SON DAKİKA
SON DEPREMLER
Bülent Korkmaz

Bir Kalkınma Modeli: ÇMM

A- A+ PAYLAŞ

deybayah@gmail.com

Bülent KORKMAZ/Yazdı da Bitti Maşallah

Yasal uyarı: Aşağıdaki satırlarda ortaya atılan görüşler, Almanya, İsveç, Norveç, İsviçre, Kanada, Yeni Zelanda benzeri geri kalmış ülkelere tavsiye niteliğinde kaleme alınmıştır. Karnı tok, sırtı pek, ununu eleyip torbalamış, eğitimde çağ üstüne çağ atlamış, her beldesinin lise laboratuarlarında bile CERN deneylerinin cirit attığı, ortalama yaşam süresi 98’in üzerine vurmuş, ekonomisi büyümekten bir hal olmuş başka ülke ve toplumların üzerine alınmaması gerekmektedir.

***

“…Bana sevinçli günlerin görüntülerini getiriyorsunuz. Bazı yüce gölgeler belirgin hale geliyor: Ayrıca ilk aşkın ve ilk dostluğun izleri de sanki eski ve kısmen unutulmuş bir masal gibi, gözümde canlanıyor. Hayatın sanki dehliz gibi olan kıvrımlı akışından dolayı sızlanışlar tekrarlanıyor ve güzel saatlerin mutlu hayalleriyle avunarak…” (Faust/Goethe)

***

Eksiklik midir bilmem, bizim evde televizyon pek açılmaz hatta bazı günler hiç açılmaz. İşte o günlerden birinde, akşam evimde otururken, sevgili dostlarımdan biri, Olcay Özşahin, telefonla arayıp NTV (Türkiye Türkçesinde Ne-Te-Ve, Amerika Türkçesinde En-Tivi diye okunuyor) kanalını açmamı istedi. Açtım, galiba Sayın Oğuz Haksever’in bir programı, enerji dostu teknolojiler üzerine konuşuluyor, konuşmacılardan biri, 43 yaşlarında, gözlüklü, saçının ön bölümünde kılsal eksilmeler baş göstermiş, alt yazıdaki isme göre ‘Dr. Cemil İnan’.

Kim bu Cemil İnan?

Arçelik’in (firmanın ismini de verdik, acayip reklam oldu şimdi) Ar-Ge Direktörü. Araştırma geliştirme işlerinde diğer firmalara fark atmış bu firmanın malum işlerinin başındaki kişi. Radikal Gazetesinde yer alan bir habere göre “Efsanevi Ar-Ge Direktörü”. Kariyerini biraz daha irdelerseniz 2 belki 3 A-4 kâğıdı uzunluğunda bilgi çıkacak.

E bize ne?

Boş verin hangi holdingin neyi olduğunu, bu bizim Cemil Abi, orası önemli. Yani ‘mahlenin uşağı’.

Övünmek gibi olsun, bizde bu mücevherlerden, pırlantalardan, elmaslardan, altınlardan çok…

2005 yaz ayı, Almanya’da Malatyaspor’la kamptayım. O dönem Malatyaspor forması giyen şimdinin Bursasporlusu Ömer Erdoğan’la sohbet ediyoruz. Ömer’in doğum yeri, Kassel imiş. Ben kendisine, Cumhur Başpınar isminde bir kardeşimin Kassel Üniversitesinde hoca olduğunu söylüyorum. Vakti zamanında Çırmıhtı Lisesini 16 yaşında bitirdiğini, 19 yaşında ise İstanbul Teknik Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümünü de pekiyi dereceyle tamamladığını, orada hocalık derken sonradan 1994 yılında Alamanya illerine geldiğini, geldiğinde Almanca bilmediğini, öğrendiğini, zamanla hocalığa kadar (SDP ve Hıristiyan Demokrat Parti’de tek bir tanıdığı olmamasına karşın) yükseldiğini filan anlatırken, Ömer şaşkın bir yüz ifadesiyle “bir Türk, buraya gelecek, sonradan hoca, nasıl olur” dercesine bakıyor.


O Cumhur ki, üniversiteyi bitirir bitirmez, Türkiye'nin değil dünyanın sayılı üniversitelerinden birini bir kenara koyup, çok sevdiği memleketi Malatya'ya koşmuş, İnönü Üniversitesinde çalışmak istemiş ve o dönem "bilim adamı değil, onlardan adam" lazım olduğundan yüzüne bakılmamıştır.

Bilmiyorlar ki “o mahle bi acayip mahle”.

Bir de Muharrem İnan gardaşımız var, Cemil abimizin bir küçüğü. En son gördüğümde doçent doktordu, 2 yıldır kendi dalında (ortopedi) memleket sınırları içerisinde verilen 2 ödülü birincilikle almışlığı var. Şu an Yeditepe Üniversitesinde çalışıyor.

Hepsi işini gerçekten çok iyi yapan, bulundukları ortam ve kurumda kalitelerini ortaya koymakta gecikmeyen, yaptıkları iş ne olursa olsun sadece ve sadece en iyisini yapan dostlarım bunlarla sınırlı değil.

Hakan Bilir adlı, canım-ciğerim-iki gözüm bir kardeşim var. Vakti zamanında doğru dürüst bir temel eğitim alma olanağı bulamamasına karşın iyi kötü bir üniversite bitirdi, öğretmen oldu ve şu an iddia edebilirim ki çalıştığı ilin, İstanbul, dalında en iyileri arasında. İnanmazsanız, yolunuz düştüğünde Kabataş Lisesine uğrar, talebelere sorarsınız.

1 adet Mustafa Özdurhan’ımız var. Jandarma Binbaşı. Mustafa’nın işini nasıl yaptığı konusunda yorum yapamayacağım, görev başında görme olanağım olmadı çünkü izin vermiyorlar. Askerliğin dışında bir okul okusa şu an en az profesördü. Ayrıca kıvrak zekâsı, yiğitliği, cömertliği hayatta beni en çok güldüren esprilerin sahibi oluşu, ilk gençlik yıllarımızda sofraya oturduğumuzda orta boy bir öküz başlı antilobu mideye indirecek kadar iştahı (mız) gibi özellikleriyle ne desem az Mustafa’ma…

Küçücük bir sokakta yetişip, bir şekilde okumakla, iş yapmakla kalmamış, yaptığı o işte başarılı olmuş birçok arkadaşımız daha var. Aslında ifade yanlış oldu: Aramızda okumakla kalmayıp işini doğru dürüst yapmayan neredeyse kimse yok. Şans meleğinin gülümsemediği dostlarımız bile sonradan ne yapıp edip işlerinin en iyisi olmayı başarmışlardır.

Örneğin Aziz Sağır kardeşim. Mesleği gardiyan. Bu işte fazla kariyer imkânı yok malum. Ama ne yapmış Azizim Aziz? Kendisini cümle organizasyon işlerinde geliştirmiş, âlemlerin CEO’su olmuş. Şöyle sazlı-sözlü, çiğ köfteli keyfe ihtiyaç mı doğdu? Yarım saatte milleti bulur, 2 adet cep telefonu ve 1 adet internet bağlantısıyla sağa sola talimatlar yağdırır, mekân ayarlar, sazlar çaldırır Çamlıca’nın bahçelerinde…

Hangi birinin meziyetlerini tek tek yazayım?

Cumhur’un kardeşleri, Onur ve Cesur, benim kardeşlerim Rıdvan ve Fatih, Olcay, İbrahim Özbek, Caner Tatlıcı, Cemal denen ne arar ne sorar ne sorulur hayırsız, o şimdi asker Şükrü, Ayhan İzci, her ne kadar coğrafi olarak dışımızda gözükseler de bağrımıza bastığımız gardaşlarımız Namık Uçkan, Tuncay Havlucu, Ünal İkiel, Münir Şad, Münir Engür, Kommagene Valisi Kenan Karabulut paşam...

Unuttuklarım vardır, yaşlılığıma verin!

Burada meziyetlerini tek tek saymak istemiyorum, her ne kadar ileride “bizim için” ve “ev küfleti arasında” kalmak kaydıyla bir “prestij kitabı” hazırlamayı tasarlasam da…

Çocukluğumdan beri birlikte olduğumuz, yaşama sevincini, tandır ekmeğini paylaştığımız, Deymen Suyunda (Derme Kanalı) ‘gölleç kardeşliği’ni yarattığımız, naylon top ve iskarpinle  ‘daş üstü’ maçlar oynadığımız, Atmalı Vadisinde şanlı tarihimize altın harflerle yazılan kamp organizasyonlarını gerçekleştirdiğimiz, yazın sıcağı, baharın serini bir yana dondurucu soğuk ve buz kaplı zeminde 8-10 arkadaş saatlerce birlikte yürüdüğümüz, bir metre karın içinde gece 12.30’ta kendi kırsalımıza ‘dellenme’ gezileri yaptığımız, mahlemizin tek ‘makenesi’ göksel sesli yüce insan Münir Engür Babamızın 1971 model Anadol teybinde (merhum arabanın plakası 44 DE 871 olup vatandaşlık numarasını bile ezberleyemeyen şahsımın ezbere bildiği tek plakadır) kaset dinlediğimiz canlarımın ne kadar iyi mühendis, ne kadar doktor, ne kadar iyi oto tamircisi olduğunu anlata anlata bitirememek gururumu okşasa da, hepsi vasat veya dar gelirli ailelerin bu çocukların, sıra dışı bir ilçenin sıradan bir lisesinden mezun olmasına karşın, bir dönem 3 adet Malatya birincisi çıkarıp üniversiteye girdiğini vesaire daha fazla irdelemek yersiz.

Kim olduklarına ve ne yaptıklarına değil, bu iyi-kötü anlaşıldı sanıyorum, nasıl böyle yaptıklarına üstünkörü baksak…

Bu çocukların hepsi alt başıyla üst başı arasındaki uzaklık 150 metre ya var ya yok küçük bir sokakta yetiştiler, daha doğrusu ‘mahle’ yani mahallede.

Kuzey-güney ekseninde her tarafından suların aktığı küçük ilçenin, payına kaynakların en küçüğü düşmüştü. Yelköprü’sünün altından akan küçük bir su kaynağının oluşturduğu dere mahallenin içinden geçiyordu ve mahalleye de ‘Çay Mahlesi’ denmişti. 1970lerin sonuna doğru açıktan akan çayın yarısı, 1980lerin sonunda ise diğer yarısı kapatılmıştı.

Çayın üzeri açıkken önce iki tarafına istinat duvarı yapılmıştı. Çayın hemen önünde merhum Recep Dayının hızar atölyesi vardı. Atölyenin önünde 24 saat 365 gün hazır ve nazır olan sırıklar, cesaretine güvenen akrobat ruhluların çayın bir ucundan diğer ucuna, istinat duvarları üzerine basarak, uçmasına yarıyordu. Bazen iş kazaları oluyor ve üst-baş ‘poha’ beleniyordu.

Yazın en sıcak aylarında bile, halen öyledir, geceleri küfür küfür esen Yelköprü’nün yeline göğüsler gerilerek bu kez Recep Dayının kerestelerinin üzerine oturuluyor, herkes bildiği bir şeyi anlatıyordu. Ya okunan bir kitaptan bahsediliyor, bir konu üzerinde bilgiye dayalı tartışmaya giriliyor, zekâ veya matematik bilgisi gerektiren sorular getiriliyor, izlenen güzel bir film anlatılıyor, yıldızlarla ilgili bilgi edinilip çaktırmadan uzay yolculuğu hayalleri (bakınız Cumhur+Hakan) kuruluyordu.

Aslında bu çocukların hiçbiri diğerine benzemiyordu. Tornadan çıkmış gibi değildiler yani. Hepsinin ilgi alanı, yetenekleri, düşünceleri, yaşam tarzları ve zevkleri farklıydı. Aynı evin içinde kardeşlerden bile birbirine benzeyen yoktu.  Ama hepsinin, yaşamlarının sonraki yıllarına da taşınan, ortak özellikleri vardı ki sayın seyirciler biz buna:

“Bir Kalkınma Modeli Olarak: ÇMM – Çay Mahlesi Modeli’

adını verdik, gitti.

Hepsi birbirinden merdane bu modelin elemanlarının ortak özellikleri şunlardı:

·         Sadece kendilerine, kendi emeklerine, alın terlerine güvendiler. Yetenek ve kapasitelerinin sınırlarını saptadılar. Bir hedef koydular, o hedefe ulaşmak için yılmadan, sabırla çalıştılar. Kolay yol diye bir saçmalığa inanmadılar. Yaptıklarının en iyisini yaptılar.

·         Kimsenin dedikodusunu etmediler, işlerine baktılar.

·         Kimsenin işine karışmadılar. Kimseyi işlerine karıştırmadılar. Kimseye, sonradan eşleri ve çocukları olacak insanlara bile, herhangi bir fikri zorlamadılar, böyle bir eylemi akıllarından bile geçirmediler.

·         Dürüst oldular. Yalan söylemediler. Harama el uzatmadılar. Hakları olmayan makam ve mevkilere tenezzül etmediler. Hatta makam ve mevki gibi dertleri olmadı. Hiçbir yetenekleri ve ahlakları olmadığı halde bir yerlere “getirilen” zavallılara tiksinme ve iğrenmeden daha çok acıyarak baktılar.

·         Ağzının içine bakacakları “ağabeyleri” ya da “ablaları” olmadı. Kimseye “abi” olmak gibi bir dertleri de. Ne kul oldular ne köle. Kendilerine ne kul aradılar ne köle. ‘Biat’ sözcüğü sadece TDK Büyük Sözlükte ve bulmacalarda karşılarına çıktı.

·         Hepsinin kendine göre siyasi ve felsefi düşünceleri oldu ama bağnazlık ve şiddet semtlerine uğramadı. Eleştirel bir bakış açısına sahip oldular, öğrendikleri ve bildikleri akıllarına yattığı an inandıklarını terk etmekte zerre kadar tereddüt etmediler.

·         Artı her biri olağanüstü zekice, özgün ve doğal espri yapabiliyorlar. Belki bu yüzdendir, bu garip Cem Yılmaz’ı bile komik bulamıyor!

Mahallemizin sadece okumuş değil okumamış asil unsurları da yukarıda özetlenen ilkelere uydular.

Örneğin, kerestecimiz Hüseyin Usta gece saat 10.10’da him komşumuz Sinan Abinin kapısını çaldı. Sinan Abi gündüzden kesilip doğranması için ustaya hammadde şeklinde odun vermişti. Elinden 1 adet mezura ve 2 adet numune kesilmiş odun bulunan Hüseyin “gomşu hangi boyda diyisen o boyda kesem” diyerek izahatta bulunurken, Sinan Abi şaşkın bir yüz ifadesiyle “hangi boyda olursa olsun, odun işte, fark etmez” deyince Usta tamamladı: “Olmaz, bazı müşteriler itiraz ediyi, zobaya sığmıyı diyiler” demiştir.

Örneğin, yakınlarda kaybettiğimiz ve o da mahlemizin asil ötesi bir unsuru olan kasteci Selahattin Gökatalay ağabeyimin dayısı+kayınpederi Nazim Dayı, şoförlük yaptığı yıllarda memleketimize inişin sağlandığı, dik, kar yağışının bol olduğu o güzel kış günlerinde Alp Disiplinine uygun Gedik Bayırında minibüsün fren tutmadığını fark etmiş ama sükûnetini kaybetmeyerek gayet sakin bir ses tonuyla yolculara şöyle demiştir: “Sayın yolcularımız şu an arabanın kontrolünü kaybetmiş bulunuyorum, hepiniz başınızın çaresine bakın”.

Bu mahlede hiç mi cahil yok derseniz, var:

O cahil benim…

Ama benim bile öyle büyük bir başarım var ki halen şaşıyorum nasıl yaptım diye!

Şudur:

Milli Eğitim sisteminin değerli katkılarıyla altı üstü 5 yıllık ilkokulun 1,5 yıllık döneminde derslere hiç öğretmen gelmemesine ve 11 öğretmenle bu süreci tamamlamış olmama karşın, hem okuyabiliyor hem yazabiliyorum.

Var mı ötesi?

Belirtilmesi elzem olan bir nokta var: Mahallemizle ilgili sadece kendi akranlarımın döneminden bahsettim. Bir bölümünü yaşlılıklarında tanıma onuruna ulaştığım, bir bölümünü hiç göremediğim, nice zeki-aykırı-farklı-güzel insanlarımız oldu/olmuş. Onlarının hepsinin, bizlerde asla ödeşemeyeceğimiz çok ama çok emekleri var. Merhumlar Hasan Dedeye, Mehmet Abiye (Efendi) ve Hâkim Tezcan’a selam olsun. Yakın kuşaktan Tekin Özşahin, Selahattin Gökatalay, merhum İhsan Engür, Sinan-Taner Erkan, Datlı gilden Nafız-Ali Osman ve adını unutmuş olabileceğim cümle abilerime de selam olsun.

 

Fotoğraflar: 
1) Mahallenin yukarıdan görünümü. Beton zeminin altı çay. Kapatıldığı için gözükmüyor. En arka plandaki evler sonradan yapıldı.
2) Mahallemizden özgün bir görünüm.
3) Mahallenin girişi.
4) Her fırsatta kendini araziye vuran heyetimizin 2006 yılı Garadaş Zirvesi çıkarması. Altı üstü 6 saatte sağlam bir yürüyüşle gidilip gelinen bu zirveyi Çırmıhtı'da yaşayanların yüzde 95'i görmemiştir. Soldan sağa, Cumhur, Olcay, Şükrü ve Caner. Objektifin ardındaki şahıs benim.

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız

Bülent Korkmaz yazıları