SON DAKİKA
SON DEPREMLER
Bülent Korkmaz

Benim Eşeklerim

A- A+ PAYLAŞ

Benim Eşeklerim

Bülent Korkmaz/Ahırdan Bildiriyor

korkmazbulent@gmail.com

 

“Ey mübarek hayvan,

Ne bahıyısın yayvannn yayvannn”

(Datlıgilin Nafız’dan alıntı)

+++

 

Yazımıza konu olan yüce şahsiyet bilim âleminde Equus asinus diye tanınıyor. ‘Atgillerden, uzun kulaklı binek ve hizmet hayvanı’ olduğu biliniyor. Merkep ve Karakaçan diye de çağrılıyor.

 

Bildiğimiz, eşek işte!

 

Yeryüzünde insanoğluna onun kadar emek verip de, küçümsenmiş, azar işitmiş, hakarete uğramış, alay edilmiş, dalga geçilmiş, dövülmüş, sövülmüş, maddi ve manevi şahsiyeti tahkir ve tezyif edilmiş başka bir canlı yoktur.

 

Eşek sözcüğü değişmeceli  (mecaz) anlamda kullanıldığında ‘kaba, yeteneksiz, inatçı’ insanları anlatıyor. Üstünkörü birkaç sözlük karıştırıldığında; hayvanlar âleminde en çok eşekle ilgili deyim, atasözü ve birleşik fiile rastlanıyor. Hep küçümsenen bu zavallı varlık halk kültürünün ‘vurun abalıya’sı olduğundan, hakkında söylenen olumsuz ifadeler içeriyor.

 

Güzelim dünyamıza etmediği zulüm kalmamış insanoğlu insan “kötüyü” anlatacağı zaman, kendi eşsiz, engin, derin, ezeli, ebedi, edepsiz, sınır tanımaz “eşekliğinden” yararlanmayıp; bizim mübareği konu mankeni yapıyor.

 

Eşek hoşaftan ne anlar, eşek gibi, eşek derisi gibi, eşek kulağı kesilmekle küheylan olmaz, eşek cenneti, eşek inadı, eşek şakası bunlardan birkaçı.

 

Eşeği düğüne çağırmışlar “ya su lazımdır ya odun” demiş, eşeğe gücü yetmeyip semerini dövmek, eşek sudan gelinceye kadar dövmek, eşek kuyruğu gibi ne uzar ne kısalır gibi ortaya veya “yüzde 51 eşeğin aleyhine” söylenmiş laflar da var.

 

Eşeğe “doğrudan” kastı ve attığı kasti tepmelerle yetinmeyen insanoğlu, başka bir canlıyı alet ederek (katır) şu lafı söylüyor:

 

“Katıra, baban kim, diye sormuşlar; at dayım olur, demiş.”

 

Bu lafı ilk duyduğunda şaşakalan sanal yazarınız, her zaman öğrenci olma telaş ve gayretiyle sözlüğe sarılıp, bilinçaltında “nesebi gayri sahih” sandığı katır hayvanı için bilgi tazelemiş; Katır Beyin kısrak (dişi at) ile erkek eşeğin desti izdivacından ürediğini tespit ederek espriyi deşifre etmiştir.

 

Ne de olsa at asil hayvan… Bu âlemin lordu, kontu, baronu, ağası, beyi o. Akrabası at bir yana, sırtında taşıdığı insanda bile soyluluk oluyor da, Katır Cenapları niye bundan mahrum kalsın?

 

Uzun kulakları, kalın sırtıyla bin yıllarca insanın yükünü sabırla taşımış hayvan kime, hangi birimize kötülük etmiş de bu kadar aşağılıyor, yerin dibine batırıyoruz; anlamak gerçekten güç. Sadece biz değil, dünyanın başka halkları da eşeğe “itin işini” ediyor; hakkında tek sözcük olumlu laf etmiyor.

 

Anılarda Kalanlar

 

Sevgili Faik Demez abimle La Gazetta Dello Görüş’ün bulunduğu apartmanın merdivenlerinden inerken, babası ve kardeşiyle yanımızdan geçen bir çocuğun, park etmiş bir arabaya büyük bir hayranlıkla yaklaşıp kaportasını okşarken, “A! Ne güzel araba!” dediğini duyunca “teheyyy” dedik. “Eşek yazısı kaleme almanın zamanı gelmişte geçiyor bile”

 

Olasıdır ve doğaldır ki; bu sevimli kardeşimiz yaşamında eşeğe binmenin nasıl hoş duygu olduğunu bilmek bir yana, yaşamında hiç eşek görmemişti. Köylerde bile sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen eşeği, on-on beş yıl sonra ya hayvanat bahçelerinde veya belgesellerde görecekti.

 

Ama bizim ömrümüzün en güzel günlerinde eşek/eşekler yanı başımızda olmuştu. Onlarla, bundan sonra ne bizim ne başkaları için asla tekrarlanmayacak, anılar yaşamıştık. Bir gün elimiz değer de, bunları uzun uzadıya öyküleştiririz; şimdilik “sıpadan” bir anılar geçidi yapmaya/yaptırmaya çalışayım.

 

Kırkım çıktıktan hemen sonra, artık dedemin mi babaannemin mi (Kesinlikle babaannemdir. Çünkü Çırmıhtı topraklarının gördüğü en büyük centilmen âşık dedemdi. Tüm “erkekler” eşeğe binip karısını yürütürken, o tersini yapardı. Torunu olarak, “atam izindeyim” diyorum) kucağında, benim için o gün bu gündür “kutsal toprak” olarak kabul görmüş ve sonsuza kadar öyle kalacak Atmalı’ya eşeksırtında götürülmüşüm. O dakika kanım ısınan bu masum varlığı hep sevdim. Onun yanında olmayı, yükü ağır değilse binmeyi, fazla yapamasam da yemini-suyunu vermeyi mutluluk, şans saydım.

 

Her evin bir eşeği vardı. Gerekirse yükler birkaç parti halinde taşınırdı. Eşeğin yeterli olmadığı durumlarda, at arabası tutulurdu. Eşek beslemek, halka mahsus, kolay ve az masraflı bir işti. Atı beslemeye, barındırmaya herkesin gücü yetmezdi. O nedenle atlar, burjuva işi, ticari vasıtalardı.

 

Sonra tekerlekli ve motorlu şeytan icatlarının sayısı artmaya başladı. Gerçi önce de varlardı ama sayıları ciddiye alınmayacak kadar azdı.

 

Rivayet odur ki, Çırmıhtı’dan Beylerderesine giden ve Taftacık diye bilinen yerin yolundan günde bir defa kamyon geçermiş. Sonra nasıl olmuşsa o kamyonun sefer sayısı artmış, bir sabah, bir akşam geçmeye başlamış. İhtiyarın biri “Ooooo! Paris’i geçti” diyerek yaşadığı teknolojik sarsıntıyı ifade etmiş.

 

Bir şekilde para denkleştirip araç alanların çoğunun amacı, aracı kendi gereksinim ve zevkini ön planda tutmak değildi. Amaç, araçla para kazanmaktı. Bizim gibi aracı olmayanlar, karakaçanın istiap haddini aşan yükleri taşımak için “pikap” tutardı. Bazen yoldan geçen bir taksi veya minibüs müsaitse sizi eve atardı. İşte bu tür bir lojistik destek anında, tüm çocuklar minibüse binmek için can atarken, benim hüngür hüngür ağladığım, “eşekle geleceğim” diye tutturduğum bireysel tarihimin şanlı “inat” sayfaları arasındadır.

 

O muhterem ve muhteşem varlığın sırtında sallana sallana, dünyanın en lezzetli meyvelerini yetiştiren vadiyi seyre dalıp, günbatımında eve varmak dururken, tekerine raptiye batasıca minibüse binip, 2 dakika sonra evde olup ne yapacaktım?

 

Artı sırtında tıngır mıngır giderken, lafını edebilirdim. Her ne kadar eşek sözlüğü, “çooo…” (Haydi eşeğim, Forza eşeğim), “çüşşş…” (ağır ol inecek var) ve “çüjütttttt…” (aksanlı çüş) sözcüklerinden oluşan üç atımlık bir şey olsa da, iletişim vardı. Şanzımanı çürüyesice makeneyle ne konuşacaktım?

 

Kaldı ki yurdum insanı 300 sözcükle hayatını idame ediyordu; eşek ve adam arasında 297 sözcük farktan ne çıkardı?

 

Dikiz aynası kırılasıca arabaya konulacak benzinin temini için ülkeler birbirini yer, eşeğin sırtındaki kıl kadar savaş yaparken, bizimkinin temel gıdası ot, arpa ve burma (konserve ürün) için herhangi bir devletin sapan imalathanesi dahi kurduğu görülmüş değildi.

 

Tanıdığım adamlar gibi tanıdığım eşekler de türlü türlüydü.

 

Hasan Dedemin bir eşeği inanılmaz sakin ve uyumlu bir hayvandı. Hiçbir şeye itiraz etmez, sesini çıkarmazdı. 5 yaşında bir çocuk bile yularından tutup istediği yere götürebilirdi. Biraz okuma yazma öğrendikten sonra yeryüzünü yöneten kıymetli büyüklerimizin özlem duyduğu yurttaş tipinin bu karakterde bir şey olduğunu fark ettim. Lafa geldi mi başka şeyler söylerlerdi ama alayının ilan edilmemiş resmi ideolojisi buydu.

 

Yukarıda bahsi geçen eşeğimiz geçindikten sonra, ahıra istihdam edilen bir eşeğimiz sayesinde paranoyanın ne olduğunu öğrendik. Zavallı birçok şeyden korkardı. En komiği gölgesini gördüğünde yaşadığı travma idi. Gölgesi fark ettiği anda, kötü ruh görmüş Apaçi gibi olurdu. Sığınacak bir Manitusu olmadığından dedem ağzına gem vurmak zorunda kalmıştı.

 

Maalesef, insana hizmetten başka kusuru olmayan eşeklere eziyet edenler de olurdu. Dövenler, sövenler, sopayla dalanlar. Özel sebeplerden dolayı burada adını anmayacağım bir zatın eşeğe yaptığı kötülükler, belki bir gün tanık olduğum bu trajediyi ayrıntıyla yazma cesaretim olur, belleğimden silinmeyen en azap bozucu anılardan birisidir. Bu zat, bir üzüm bağı seferinden dönüşümüzde havadan sudan sebeplerle eşeğe kızıp hayvana etmediğini bırakmamıştı. Hayvanı eve gelene kadar dövdü, sövdü. Bununla yetinse? Hayvanın kulaklarını dahi ısırdı.

 

Sonra? Arası 1 hafta sürmedi o zavallı eşek öldü. Bence, yediği dayaklardan değil kahrından ölmüştü.

 

Anneannem (Cümle âlemin Zeynep Bibi’si) ve eşeğiyle 6-7 yaşlarında iken Barguzu’ya yaptığım seferi, geçen yıl yazdığım bir yazıda anlatmıştım (Arşive bakınız: Almanya Acı Soğan). Eşek, dolambaçlı yollardan geçilerek gidilen bahçenin yolunu gide-gele ezberlemiş; beni kapının önüne kadar getirmişti. Bu rehber eşeğin bende çok emeği vardır; hakkını ödeşemem. Gün oldu sırtında, gün oldu sandığında taşıdı beni. İzlediğim filmlerin ve okuduğum çizgi romanların etkisiyle olsa gerek; bir defasında kovboyculuk faaliyetlerime kendisini ortak etmeye kalkmıştım. Otlanma saatleri sırasında sırtına binip tarlada koşturma girişimlerimin hepsinde, 20 metre gitmeden, “bre gafil! Ben at mıyım? Burası Amerika mı? Hem benim mesai saatim değil” diyerek kaldırdı yere çarptı naçiz bedenimi.

 

Teşriki mesaide bulunduğum eşek hayvanları içerisinde en güçlüsü, en hızlısı, en verimlisi (rantabl) merhum büyük amcam Mahmut’un beyaz eşeğiydi. Ona “Mısır eşeği” diyorlardı; doğru mu bilmiyorum. Bildiğimiz eşeklerden biraz daha cüsseli, boylu bosluydu. Sırtında yüküyle yollara bana mısın demez; diğerlerine tur bindirirdi. Bu mümtaz şahsiyet tanıdığım tüm eşekler içinde ayrıca en ilginç olanıydı. “Eşşeg oğlu eşşeg” çok çapkındı. Ama bu çapkınlığı iş verimini zerre düşürmez, tam tersi zirve yaptırırdı. 500 metreden dişi bir unsur görsün, vitesi dörde alır, ayağını frenden çekmez, yaklaşana kadar kur anırmalarıyla serenat yapardı. Bereket yuları elimizdeydi de, günün aydınlığına halkımızın ar ve hayâ duygularının incinmesini engellerdik.

 

Kastecilik faaliyetlerim sırasında bir eşek vakasına tanık oldum ki, evlere şenlik. 1990lı yıllarda İsmet (Yalvaç) Beg’in idaresindeki Hürriyet Malatya Bürosunda çalışırken, dönemin Yeşilyurt Kaymakamı Halis Arslan’la o haberden bu habere koştururduk. Sayın Arslan, çalışkan, atılgan, bir şeyler yapmaya çalışan bir kaymakamdı.   Bir gece bekçiler eve geldi, “Kaymakam Bey yarın sizi bir yere götürmek istiyor” dediler. Tamam dedik, ertesi sabah kalkıp yola koyulduk. Kış-kıyamet, yollar buz. Tam hatırlamıyorum ama Görgü Köyü idi galiba. Gittik metruk bir ahır. İçeri girdik. 10 tane kadar eşek. Zavallıları kesmek için oraya getirmişler; birileri fark edip Jandarma’ya ihbar edince iş bozulmuş. Ben bir yandan fotoğrafları çekerken Halis Bey hayvanlarla ilgileniyor; onlara yem veriyor. Bir süre sonra Jandarma ekipleri geldi. Tutanak tuttular. Büroya döndüm, haberi geçtik, haber Hürriyet GAP ilavesinde manşetten bomba gibi patladı: “Yeşilyurt’ta Eşek Kesiyorlar”

 

Amanın uşah ben netmiştim? Olayın Çırmıhtı ile bir ilgisi yoktu. Zaten Çırmıhtı’nın bağlı köylerle hiçbir ticari-sosyal ilişkisi yoktu; öylesine bağlıydılar işte. İlçe merkezi sattığı güzel etle tanınır; insanlar Malatya’dan kalkıp et almaya gelirlerdi.  Melun şahsiyetler ilçeye bağlı köyün dışında bir ahırı kötü emelleri için kullanmak istemişlerdi. Biz haberi geçmiştik; başlık Adana büronun marifetiydi, öne çıkan köyün değil (ki köyle de ilgisi yoktu), ilçenin ismi olmuştu.

 

Sonra… Aylar geçti, kirazlar çiçek açtı, oldu, festivali düzenlendi. Dağıtılan bir ton plaket arasında bir tanesi de “hizmetlerinden dolayı” Köy Hizmetlerinde makine operatörü olarak çalışan Hüseyin Akel (Nüfustaki adı Fevzi. Geçen dönem İl Genel Meclisi üyeliği de yaptı) isimli bir işçiye düşmüştü. Kimse Hüseyin abinin ne hizmet yaptığını çözemedi; ama biz biliyorduk. Hüseyin Beg, yukarıdaki olayın geçtiği köyde kardan kapanan yolu açarken makinesinin ışığıyla kötü adamları korkutmuş, eşekleri kesilmekten, vatandaşı da etini yemekten kurtarmıştı.

 

Buzdolabının olmadığı, soğutmanın yaz ayları Beydağı’ndan getirilen karla yapıldığı günlerde eşeğiyle o dağları düz yol etmiş Cakko Dayı’yı unutmamak lazım. Hayal meyal hatırlıyorum “kar ha kar” diye bağırdığını. Kar fiyatını pahalı bulanlara “Beydağları geçit vermiyi. Golay mı bu işler?” dermiş. Cakko Dayı ve eşeği yine bir kar seferinden dönerken arıların saldırısına uğrayıp yaşamını yitirmişti.

 

Aramızda olmayan bu güzel varlıkları, kendi adıma, sevgiyle anıyor, haklarını helal etmelerini diliyorum. Elimdeki en güzel/en duygusal eşek anısını ise bir başka yazıda size aktarmak umuduyla, esen kalın diyorum.

 

Yazının Hediyesi

 

İş-güç ne zamandır ihmal ettik. Alın size 3 adet Öz Malatya öyküsü. İlk 2'sini bizzat yaşadık; daha bi datlı tamlı oldu.

 

1)

 

Biraz safça bir kardeşimiz yanıma geldi. Sinemaya gidip bir film izlemiş; ama filmi hiç beğenmemiş. “İnsanlar ne yapacaklarını şaşırmış Bülent Bey” dedi; “Böyle saçma film mi olur. Filmde aslanlar, eşekler konuşuyor. Hayvan hiç konuşur mu?” diye de ekledi. Anlaşılan, animasyonlu malum filmlerden birini izlemi; anlamamıştı. Bozuntuya vermedim; içimden “La Havle” yerine “ula Fontaine, La Fontaine?” çekerek değerlendirmeyi, daha sonra kullanılmak üzere, gülme keseciklerime depoladım.

 

2)

 

Sevgili Atilla Kölük hocam aradı. Gençlik ve Spor Müdürlüğü olarak birçok ülkeden gençleri davet etmişler; Malatya’yı gezdiriyorlar. Aslantepe ve Aşşağı Şeher ziyareti için destek istedi. Dilimiz döndüğünce çağalara bir şeyler anlatalım diye koşarak gittik. Geziye “Kommagene” adını vermişler. Yaptırdıkları tişörtlerin ön ve arka yüzüne Kommagene yazdırmış; arka tarafta Nemrut Dağı’ndan çekilmiş bir fotoğrafı koydurmuşlar.

 

Ertesi gün Fuzuli Caddesinde bir kasapçı tükanına uğradım. Orada bir zat, merak edip, “nedir bu Kommagene?” diye sordu. Ben de tam bir arkeolog-sanat tarihçisi-tüccar terzi ciddiyetiyle “Kommagene günümüzden 2 bin yıl kadar önce bugünkü Adıyaman-Urfa-Antepi kapsayan yörede hüküm sürmüş küçük bir prensliğin…” dememle adamın bomba sorusu olayı bitirdi:

 

“Bu tişörtü sana onlar mı (Kommageneliler) verdi?”

 

Kıymamı alıp bol samsahlı (sarmısaklı) birkaç lahmacun yaptırmak üzere ilerideki fırına gittim.

 

3)

 

Bir grup ehli keyf hemşehrimizin muhabbet ortamında, laf lafı açar.. Hayvanlar alemi, hele de bu eşeklerin durumu mevzu olur.. Eşek lehine epeyce laf edilir.. Muhabbet ortamının sakinlerinden biri de ekler, "Bu eşekler çok hisli hayvanlardır.. Sahibi öldüğü zaman en çok onlar ağlarmış.. Benim dedemin bir eşeği vardı, onda gördüm.. Dedem öldü, bu bi ağladı bi ağladı ki!"..

 

Hisli bir ortam oluşmuştur, bizimki devam eder, "Hem de çok akıllı hayvanlar aslında.. Mesela dedemin eşeği, Pütürge'den Malatya'ya bir yol bilirmiş, 15-20 dakkada Pütürge'den Malatya'ya gelirmiş.." O ana kadar huşu içerisinde dinlenen bu zata, biri dayanamamış, "Di yeri la.. O nassı iş? Aligopter (helikopter) mi bu? Yalanın da bu kadarı olmaz!.." demiş.

 

Bizimki çok bozulmuş buna.. Başka meselelere geçilmiş.. Demek yeri zamanı geldiğini düşünmüş ki, bizimki yeniden lafa girmiş, eşek meselesindeki refüze edilişine karşı.. "O yalan, bu yalan.. Peki böyükanamın (büyükanne) filanca muhteremi (isim de vererek) uçarken gördüğü de mi yalan?" diyerek gizemli metafizik hadiselere girizgah yapmaya çalışınca, ortamdan canını zor kurtarmış.. Bu olay gerçektir ve kahramanı 15 yıl önce İstanbul'a göçmüş bir hemşehrimizdir. (O ortamda bulunan merhum gazeteci ağabeyimiz Erhan Kırçuval'dan hikayeyi dinleyenden nakildir)

 

Fotoğraf: Arazi faaliyetlerimiz sırasında rastladığım bu eşek “azat edilmiş” bir hayvandır. Olası ki, sahibinin onunla işi bitmiştir, eşeği salmıştır çayıra, Mevla’sı kayıra.  “Azatlık” özgürlüğü anlatır. Ama evcil bir hayvan için serbest bırakılmak, açlık ve ölümdür. Bu, köleci toplumun veya kölelikten hiçbir farkı olmayan serfliğin ekonomik devrini tamamlayıp, kölelerin veya serflerin azat edildiği “özgürlük” durumuyla aynıdır. Elinde işçilik yapacak, makine kullanacak hiçbir yeteneği yoktur. Aç kalmaya mahkûmdur. Bu durumu tüm iktisat âleminin nazarı dikkatine şarz ederim.

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız

Bülent Korkmaz yazıları