SON DAKİKA
SON DEPREMLER

Bir Zeki Tolunay Vardı

A- A+ PAYLAŞ

Necati Güngör

gungornecati@yahoo.com

 

“Sabahattin Ali ve Malatya” başlıklı yazım dolayısıyla bazı ilginç bilgilerle birlikte, bir de üzücü haber aldım. Önce, -en azından benim için- ilginç olan haber…

 

Geçen yazımda Sabahattin Ali’nin kız kardeşi Süheyla Conkman ile eşinin, Malatya’ya altmışlı yılların ikinci yarısında  geldiklerini yazmıştım. Bu yanlış değil, ama oldukça eksik bir bilgiymiş meğer. Şimdi öğreniyorum ki, Sabahattin Ali’nin kız kardeşi, 1940’lı yıllarda Malatya Mensucat Fabrikası’nda memur olarak çalışıyormuş. Sonradan eşi olacak kişi de, yine o yıllarda bu fabrikanın muhasebe elemanlarındanmış. Çift, birbirini Malatya’da tanımış ve evlenmeye karar vermişler.

 

Sabahattin Ali’nin küçük kardeşi Fikret Bey de, o sıralarda, Elazığ Maden’de, elektrik teknisyeni göreviyle bulunuyor. Süheyla Hanımefendi, Maden’den kalkıp Malatya’ya geliyor: Malatya Buğday Pazarı’nda, çift merdivenli bir otelde (belki Akçadağ Oteli, bilemiyoruz) kalıyor. Oradan Mensucat’a gidip iş için başvuruyor. Mensucat Fabrikası’nda, Sabahattin Ali’nin bir öğrencisi, oranın önemli müdürlerinden biri… Süheyla Hanım’ın başvurusu kabul edilerek işe alınıyor.

 

Dönemin çağdaş giyimli bu genç ve alımlı kızı, tabii ki yörede, birçok delikanlının ilgisini çekiyor. Bu delikanlıların başında da, o yıllarda sokakta maiyetiyle dolaşan bir ağa oğlu var: Kim mi? Sıkı durun: Hamit Fendoğlu!

 

Genç Hamit Fendoğlu, Süheyla Hanım’la ilgileniyor, onu sokakta izliyor, evlenmek için haber gönderiyor; ama, delikanlılığın raconunu da çiğnemiyor. Bir gün bakıyor ki, genç kızın yanında başka biri var. O zaman, zorla güzellik olamayacağı kuralınca, aradan çekiliyor.

 

Süheyla Hanım’la muhasebe elemanı olan arkadaşı Malatya’da evlenip, fabrikanın verdiği lojmana yerleşiyorlar. İlk çocukları Fuat da Malatya’da dünyaya geliyor.

 

Almanya’dan İstanbul’a bu gelişinde beni arayan ve Kadıköy’de buluşarak, rakılı balıklı bir muhabbet havuzuna daldığımız akşam, Fuat Conkman bunları anlatırken, işittiklerine inanmamış yüz ifadesi görmüş olmalı ki bende, cebinden nüfus kâğıdını çıkarıp göstermek gereğini duymuştu!

 

Fuat Conkman’ın, çocukluğunun geçtiği kırklı yılların Malatya’sıyla ilgili dikkate değer gözlemleri vardı. Unutamadığı görüntülerden biri de, Cumhuriyet’in ilk fabrikalarından  Malatya Mensucat’ın havuz başında, beyaz örtülü, beyaz peçeteli  masalarda, piyano eşliğinde yaşanan yemek saatleriydi. Burada herkes uygar bir toplumun uygar aileleri olarak yemeklerini yer, müzik dinler, birbirleriyle uygar ölçüler içinde tanışıp görüşürler. Yalnızca fabrikanın “beyaz yakalılar sosyetesini” değil, kent halkından, yörenin ikliminden mutfağına kadar birçok şeyini severek benimser Conkman ailesi.

 

Fuat Conkman’dan öğrendiğim üzücü haberse, ortak dostumuz Zeki Tolunay’ın artık hayatta olmayışı!

 

O, her durumdan bir espri çıkaran, rind yaradılışlı, güler yüzlü, ince duyarlıklı, herkese karşı anlayışlı, iyiliksever, gamı kasaveti sevmeyen, iddiasız, sade, ahlaklı ve ilkeli sevgili arkadaşım günlerdir gözlerimin önünden gitmiyor.

 

Ailesi, Malatya’ya Antep’ten göçüp gelmişti. Babası Bahattin Tolunay, uzun yıllar Malatya’da muhasebecilik yaptı ve genç sayılacak yaşta yaşamdan ayrıldı. Zeki’nin dayısı Emin Bey bir yandan mühendislik yapıyor Malatya’da, bir yandan da lisede öğretmenlik ediyordu. Altmışlı yıllarda onu, Kışla Caddesi’ndeki bürosunun önünde, kaldırıma attığı sandalyesinde gelip geçenleri izlerken görürdük. Zeki’nin dayısı olduğunu bilmeden.

 

Önceki yazımda da belirttiğim gibi, Zeki’yle Turan Emeksiz Lisesi sıralarında okurken tanışmış, yakın iki dost olmuştuk. Kültür ve edebiyata duyduğu ilgiden ötürü kaynaşmakta güçlük çekmedik. Zeki daha çok tiyatroyla, müzikle ilgiliydi. Müzik, onlarda bir aile geleneğiydi. Söylediğine göre, aile bireyleri bir araya geldiklerinde herkes bir enstrüman çalar, aile toplantısı, curcunalı bir fasıla dönüşürmüş.

 

Sokakta, ciddi bir yüz ifadesi ve her zaman şık giysiler içinde gördüğüm babası Bahattin Tolunay’ın hangi enstrümanı çaldığını merak ederek sorardım Zeki’ye. Her şeyi ti’ye alan Zeki, o konuyu da mizaha boğmaktan kendini alamazdı: “Babam bir şey çalmaz, o sadece arada bir bozuk çalar!”

 

Sırtımızı babalarımıza dayamış, uzak ve meçhul gibi görünen geleceğimize ilişkin kaygıların yüreğimizi bunaltmasına izin vermeden, her şeyi gırgıra almak da bir ilaç, belki de bir kaçıştı o yaşlarda…

 

Ne var ki Zeki’cik ciddi işler yapıp, kendini topluma göstermek çabasından da geri kalmıyor, bu amaçla arkadaşlarıyla kurdukları bir tiyatro topluluğunun içinde yer alıyordu. Bu topluluğun üyeleri, gençler arasında saç uzatmanın pek moda olduğu o yıllarda, moda akımının aksine hep birlikte kafaları usturaya verme kararı almış, bunu da yine topluca çektirdikleri bir resimle vurgulamak istemişlerdi. Kafaları usturaya vurulmuş o tiyatro heveslisi gençlerin fotoğrafı, uzun zaman, Foto Sümer’in vitrinini süsleyecekti.

 

O grup içindeki delikanlılardan bir tek İlyas Salman postu yırtacak, oyunculuk yeteneğiyle tüm Türkiye’de tanınacaktı. Bektaş adındaki bir başka delikanlıysa, bir süre Dostlar Tiyatrosu’da küçük rollere çıkacak, Ali Özgentürk’ün “At” filminde seyyar satıcı rolünde görünecek, nedense sonra yitip gidecekti.

 

Sevgili Zeki, İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde okuduğu yıllarda, içindeki tiyatro tutkusu bir kez daha canlanacak, bunun için Genco Erkal’ın açtığı bir kursa başvuracak, gelgelelim bu alandaki yeteneği anlaşılamadığından büsbütün küskünlüğe gömülecekti. Ondaki güçlü mizah duygusunun da beslediği oyunculuk yeteneğini, mikrofonik ses kalitesini yakından bildiğim için, bu alanda kendini gösterme şansını yakalayamayışı bana hep keder verir!

 

Zeki, İstanbul Üniversitesi’nde psikoloji öğrenimi gördü. O yıllarda üniversite kapılarından kan sızıyordu! Okula gitmek, çoğu zaman ölmeyi göze almak demekti! Ya sen öldürecektin birilerini, ya da pis bir pusuda birkaç el kurşuna hedef olacaktın! Her Allah’ın günü, üniversitenin her kapısından, bayrağa sarılı bir tabut çıkıyordu! Üniversite öğrenimi görmenin yolu, ya mezarlıktan ya da cezaevinden geçiyordu.

 

Bu koşullar altında, hem varını yoğunu denkleştirip bizlere gönderen ailelerimizin beklentisini boşa çıkarmamaya çalışıyor, hem de hayatta kalma savaşımı veriyorduk her birimiz. Böylesi bir ölüm kalım fırtınası önünde herkes bir yerlere savruluyordu. Sevgili Zeki, fakülte arkadaşlarından oluşan bir grup içinde; müzik, tiyatrolu, sinema, şiir, edebiyat, felsefe tutkularıyla bezeli bohem bir havada kendini daha mutlu hissediyordu sanırım. O grup içinde tanıdığı bir kızcağızla da “muaşaka” içindeydi. Ancak kızcağızın gelecek planlarıyla Zeki’nin derviş tevazuu arz eden yalın dünyası pek örtüşmüyordu. Bu nedenle gün geldi, ayrıldılar. Bu ayrılıktan etkilenmediğini söyleyemem. Bir zaman dilinden düşürmediği, “Bir yer ki sevenler, sevilenlerden eser yok” dizesiyle özlem duygularının altını çiziyordu. Çünkü bu dizede, sevdiceğinin adı geçiyordu.

 

Daha fakültede okurken, seçtiği bölüme olan inancını yitirmişti Zeki. Lise sıralarındayken psikoloji dersi çok ilgisini çekmesine karşın, fakülte derslerindeki yüzeysellik onu düş kırıklığına uğratmıştı. O, insanı derinlemesine kavrayan, ruh dehlizlerinin gizemli kapılarını aralayan bir bilim dalı bulacağını umarken, karşısına bir bilim karikatürü çıkmıştı! Doğru dürüst ders kitapları bile yoktu fakülte hocalarının. Yetmiş seksen sayfalık teksir dosyalarından oluşan ders notlarını, şöyle kabaca iki günde gözden geçirip kolayca sınıf geçiyordu öğrenciler. Sonra da bilimin derinliklerine dalmış, koca bir fakülteyi başarıyla bitirmiş öğretmen havasında, lise sıralarındaki öğrencilerini hayata hazırlıyorlardı sözümona.

 

Benim dürüst arkadaşım böylesine bir riyakârlığı kendine yediremediği için psikoloji öğretmenliği yapamayacağına karar vermişti.

 

Oysa birçok kimse Zeki kadar duyarlı değildir. Fakülteyi bitirir; bir gözü kör, bir kulağı sağır, dili de lâl olarak gidip devletin kapısını çalar, iş ister. Diplomasına bakıp onu bir işe atarlar. Ondan sonra gelsin düzenli aylık gelir, gelsin emeklilik hakkı, gelsin sağlık sigortası, kooperatif evleri, yeşil pasaport, şu bu… Yeter ki duyarsız, kör, sağır, dilsiz rolü oynayacak bir memur olmayı başar!

 

O, fakülteden mezun olup gittikten sonra ben hâlâ bir yandan Hukuk Fakültesi’nin dersleriyle boğuşuyor, bir yandan da Babıali denilen çukurda var olma savaşı veriyordum.

 

Seksenli yılların başıydı sanıyorum, bir gün, Üsküdar İhsaniye’deki evime bir telefon geldi. Arayan, kaç yıldır kendisinden haber alamadığım sevgili arkadaşım Zeki’ydi. Hemen o gün buluşup görüştük.

 

Fakülteden sonra bir kızla nişanlanıp ayrılmıştı. O nişan bozma yüzünden ailesi oldukça maddi kayba uğramış... Sonra kafasına uygun bir başka kızla hayatını birleştirmiş.

 

Yanılmıyorsam o arada babasını da bir kalp krizi sonucu yitirmiş, maddi destekten yoksun kalmıştı. Ankara’da, yeni evli biri olarak kendine uygun bir iş bakınmış bir vakit. Hiçbir şey bulamayınca, bir Antepli becerisiyle evinde çiğköfte yoğurup restoranlara satmaya başlamış…

 

Bütün bunları anlatırken de kendini tefe koymaktan geri kalmıyordu her zamanki şakacılığı, mizahçılığıyla. Dışardan bakan, dünya yıkılsa umursamaz sanırdı onu; ama biliyordum ki hiç de öyle biri değil! Tersine duygu dolu, incelik dolu bir iç dünyası vardı Zeki’nin. Karıncayı bile incitmez, kimsenin kusurunu yüzüne vurmaz, başkalarını aldatmayı aklının ucundan geçirmez; daha kötüsü, herkesi kendi gibi temiz kalpli kimseler olarak görürdü.

 

Ankara’daki girişimlerinden sonra ailece gelip Kartal’a yerleşmişlerdi. Babasının ölümünden sonra Malatya Kanalboyu’ndaki evleri satılmıştı. Annesi ve kardeşleriyle bir arada bulunmak üzere Kartal’da oturmayı seçmişti Zeki.

 

Beni Üsküdar’da aradığında bütün bunları öğreniyordum.

 

Küçük kardeşi Ali’nin giriştiği birtakım işlere kendisi de sıvanmıştı. Ama her zaman olduğu gibi ticaret ve iş hayatı bir hayli yamyamlık gerektiren alanlardı. Hem dürüst kalıp, hem de başarılı olmak her yiğidin harcı değildi!

 

Dürüstlükten öte bir kozu bulunmayan Zeki’ninse  hiç harcı değildi…

 

Fuat Conkman’dan öğrendiğime göre, otobüsçülük yapmış, banyo küveti imalatına girişmiş, hepsinden de elini yıkayarak çıkmış sonunda. Aldatılmış, kandırılmış; kötülük nedir bilmeyenlerin karşılaştığı bütün kötülüklere uğramış sevgili arkadaşım!

 

Onun bu yaşam kavgasının içyüzünü bilmeden birkaç kez telefonla aramıştım. Son görüşmemizde, sanki rahatsız edilmek istemiyor gibi bir havası vardı. Sanki görüşmemiz, onun başarı koşuluna bağlıymış gibi! Hep böyle olmaz mı? İnsan kendinden kaçarken, en yakınlarından da kaçar… Çevresine anlatacağı bir başarı hikâyesi olmayışından ötürü…

 

Fuat Conkman, Zeki Tolunay’ın son yıllarını anlatırken, içimin keskin bir bıçakla boydan boya çizildiğini, kalbimden kan sızdığını duyumsadım dersem yalan olmaz!

 

Önce kardeşi Ali, ölümcül bir hastalığa yakalanıp terk-i dünya eylemiş.

 

Ardından aynı amansız hastalığa sevgili arkadaşım yakasını kaptırmış!

 

Belki şifa bulurum umuduyla oyunbaz hekimlerin tuzağına da düşmüş. Çaresiz insan, gün olur bile bile tuzağa düşmeyi de göze alır.

 

Zeki Tolunay bu dünyanın insanı değildi. Bu dünyanın kötülüklerini içine sindiremedi hiçbir zaman. Kötülüklere tek başına karşı koyacak gücü de yoktu. Bu yüzden olup bitenleri içine attı sürekli. Durumuyla dalga geçse de, arsız, duyarsız, vurdumduymaz bir insan değildi o. Zeki’nin dramı, aslında iyilerin kaçınılmaz dramıdır! İyiler hayatın acımasızlığı karşısında yenilmeye, iyiler erken ölüme, iyiler hak etmedikleri yazgılara mahkûmdur! Bu her zaman böyledir. İyiler gün görmez.

 

İyileri iyilikle anmaksa, insan olanın boynunun borcudur.

 

Onu hep iyilikle anacağım… Çünkü o benim ak yüzlü hikâye kahramanlarımdan biri.

 

                                                               *

Aziz arkadaşım Cumali Ünaldı’dan bir “mail” aldım geçen günlerde. Bir süredir Malatya’yla ilgili bir şey yazmadığımı söylüyor. Bunun kimi nedenleri var elbet. Ama en önemli neden, yazmak insanın içinden gelmeli. İnternet ortamında yayımlanan yazılar bana buz üstüne yazılmış yazılar gibi görünmeye başladı. Dipsiz kuyuya sesleniyorsunuz, oradan belli belirsiz bir yankı geliyor, sonra sonsuz bir suskunluk! Süresini dolduran yazı siteden kaldırılınca, uzayın boşluğunda yitip gidiyor yazdıklarınız. Bu yüzden ben hâlâ yazılı kültürden yanayım. Yazılı kültürün büyüsü hiç bitmeyecek gibime geliyor. En azından benim için öyle. Yazmak, evet ama, buz üstüne değil, kâğıt üstüne yazmak… Ötesi, laf olsun torba dolsun türünden bir çaba! Yanılıyorsam söyleyin.

UYARI: Sitemizde çoğunlukla muhabir arkadaşlarımızın imzalarıyla ya da mensubu oldukları basın kuruluşları kaynak belirtilerek yayınlanan üstteki haber benzeri araştırmalar, haberler, röportajlar, maalesef “emek hırsızı” –özellikle de biri sürekli olmak üzere- sözde bazı internet yayıncıları tarafından, ya aynen ya da küçük bazı değişiklikler yapılarak, kendi özel araştırmaları ya da haberleriymiş gibi kendi yayın organlarında yayınlanabilmektedir. Haber kaynağıyla ya da araştırmasıyla, istihbaratıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan, sadece gerçek gazetecilerin ‘kamuoyunun bilgisine sunulmuş’ emeğinin üzerine ‘çöküp’, gazetecilik- habercilik yaptıklarını zanneden ve böylece kamuoyunu da aldatanların bulunduğuna bir kez daha dikkat çekerken, söz konusu unsurları da ‘gerçek gazetecilerin emeğini çalmamaları’ konusunda uyarıyoruz.
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız