SON DAKİKA
SON DEPREMLER

Bir Zamanlar Malatya'nın Gezgin Satıcıları

A- A+ PAYLAŞ

Necati Güngör

ngungor@gazetevatan.com 

 

Eskiden Malatya’nın çarşılarında, sokaklarında dolaşarak bir şeyler satmaya çalışan birçok satıcı vardı. Bunların bir bölüğü mevsimlere göre ortaya çıkar, bir bölüğü de her mevsimde mahalle aralarında, çarşı pazarda ekmeklerini çıkarmaya uğraşırlardı. Ellili yıllar köyden kente göç yıllarıydı; dolayısıyla bu satıcıların birçoğu köylerden kente yolunu düşürmüş gizli işsizlerdi. Her mevsim bir şeyler satarak, kuyruğu dik tutmaya çabalar; bir zaman sonra da yaptığı işle ilgili bir dükkân sahibi olmayı hedeflerlerdi. Altmışlı yılların başlarında bunların bir bölümü Almanya’nın yolunu tuttu; bir bölümü gerçekten yeni iş hanlarında dükkân açıp esnaf sırasına geçtiler… Almanya’dan cebindeki marklarla dönenler apartmanlar yaptırdılar… Bir şerbetçi vardı mesela; Çırmıktı’nın bir köyünden… Yaz ayları boyunca durmadan dinlenmeden, “Buz gibi şeker şerbet!” sloganıyla – “it ayağı yemişçesine” – çarşılarda dört döner, bardağı on kuruştan şerbet satardı. Bir gün çekip Almanya’ya gitti; birkaç yıl ortalıkta görünmedi doğal olarak… Altmışlı yılların sonlarında onu gördüğümde    – ki, pek değişmemişti – Belediye’nin karşısındaki büyük bir marketin sahibi ya da ortağıydı.

 

Kimileri Malatya’nın geleneksel satıcılarıydı; kimileri döneme göre bir şeyler satıp kendine iş yaratan insanlardı. Mesela el arabasında kaset satarak gezenler, yetmişli yılların bir ürünüydü ve sanıyorum şimdilerde pabuçları dama atılmış durumda!

 

Malatya’da benim anımsadığım en eski gezgin satıcılarından biri, âmâ kınacı’ydı; omzundaki halı heybesinde kına, hamam kesesi bulunur, bunları satarak gelip geçerdi evimizin önünden… Zaman zaman at, ya da eşek sırtında geçerdi, zaman zaman da yaya olarak… Yaya geçtiği zamanlarda yanında küçük oğlu ona kılavuzluk ederdi. Bariton sesiyle ve belli bir makamla hep aynı sözleri yinelerdi: “Medine kınası ha! Hamam kesesi ha!” Uzun sakallı, cüppeli, takkeli bir adamcağızdı. Kınasına da, ipekli hamam keselerine de her an alıcı çıkmazdı; çünkü bunlar sıkça alınan şeyler değildi. Ama gereksinim duyulduğunda, malının kalitesine güvenilerek satın alındığını anımsıyorum. (Celal Yalvaç hatırlattı: Aynı kişi, bir camekân içinde iğne iplik de satıyordu ve adına Hâfız diyorlardı.)

 

En eski, en sık geçen satıcılardan biri höllükçüydü. Bunlar baba oğuldu ve çocuğu olan her ev onların müşterisiydi. Ayrıca kil de satardı höllükçü. Bir manga eşekle geçerlerdi sokağımızdan. Eşeklerin sırtlarında torbalar ve heybeler dolusunca höllük olurdu. Onların da tek sloganı vardı: “Öllük ha, öllük!” (Anadilimizde “h” harfi bulunmadığı için, eski Malatyalılar, “höllük” sözcüğünü, “öllük” diye telaffuz ederlerdi doğal olarak.)

Bir zaman sonra baba höllükçü ya yaşlandı, ya da öldü ki, yalnızca oğlu satar oldu.

 

Höllük,  şehrin dışında, Sancaktar Mezarlığı’nın ötesinde bir yerlerden, yanı başından büyük bir derenin aktığı tepeden çıkarılırdı. (Çocukluğumda bir kez hayal meyal gördüğümü anımsıyorum. At arabasıyla oradan geçip bir yerlere giderken.) Kil oluşumlu bir tepecik. Höllükçü, haftada bir iki gün gidip oradan kazıyor, ufalıyor elekten geçiriyor, sonra getirip satıyordu. Yanılmıyorsam höllüğün de irili ufaklı türleri vardı.  Kundak çocukları için ince türden höllük kullanılırdı.

 

Höllük neye yarardı? Şimdilerde eczanelerden, marketlerden alınan çocuk bezinin yerine kullanılırdı… Höllükçüden eli kuruşluk, bir liralık, en fazla iki buçuk liralık alınırdı. Bu miktarlar, belli kaplarla ölçülürdü. Bir haftalık, on günlük, iki haftalık… Höllük hemen kullanılmaz, önce bir sacda karıştıra karıştıra ısıtılır, nemi alınır, sonra soğutulur öyle kullanılırdı. Kundak bebeklerinin altına bağlanırdı ki, altı kirlenmesin. Höllük ıslanırsa çocuk ağlamaya başlar, anlaşılırdı ki altını değiştirmek gerek… Kirlenen höllük atılır, çocuğun altı silinir ya da yıkanır, kurulanır, yeniden höllük bağlanır… Böyle, altına höllük bağlanarak sayısız kuşaklar yetişmiştir Malatya’da.

 

Höllüğün kullanıldığı bir alan da, evlerin perdahlanmasıydı. Kerpiç evlerin iç duvarları kireçle badana yapılır, avluya bakan dış yüzleriyle, tabanları da perdahlanırdı. Odalarının tabanına tahta döşeme yaptıramayan yoksul hanelerde zemin, perdahla oturulur hale sokulurdu. Perdahın ana malzemesi höllük, yani kildi. Suda kolayca erir, bu eriyik bir bez parçasıyla sıvanırdı. Eyvanlar, sekiler, kilerler, bazen de oturma ve yatak odalarının tabanı perdahlanır, üzerine hasır, onun da üzerine halı ya da kilim konulurdu. Tabii bunlardan kurtulmak için tabanın ahşapla kaplanması daha yaygındı; çünkü kavak ağacı boldu Malatya’da.

 

Perdahın bir yararı da, tabandaki karınca deliklerini, böcek yuvalarını kapatmasıydı. Şimdilerde olsa olsa, bazı köy evlerinde hâlâ kullanılıyordur perdah.

 

Altmışlı yıllar boyunca da sokaklardan höllükçü geçerdi… Sonrasında ortadan kalktı. Bugünse anımsayan insan sayısı bile azaldı… Büyük kentlerde, apartman dairelerinde kedi kumu adıyla kullanılan şey, aslında höllükten başkası değil. Kediler üstüne tüneyip ihtiyacını görüyor…

 

Kil de önemli bir temizlik maddesiydi eskiden. Yalnızca Malatya’da mı? Hayır, sabunun bilinmediği zamanlarda, Osmanlı İstanbul’unda da yaygın olarak kullanılırdı kil. Edirne kili, ya da Halep kili en çok tercih edilendi. Özellikle saç baş temizliğinde… Kil sabundan ucuz olduğu için kullanılırdı Malatya’da ama, sabundan daha doğal bir temizlik malzemesi olduğu da kesin…  Hele bileşiminde deterjan bulunan şampuandan çok daha sağlıklı olduğundan kuşku yok. Bizim çocukluğumuzda, (ellili yıllar) sabun artık çok yaygındı ama, yaşlılar kili tercih ederdi hâlâ. Dediklerine göre saçı ipek gibi yumuşatırmış… Hamamda, başları kille sıvanmış halde bir süre durur, sonra yıkarlar, ardından şimşir tarakla tararlardı kadınlar saçlarını.

 

Kille yıkanan saçlarda kepeklenmenin olmadığını, yıllar sonra bir hekimden öğrenecektim. Aynı hekim, küllü suyla çamaşır yıkamanın deterjanla yıkamaktan daha sağlıklı olduğunu iddia ediyordu. (Son dönemlerde kanser vakaları neden bu kadar arttı diye merak edenlere duyurulur!)

 

Vahşi doğada yaşayan maymunların, ishale karşı kil yediklerini biliyor muydunuz? Bağırsaktan geçerken katılaşan kil, ishale yol açan zararlı bakterileri sıkıp  öldürüyor…

 

Malatya’da da, kil yiyen insanlara rastlardık bazen. Nasıl oluyor da hastalanmıyor diye şaşardık…

 

Malatya’nın değişmez satıcılarından biri de odunculardı. Bunlar genellikle dağ köylüleriydi sanırım. Eşeklerin, katırların sırtına yüklenmiş odunları bütün gün çarşıda dolaştırır, alıcı ararlardı. Sabahın köründe inerler şehre, Buğday Pazarı, Kasap Pazarı, Arabacılar Pazarı, Sebze Hali, Akpınar civarında, hayvanlarının yuları ellerinde, dolaşır dururlardı. Meşe odunu satanlar, malını paraya dönüştürmekte güçlük çekmez; çalı çırpı, dal budak yükleyip getirenlerse, alıcı bulmakta zorlanırlardı. Odun alıcıları en başta fırıncılardı; onlar özellikle közü olabilecek odunu tercih ederlerdi. Leblebi fırınları kokulu ardıç ağacını, yemek ve ekmek fırınları meşe ağacını… Öteki odunları, yıllık odun kömür alamayan yoksul kimseler sobada yakmak üzere alırdı ancak.

 

Zavallı katırlar, eşekler, cılız atlar, kimileyin sırtlarındaki yaralarla, odunlar satılınca dek yük altında oradan oraya sürüklenirdi. Odunlar satılınca, köylüler öncelikle paraya kıyıp, o, ipek gibi yumuşak ve dahi “mülezzez” çarşı ekmeğinden alır, bazen arasına helva da koydurur, karınlarını doyururlardı. Ardından berbere gidip saçlarını kırptırırlar, bir hana uğrayıp hayvanlarını nallatırlardı.

 

Eskiden olup da zamanla ortadan kalkan bir satıcı da karcı’ydı Malatya’da. Ne zaman ortadan kalktı? Buzdolabı kullanımı yaygınlaştıktan sonra. Yani altmışlı yıllarda… Kuşağımın çocukluğunda Malatya’nın içme suyu kışın ılık akar, yazın da soğurdu. Doğal olarak böyleydi bu. Bazı kimseler evlerinin önüne hayrat çeşmesi yaptırır, gece gündüz akardı o çeşmeler. Kış soğuklarında bu çeşmelerin çevresi buğu buğu tüterdi. Çünkü su toprağın derinliklerinden gelir, dışarıdaki soğuktan etkilenmez, ılıklığını korurdu. Kaynaktan dışarı çıktığında, ılık su buharlanırdı öyle. Yazın da aynı biçimde kendi derecesini koruduğu için, dışarının sıcağına göre soğuk kalırdı sular…

 

Ancak yaz aylarında öylesine sıcak yaşanırdı ki, musluklardan, çeşmelerden akan suyun soğuğu kesmezdi insanı… Temmuz, ağustos sıcağında sokaktan geçen karcı, adeta gökten inmiş gibi sevinçle karşılanırdı! Kış ayları boyunca içine gömüldüğümüz karla, yaz ortasında yeniden buluşmanın sevincini yaşardık! İnsanlar serinler, karcının cebi parayla dolardı ama, karın yükünü yine zavallı bir eşek çekerdi! İki yanına iki koca kar kümesi (tahtadan sandık içinde) yüklenmiş olarak, karın soğuğunu belki de ciğerlerinde duyarak sahibinin önü sıra yürümeye çalışırdı hayvancık… (İnsanlık tarihi boyunca sırtından geçindiğimiz hayvanların hakkını nasıl ödeyeceğiz, bilen var mı? Öbür dünya uzmanlarının bu soruya verebilecekleri bir yanıt bulunur mu acep? Bilemiyoruz.)

 

Karcı ekmek getirene ekmekle, para verene parayla satardı karını. Elindeki testereyle bir parça keser, uzatılan sahana ya da kâseye doldururdu. Beş kuruşluk, on kuruşluk, yirmi beş kuruşluk… Ne kadar isterseniz. Ölçü, karcının göz kararıydı yalnızca... Bu yaz sıcaklarında karcı nereden getirir diye merak eder, ya karcıya, ya da annemize sorardık; onlar da hep “Beydağı’ndan!” yanıtını verirlerdi.Zaten satarken de, “Beydağı’nın karı geldi!” diye bağırırdı karcı… Bazen de: “Vallah gökten yağmış bu kar!” diyerek mizah yapardı. Kuyuya ya da mağaraya doldurulan kar, orada katmerlenir yaza kadar kalırmış.

 

Karcıyla ilgili bir küçük not da Cumali Ünaldı’dan: “Karcının adı Cekko idi. Porgalıydı. Kar satarken çocuklar arkasına düşer; ‘Cekko, karın güzel mi?’ diye kızdırırlardı. Çok kızardı bu söze!  Sonra bir gün öldüğünü işittik: Karlık’a arı naklederken kovanlar devrilmiş. Paniğe uğrayan arılar Cekko’yu sokmuş! Bu sokmalar yüzünden ölmüş!...”

 

Sokak satıcılarından biri de, kırık leblebi’ciydi! Sırtlarında torbayla geçerlerdi ve eski giysiler, özellikle de eski ayakkabı (ğarik: Malatya dilinde, kullanılmaktan eskimiş ayakkabıya denilir; Türkçede böyle bir sözcük yok; Farsça bir sözcüğün Malatya ağzında bozulmuş biçimi olabilir. “Ğarik” atılmazdı, çünkü tavuk terbiyesinde işe yarardı;  bir eve dışarıdan bir tavuk getirildi mi, hayvan o eve alışıncaya dek ayağına bağlanırdı; böylece tavuk fazla uzağa gitmez, evini benimserdi. Kocasının dışarılarda zaman geçirdiğinden şikâyet eden hanımlara da, “ayağına ğarik bağla, bir daha gitmez!” diye takılırlardı.) karşılığında verirdi kırık leblebiyi. Küçük, ince belli çay bardaklarıyla ölçerdi satıcı kırık leblebiyi. Sakız leblebisinin kilosu iki, üç lira arasındaydı o zamanlar. Yüz gram leblebi almak için, neredeyse bir iki ekmek parası vermek gerekiyordu. İnsanımızın gözünde bir ekmek parası hiç de az para sayılmazdı. Bu nedenle her istediğinizde, büyükler elini cebine atıp da size eğlencelik almazlardı.  Onun yerine, kullanılmayan bir giysi ya da ayakkabı vermek daha uygun görünürdü sanki büyüklere.

 

Çocukluğumuzun sokak satıcılarından sülükçü’yü anmadan olmaz. Onunla ilgili bilgileri, “Eskiden Malatya’da Hastalıklar Nasıl Tedavi Edilirdi-I”  başlıklı yazımızda bulabilirsiniz.

 

Bahar aylarında, nisan ve mayıs gibi, Malatya’da doğa tepeden tırnağa yenilenir, çiçeklenir, güzelleşirdi… (Ola ki şimdi de öyledir, bilemiyorum. Bilemediğim için de, anılarımdaki Malatya ile avunuyorum böyle garip, böyle yedi yabancı!) Kırlarda mor menekşeler, sütlü menekşeler, koyungözüler, papatyalar, yaban gülleri açar, erik ağaçları, kayısı ağaçları, şeftali ağaçları tepeden tırnağa çiçekle donanırdı. İşte bu aylarda,  yakın köylerin çocukları çarşıda menekşe satarlardı. Uzun sürmez, belki bir iki hafta, hepsi o kadar… Bazı çocuklar pahacı olur, yirmi beş kuruş isterlerdi demetine. Kimse alıcı olmaz, öğlene doğru burnu kırılır, yirmi kuruşa ya da on beş kuruşa kadar indirirdi fiyatı… O zamanlar vazo nerde? Ya bir su bardağının içine, yahut kalaylı su tasına yerleştirerek göz zevkimizi tatmin ederdik menekşeyle.

 

Yaz gelince yine köylü çocukları, kırlardan söktükleri çiğdemleri satmaya gelirlerdi şehre. Heybeler, torbalar dolusu, demet demet çiğdemler getirirlerdi. Çiğdem çiçeğinin toprak altındaki yumrusu. Taze ve sütlü olurdu. Her demette sekiz on tane. Her bir çiğdemi soyuşunuzda, bitmesin istersiniz… Öylesine tadımlık bir şey. Demeti yirmi beş kuruştan az olmazdı. Bazı uyanık köylü çocukları elli kuruş isterlerdi de, para hesabı bilmeyen bu köylü çocuklarının istediği böyle bir para karşında ya öfkelenir, ya da gülüp geçerdi insanlar…

 

Yaz aylarında yine dağ köylülerinin getirdiği bir sebze vardı: Eşkın! Tadını anımsayanların, ağzı burulup sulanmaya başlar şimdi, biliyorum! Çocukluğumuzda bir de bilmece vardı eşkınla ilgili: “Dağdan gelir taştan gelir, başı püsküllü eniştem gelir…” Nerde, hangi koşullarda yetişir, nasıl derilir? Görmüşlüğüm yok. Çünkü Malatya’nın içinde tarımı yapılan bir bitki değildi bu. Bilmecede de söylendiği gibi dağlarda yetişen bir bitki olmalıydı ki, katırlarla kente gelen köylüler satardı. Kiloyla alınırdı. Kilosu elli kuruş, yetmiş beş kuruş… Yemeği de yapılırdı, etli. Ama herkes çiğ yemeye bayılırdı: Uzun şeritler halinde kabuğu soyulur, sulu, etli eşkın tuzlanır, kütür kütür yenilirdi. Ağızda ekşi, hafif acımsı bir tat bırakır. Tuz, onun ekşiliğini alırdı.

 

Yaz sonlarına doğru köylü çocuklarının sattığı bir şey daha vardı: Bostangüzeli… Bostangüzeli bostanlarda kendiliğinden yetişirdi. Kavun, karpuz tarlalarında… Bir tür kavundu, ama içi yenmez. Yalnızca kokar. Ama nasıl bir kokmak! Dağ taş hoş kokulara bulanır. Elinize alır, tıpkı gül ya da karanfil gibi, her saniye burnunuza götürürsünüz. Keskin, hoş, eskilerin deyimiyle latif, üste başa sinen bir kavun kokusu… Odaya koyarsınız oda kokuyla dolar. Dolaba koyarsınız dolap kokar… Yusyuvarlak, kahverengi sarı çizgili, minicik bir kavun. Elmadan daha küçük. Elde taşınırsa, bir gün dayanmaz, yumuşar, kokusunu yitirir. Serin bir köşeye koyarsanız üç gün buram buram kokar. Mevsimi de, kavun karpuz mevsimidir. Adı üstünde, bostangüzeli. Türkiye’nin başka yerlerinde var mıdır? Yoksa Malatya toprağında yetişen bir bitki mi? Bilemiyorum. Bitkibilimindeki adı nedir, o da belli değil.

 

Kadim zamanların bir satıcısı da, kenger sakızcıydı. Bunlar da yaz mevsiminde ortaya çıkarlardı. Kırlarda, yabanı olarak yetişen kenger otunun büyüme mevsiminde…  Kengeri bıçakla kanatır,  süt damlaları toprağa düşer, orada kururmuş… Öyle anlatırdı büyüklerimiz, öyle kalmış aklımda. Diyeceğim, böylesine doğal yollarla elde edilen bir sakızdı kenger. Plastiği andıran çiklet henüz bütün bakkallarda, marketlerde, attarlarda tezgâhları doldurmuyorken, insanlar bu doğal sakızı çiğniyordu! Kırmızı toprak üzerinde kuruyup  bükülmüş kenger sütü, ya uzun ipliklere geçirilir öyle satılırdı ya da suyla dolu kavanozların içinde… Kenger sakızcı, kâh çarşı pazarda, kâh sokaklarda dolaşırdı. En çok da çocuklar, genç kızlar alıcı olurdu. Ama “kendini bilen” kızlar bizzat sokağa çıkıp satıcıyla muhatap olmazlar da, yine annelerine ya da erkek kardeşlerine aldırtırlardı… Önce bir temiz yıkanır, üzerinin tozu, kiri temizlenirdi. Yine de, çiğnerken o toprak kokusunu damağınızda duyumsardınız. Kaç paraydı kenger sakızı? Tanesi yüz para, ya beş kuruş… Yirmi beş kuruşluk aldığınız zaman, o gün bütün aile sakız çiğneme zevkini tadardı!

 

Şimdilerde hâlâ kenger sakızcıya rastlanıyordur belki Malatya’da… Ama zavallı kengerin, rengârenk çeşitleriyle, cicili bicili ambalajlarda satılan, şekerli, kokulu, ağızda meyve tadı bırakan çikletle rekabet etme şansı artık yok! Çiklet, başlı başına bir sanayi kolu artık. Trilyonluk bütçeli reklam kampanyalarıyla, bütün kanallarda birden pompalanıyor topluma… Bu toprağın ürünü, köylü işi kenger sakızını kim arar, kim sorar!

 

 Sokak satıcılarının çoğunun hedef kitlesi çocuklardır. Bizim zamanımızda da böyleydi bu. Davin, yemişen, alıç, simit, dondurma, şamtatlı, tavuksütü, (İstanbul’da beze deniliyor ve en lüks pastanelerde bile hâlâ yapılıp satılıyor.) pandispanya, bici, kurabiye, ramazanlarda yağlı çörek, bonbon şekeri, tespih şekeri, kınalı halka şekeri, küncülü şeker, haşlanmış nohut, lahmacun… Hedef kitlesi çocuklar olunca, satış alanları da okul önleriydi elbet. Yeni Cami’nin yan kapısına bakan Fırat İlkokulu’nun önü paydos saatinde mahşer yerine dönerdi, satıcı çığırtıları, çocuk cıvıltıları yüzünden…

 

Bunlardan tavuksütü, kurabiye (üzeri dövülmüş fıstıkla bezeli), pandispanya, yaz aylarında satılırdı. Yetmişli yıllara gelindiğindeyse, yapanlar da satanlar da kalmadı.

 

Davin, yemişen, alıç, okulların açılış mevsiminde, yani sonbaharda kırsal yörelerden getirilirdi. Davini, çekirdeğini küçük bir boruyla üflemek üzere alırdı çocuk milleti. Yemişen, lezzetli bir meyveydi ki, bardağı beş kuruştan çokça alıcı bulurdu… Alacalı alıç çocukluğumuzun mayhoş yabani  meyvesiydi. Satıcılar tespih gibi iplere geçirir, bir sopaya asar, okul önündeki yerlerini alırlardı. Yıllar sonra Amerikalı bir tıp profesörünün  kitabında, alıcın, şeker hastalarına önerilen olağanüstü bir meyve olduğunu öğrenmek benim için şaşırtıcı olacaktı.

 

Yazları dondurma ve şerbet satan iki satıcıdan biri, kış gelince ince belli bardaklarla bol şekerli ve  kırmızı renkli tarçın satmaya başlar; ötekiyse Belediye Hamamı’nın önünde, buz tutmuş çeşmenin yanı başında, salep güğümüyle ortalığı şenlendirirdi! Salep de salepti hani! Süt halis koyun sütü, yağlı, kokulu! Maraş’tan alınmış salebi bol tarafından! Ve şekerli, ve sıcak, bir yudumu insanın çini ısıtır… Bardağı kulplu… Her yudumda  içiniz titrer, bitecek korkusuyla! Yirmi kuruş verip bir bardak daha içemezsiniz; o kadar bol para nerde o zamanlar… 

 

Malatya kışın soğuk olur, tükürseniz havada donardı tükürüğünüz! Eliniz ayağınız buz keserdi ayazlarda. İşte o mevsimde, üzeri parmak kalınlığında kaymak bağlayan, tarçınlı bir bardak salep ilaç gibi gelir, içinizi ısıtır, ağzınızı tatlandırır, tarçının rayihası damağınızdan silinmezdi bir vakit…

 

Kış mevsiminin en önemli motifi elbette, mangalını kaldırımlara kuran kestanecilerdi, evet! Yeni Cami’nin çevresinde, mağazaların önünde, Ziraat Bankası’nın yan tarafında, artık belediye zabıtaları nereyi uygun buldularsa… Kestaneci ortaya çıktı mı, Malatya’ya kış geldi demekti. Güzün o, keskin ayazlı günlerinde, sacdan yapılma sobalarını kurar, hem ateşin sıcağıyla, hem de para kazanmanın mutluluğuyla kımır kımır, kendi hallerinde devinirlerdi. Bir yandan elindeki maşayla, pişen, çatlayan, sıçrayan, kahkaha gibi patlayan kestaneleri çevirir, bir yandan da ayaklarının dibindeki çuvaldan aldıkları kestaneleri falçatayla çizip biriktirirlerdi. Bu kestaneciler arasında şişe dibi gözlük camlarıyla kısa boylu birinin silik soluk fotoğrafını kafamda canlandırabiliyorum şimdi. Bir başkası, sonraki yıllarda Malatyaspor’un resmi amigoluğunu üstlenecek olan Tavşan’dı! Gerçek adı neydi, onu bilen yoktu belki de. Ama yoksul bir ailesi olduğunu, Fırat İlkokulu’nda aynı sıralarda okuduğumuz kardeşi Bahattin’den dolayı biliyorum. Herkes onu Tavşan lakabıyla tanır, böyle seslenirlerdi; hatta kardeşi bile bu adla çağırırdı onu. Kestanecilerin de sloganları olurdu: “Kestane kebap, yemesi sevap!” Kilosu üç lira, yüz gramı otuz kuruş! Ne kadar pahalı gelirdi bize bu fiyat! Canı çekenler, ancak yüz gram alabilirdi çoğunlukla. Malatya’da kestane yetişmediğini bilirdik de, çocuk aklımızla, kestanecinin bunca kestaneyi nerden bulduğunu bir türlü çözemezdik. Ama soğuk günlerin başlangıcında dumanı tüten sac sobasıyla kestaneci ortaya çıktı mı, enikonu sevinir, mutlu olurduk!

 

Şerbetçiler içinde de, geleneksel meyan (yerel dildeki adıyla “biyam”) şerbetinin yeri ayrıydı. Sonradan öğrenecektim ki yalnızca Malatya’ya özgü değil, Güneydoğu illerinin çoğunda önemli bir içecek sayılırmış. Özellikle de Antep, Hatay illerinde… Alışkın olmayanlar pek lezzetli bulmasalar da,  bizler için o kupkuru yaz sıcaklarında karla soğutulmuş meyan şerbeti bir ferahlık kaynağıydı… Eski insanlar “şifadır, için” diye öğütlerler ama, bu bize bir anlam ifade etmezdi. Meyan kökünün eczacılıkta yeri olduğunu sonradan öğrenecektik.

 

Çocukluğumuzun Malatya’sında  bu şerbeti (ya da şurubu) yaparak geçinen bir aile vardı; çarşıda Bayram Ağa diye çağırırlardı. Bayram Ağa gün gelip dünyadan el ayak çekince, yerini oğlu aldı.

 

Meyan şerbetçi, kendine özgü biçimde, elindeki minyatür tası şakırdatarak, yahut çıngırağını çalarak, güğümüne bağlı boncukları, minik zilleri öttürerek çarşıda göründü mü, anlardınız ki yaz mevsimi gelip yerleşti!

 

Yaz ayları boyunca sebze meyve satıcıları çoğalır, kimileri mahalle aralarına dalar, kimileri çarşı pazar dolaşırdı. Altmışlı yıllarda, köyden kente göç edenlerin sayısı artınca, bu gezgin satıcılarda da bir artış oldu. Ancak çarşının esnafından sayılan aşina yüzler de vardı gezginler arasında. Hatta bazı manavlar, gün içinde tezgâhları boşalmayınca, satışı hızlandırmak için pazarlama yöntemini değiştirir, ikindi serinliği çıkar çıkmaz terazisini omzuna asıp, malı müşterinin ayağına götürme yoluna başvururlardı… Artık selesindeki ya “tahnebi” üzümüdür (tahın nebi, peygamber üzümü), ya çiçeği burnunda, bir hoş kokulu salatalıktır, ya mor patlıcan, ya da dalından o gün koparılmış ayşekadın… Selesi göbek hizasında zor zoruncak yürürken, bir yandan da malının reklamını yapardı bu manavlar… İçlerinden biri vardı ki sepya  fotoğrafı hâlâ gözleminin önündedir: Başında eskimiş kasketi, düğmeleri çözük yeleğiyle ağır ağır ilerler dükkânların önünden, bir satıcı şeytanlığıyla çarşı esnafının yüzlerini hızla tarayarak aralarındaki alıcıyı şıp diye yakalar ve o an selesini o dükkânın önüne indirirdi. Ağzında hep aynı sözlerle: “Hele şuna bir bak da, yine alma sen! Yabancı mısın? Para vermesen de olur. Kiminin parası kiminin duası demişler…” Böylece konuşma kapısını açar, biri olmazsa ötekine satmak üzere, mutlaka zincirli terazisine bir şeyler doldururdu. Kiloları, gramları da cebinde taşıdığı için pantolonu sürekli belinden kayar durumdaydı.

 

Mahallemizin en önemli sokak satıcılarından biri, Dondurmacı Kasım’dı. Sütü, salebi, pirinç unu, yani dondurmanın ana malzemesi yerli yerinde bir dondurma yapıyor olmalı ki, herkes severek alırdı onunkini. Ağzını yamultarak söylediği, “Dondurma, kaymak!” reklamını duyan çocuklar hemen seğirtirdi sokağa… Beş kuruşluk, on kuruşluk sivri külahlar gırla giderdi artık. Yirmi beş kuruşa çay bardağı, elli kuruşa komposto kâsesi doldurulurdu.

 

Kasım, yaz ayları boyunca ayağındaki keten lastik ayakkabıyla sokaklarda dondurma arabasını iteler; kış gelince de, sırtına kalın bir palto geçirir, soba tahtası satardı aynı çevrede… Onunla da yetinmez, ilkbaharda da yeşil soğan satardı… Kısacası, ekmeğini çıkarmak için didinip dururdu dört mevsim boyunca… Mutsuz, durumundan şikâyetçi biri değildi. Kazandığı üç beş lirayı öpüp başına koyan tipik Malatya insanıydı.

 

Bir de, kamış sepet içinde et satanlar vardı… Bunların bir bölümü damgalı, veteriner denetiminden geçmiş et satar; bir bölüğü de, Belediyeye harç ödememek için hayvanı kaçak olarak keserdi gözden ırak bir yerlerde… Hayatları bir kaçıp kovalamacaydı hep kaçakçı kesiminin. Belediye zabıtaları, kolcular, bunların ensesinde boza pişirirdi!  Yakalandıkları gün, iki gözü iki çeşme ağlayanları bilirim! Hayvanı borca almıştır, etini satıp borcunu ödeyecektir; ama malı yakalatınca borcuyla birlikte dımdızlak kalırdı ortada! Üstelik evinin günlük nafakası da gitmiş olurdu elden! Çoluk çocuk aç kalırlardı o gün!

 

Belediye ne yapardı, kaçak diye yakaladığı eti? Çocuk Esirgeme Kurumu’na gönderirdi. Vatandaşın sağlığını düşünerek satışını yasakladığı denetimsiz et, bu kez öksüz, yetim çocuklar için sakıncasız hale gelirdi! Yalnızca et değil, başka gıda maddeleri de gönderilirdi. Birinde, yuvadaki çocukların, “yakalanmış” bir tepsi şamtatlının getirilişini sevinç çığlıklarıyla kapıda karşılayışlarına tanık olmuştum!

 

Belediye’nin işi sıkı tutması sonucu, kaçak et kesimi zamanla azalmıştı. Ama hayatta başka iş tutma şansı olmayan birkaç kişi, sanıyorum sonuna kadar bunu sürdürmek durumunda kaldı.  Çoğunu, yaşam serüvenleriyle,  zayıflıkları ve erdemleriyle tanırdım.

 

İçlerinden birini, biraz daha yakından tanıdım. Bir ayağı aksardı. Bu nedenle kaçamazdı, hep risk altındaydı. Yine de yılmadan ekmeğini çıkarmaya uğraşırdı. Ak saçlı anasına, eşine, çocuklarına bakardı kazandığı parayla. Borcuna sadıktı. Hayvan satın aldığı köylülerin güvenini kazanmıştı… Zabıtalara yakalanmamak için  hep gözden uzak, kıyı köşe yerlerde etini satardı. Önemli bir para kazandığı da söylenemezdi. Çünkü canlı hayvan alıp da, kilosunu doğru tutturmak her zaman mümkün olmayabiliyordu.  Bir kiloluk yanlış hesap, önemli ölçüde zarar demekti!  Bu riskten kurtulmak için hemşerim, boyuna dana (“bıcik”) satın alırdı. Dananın eti hem daha çok olur, hem de ucuza satılırdı. Ayrıca körpe et olduğu için, kolay pişer…

 

Topal, on liralık bir kazanç elde etti mi, o gün keyfi gıcır demekti! Etleri satıp borcunu ödeyip, kazancını da “Allah bereket versin!” sözüyle cebine yerleştirdi mi, artık daha konuşkan, daha neşeli olurdu. Suratını asmaz, tam tersine, aynada yüzünü, ense tıraşını inceler, gerek görürse berbere gidip kendine çekidüzen verdirirdi. Gür, kıvırcık saçlarına ayrı bir özen gösterirdi… Akşam evine paça ya da ciğer götürür, o günkü kazançtan artakalan… Yanı sıra bir şişe de şarap!

 

Ertesi gün de mahmur gözlerle yine Hayvan Pazarı’nın yolunu tutardı erkenden… İçli adamdı. Gururluydu. Topallığından ötürü içinde beslediği olumsuz duyguları vardı, bilirim. Kendisine topal diyene düşman kesilirdi! Bir daha yüzüne bakmazdı o kimsenin… Övünmeyi, afili görünmeyi pek severdi hemşerim! Geçmiş yaşamıyla ilgili hikâyeler anlattığı zaman, onu bir büyük macera adamı, bir roman kahramanı, çok şeyler görmüş geçirmiş biri sanırdınız… Her gittiği yerde değişik bir soyadı kullandığını anlatırdı sözgelimi. Önüne büyük fırsatlar çıkmış, ama o bütün fırsatları elinin tersiyle itmiş, bu mütevazı yaşamı, zor koşulları bile isteye seçmiş izlenimine kapılırdınız…

 

Çocukluğumun Malatya’sında unutamadığım gezgin satıcılardan biri de kumbaracıydı... Alçıdan, sevimli hayvanlar ya da çeşitli boylarda bebekler yapar, onları rengârenk boyar, tekerlekli el arabasına doldurur, öyle dolaşırdı mahallelerde… Kimdi, kimin nesiydi, şimdi pek çıkaramıyorum; ama belli ki ekmeğinin peşine düşmüş beceri sahibi bir hemşerimizdi… Bir bayram yerine dönerdi sokağımız, o geçerken… Çocukların, ellerindeki parayı “hama hışa” (bu deyimdeki h harfleri, yumuşak g olarak okunur) vermesini istemeyen büyükler, hemen ona bir kumbara alır, küçük çaplı bir birikime yönlendirirlerdi. Çünkü o zamanlar henüz böylesine çılgın tüketim toplumu insanları değildik. Kim derdi ki, günün birinde bir Malatyalı çıkacak, bütün Türkiye’yi, elde avuçta nesi varsa harcaması için kışkırtacak! Böyle bir ekonomik sistemi tüm topuma bir deli gömleği gibi giydirecek!... Neyse, konumuz o değil… Kumbaracının arabasındaki hayvancıklara bakmaya doyamazdınız. Horoz, öttü ötecek gibi canlı dururdu. Güvercin nazlı nazlı süzülürdü. Kedi, kendinden emin havalarda, sanırsınız ki az önce faresini yiyip karnını doyurmuş! Başı yazmalı bebek, “salihat-ı nisvandan” bir köylü güzeliydi. Kartal, tepeden tepeden bakardı öyle çalımlı…

 

Annem, kumbara konusunda hiç para esirgemezdi, hakçası! Birlikte arabadakilerin hepsini tek tek gözden geçirir, nedense her seferinde ortak beğenimizle güvercinde karar kılardık. Pazarlıkla, elli kuruşluk kumbarayı kırka alır, evimizin el ulaşmaz bir köşesine koyardık. Öyle her istediğim zaman elime alıp oynayamazdım güvercinimle; kırılır kaygısıyla uzaktan uzaktan bakardım bu nazlı kuşa. Param olunca anneme verirdim, o benim için atardı içine. İçi tümüyle dolduğu zaman da, kırmaya kıyamaz, biblo gibi durduğu yerde dursun isterdik. O zamanlar enflasyon yoktu memleketimizde, para durduğu yerde küçülmezdi kendi kendine… Kumbara, gerçekten bir birikim aracıydı.

 

Mustafa Kuşçuoğlu ağabeyimiz, “Kör Hıdır” adında bir satıcıdan söz ediyor ki, ben onu hiç tanımadım. Boynuna asılı tabla içinde çiçek tohumları ve sabun satırmış. Özellikle, hüsnüyusuf çiçeğine “hösnüyusuf” demesini unutmuyor Kuşçuoğlu. Aynı zamanda sabun da satarmış bu kişi. Onun sabunu daha iyi köpürdüğü için, tercihen alınırmış.

 

Malatya’ya özgü,  “soğuk su sabunu” vardı çocukluğumuzda. Rengi sarı, kalıbı daha küçüktü. Fiyatı da ucuzdu. Ama soğuk suyla el yıkarken, öteki sabunlara göre daha hızlı köpürürdü. Belki Malatya’da üretiliyordu, belki Nizip’ten getirtiliyordu. Ancak, Malatya dışında hiçbir yerde rastlamadım. Sanıyorum, Kör Hıdır’ın sattığı sabun o türdendi.

 

Kör satıcı denilince, piyango biletçilerini unutmak ne mümkün! Bunlar gezici piyango bayileriydi. Biri yaşlıydı; Mardin şivesiyle konuşur, keyiflendiği zamanlarda gevrek bir ses tonuyla (ayın’ı çatlatarak) gülerdi. İlk zamanlarda onu elinden tutup çarşıda gezdiren küçük bir torunu vardı. Sonra torununu bir aşçının yanına yamak verdi. Kendi bastonuyla yerlere dikkatlice vurarak dolaşmaya başladı. Biletler, boynundan zincirle asılı teneke bir kutu içindeydi. Ne bileti verirken, ne de para alırken bir yanlış hesap yapardı! O nasıl bir âmâlık ise… Yetmişli yıllara kadar Malatya çarşılarında, otobüs duraklarında rastlardım ona.

 

Öteki biletçi de, âmâ idi, ama daha gençti. Elinde bastonuyla, ciddi bir havası vardı. Şakalaşmalara karşılık verir, ama, ciddiyeti de elden bırakmazdı. Çekilen bileti, hassas parmaklarıyla iyice yoklar, sonra teslim ederdi. Yanlışlıkla çift bilet gitmesin diye! O da, öteki âmâ biletçi gibi para hesabını iyi bilirdi. İki buçukluk, beşlik, onluk, hiç sektirmezdi! (Yirmilik banknot henüz çıkmamıştı, evet.) Daha çok da Edison elektik mağazasının civarında bulunurdu.

 

Eski günlerdeki çarşı dekorunun vazgeçilmez iki öğesiydi onlar.

 

Yeni Cami civarında da ayakçılar hiç eksik olmazdı. Cami civarı gölgelidir,  caminin suyu boldur, gelip geçen insanları eksik olmaz… Darendeli esansçılar, on kuruşa dünyayı gösterdiğini iddia edip çocukları ağlarına düşüren sözde sinemacılar, cami duvarının üstünde dini yayınlar satan kitapçılar, yaz günlerinde ortaya çıkan dondurmacılar, gazozcular, bici denilen bir tür su muhallebisi satıcıları, şans talih çekilişi yapanlar…

 

Bir dönem de, Yeni Cami’nin önünde attar kulübeleri vardı; ayna tarak, iğne iplik, çakı, tırnak makası, el feneri, oyuncak, vb şeyler satarlardı. Daha sonra Belediye bu barakavari dükkânları kaldırdı, Caminin önünde bir sıra fayton gelip yerleşti. Attarlar da gidip, yeni yapılan iş hanlarına  yerleştiler.

 

Her satıcının, her meslek adamının bir hikâyesi  vardı elbet. Sokaklarda, çarşılarda gezinip dururken, herkes kendi dramını gölgesi gibi ardı sıra sürüklerdi. Malatya küçük yerdi o zamanlar: Herkes herkesi tanır, birbirinin hikâyesine tanıklık ederdi. Herkes birbiriyle ortak anılar biriktirirdi dağarcığında…  Kentimizin sade yaşamına renk katan satıcılar da o ortak anıların bir parçasıydı işte. Geçip giden günleri andıkça, onlar, “biz de buradayız!” diyerek anımsatacaklardı kendilerini.

UYARI: Sitemizde çoğunlukla muhabir arkadaşlarımızın imzalarıyla ya da mensubu oldukları basın kuruluşları kaynak belirtilerek yayınlanan üstteki haber benzeri araştırmalar, haberler, röportajlar, maalesef “emek hırsızı” –özellikle de biri sürekli olmak üzere- sözde bazı internet yayıncıları tarafından, ya aynen ya da küçük bazı değişiklikler yapılarak, kendi özel araştırmaları ya da haberleriymiş gibi kendi yayın organlarında yayınlanabilmektedir. Haber kaynağıyla ya da araştırmasıyla, istihbaratıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan, sadece gerçek gazetecilerin ‘kamuoyunun bilgisine sunulmuş’ emeğinin üzerine ‘çöküp’, gazetecilik- habercilik yaptıklarını zanneden ve böylece kamuoyunu da aldatanların bulunduğuna bir kez daha dikkat çekerken, söz konusu unsurları da ‘gerçek gazetecilerin emeğini çalmamaları’ konusunda uyarıyoruz.
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız