibi art arda eklenerek uzayıp gidiyordu. İnci taneleri, sanki ay ışığını ok ok yansıtıyordu da, ondan parlıyordu. Yolun sağında solunda kargacık burgacık evler vardı. Işıkları, düzensiz rasgele serpilmiş ölü benekler gibiydi. Işıkların bittiği yerlerde bahçeler başlıyordu. Bahçeler, zehir yeşiline boyalı bir şal kuşak gibi çepeçevre sarıyordu kenti. Bahçelerin ötesi damdazlaktı. Kupkuruydu. Taşı toprağı çatlamış, kırılmış, unufak olmuş, kül rengi bozkırdı. Yaban otları, dikenler, arada bir yer öbek öbek koyu lekeler halinde görülüyordu. Yumşak eğmeçli tepeler, birbirlerinin eteklerini az az örterekten, koyulu açıklı, renk renk, göz alabildiğine uzayıp gidiyordu.  Tepelerin üzerine lacivert renkli bir ibrişim iplik gibi serilmiş, bir gözüken bir yiten, ayışığında yer yer bir akarsu gibi ışıldayan ipincecik asfalt yoldan, farlarını sağa sola döndüre döndüre kamyonlar geçiyordu, karanlıklarda uçuşan ateş böcekleri gibi. Kent, tepeden daha bir alımlı görünüyordu. Bu sonsuz boşluğun ortasında sanki yalnızlıktan, korkudan, birbirlerinin içine içine girmiş eski, harap ahşap evler, ayın bu sihirli aydınlığıyla birden kirlerinden paslarından arınmışlardı da, bir başka güzelliğe bürünüvermişlerdi. Yukardan bakılınca, alımlı ve görkemli bir oyuncak gibi duruyordu kent. Hani, kocaman elli bir yaramaz çocuğun, önce büyük bir sabırla düzgünce dizdiği, sonra sıkılıp, avuçlarıyla bir çırpıda toplayıp karıştırıverdiği tahta oyuncak evlerden kurulu bir oyuncak kent gibi. İlk bakışta göze batarcasına çarpan, uzun bacalı bir fabrika vardı. Fabrika, bu kargaşalığın ortasında sanki sonradan, usta bir el tarafından, evler yolunarak yerleştirilmişti. Ve sanki kente olan bu yabancılığını biliyordu da, onun için, küfür edermiş gibi, yüzüne tükürürmüş gibi, kusarmış gibi arada bir kara kara dumanlar çıkarıyordu. Sanki cümle evreni uyandırmak, ürkütmek istermiş gibi arada bir gümbürdeyiveriyordu. Her gümbürdeyişten sonra çıkan kara dumanlarla birlikte bir tütün kokusudur yayılıyordu ortalığa.” (s.132-133)

UYARI: Sitemizde çoğunlukla muhabir arkadaşlarımızın imzalarıyla ya da mensubu oldukları basın kuruluşları kaynak belirtilerek yayınlanan üstteki haber benzeri araştırmalar, haberler, röportajlar, maalesef “emek hırsızı” –özellikle de biri sürekli olmak üzere- sözde bazı internet yayıncıları tarafından, ya aynen ya da küçük bazı değişiklikler yapılarak, kendi özel araştırmaları ya da haberleriymiş gibi kendi yayın organlarında yayınlanabilmektedir. Haber kaynağıyla ya da araştırmasıyla, istihbaratıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan, sadece gerçek gazetecilerin ‘kamuoyunun bilgisine sunulmuş’ emeğinin üzerine ‘çöküp’, gazetecilik- habercilik yaptıklarını zanneden ve böylece kamuoyunu da aldatanların bulunduğuna bir kez daha dikkat çekerken, söz konusu unsurları da ‘gerçek gazetecilerin emeğini çalmamaları’ konusunda uyarıyoruz.
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız