SON DAKİKA
SON DEPREMLER

Biz Yapabildik..

A- A+ PAYLAŞ

İsmet YALVAÇ

 

İlk ve ortaokul yıllarını kapsayan çocukluk döneminin ardından, “gençliğe ilk adımlar” diye tanımlayabileceğimiz liseyi de bitirip yaşamımızın yeni yollarına yürümek üzere birbirimizden ayrıldığımızda 17–18 yaşlarındaydık.

 

İstesek de arzulasak da iç geçirsek de bir daha geri dönemeyeceğimiz okulumuzun (bizim Turan Emeksiz Lisemiz, şimdinin Malatya Lisesi), lisemizin kapısından çıkıp giderken yaşamın bizlere daha çok sorumluluk ve iş-güç kaygısı vereceğinin az-çok farkındaydık.

 

Gerçi büyüklerimiz daha biz çocukken “büyüyünce ne olacaksın?” sorusunu sıkça yöneltip ileride prestijli bir işe sahip olmanın önemli bir şey olduğunu dolaylı yönden bilinçaltımıza sokmuyor değillerdi. Her şeyin toz-pembe olduğu o güzel çocukluk yıllarında, belki bu sorunun ardında “hayat gailesi bir gün sizin de boğazınıza yapışır, ileride sıkıntı yaşamamak için şimdiden sorumlu davranın, dersinize çalışın” mesajı da vardı.

 

Ama büyüklerin deneyime dayanan bu yaklaşımı ne olursa olsun, ilk, ortaokul ve lise yılları, çoğumuz için, sorun ve sorumluluğun daha az olduğu, oyun, arkadaşlık, dostluk, gezme-tozma ve sevginin daha fazla olduğu bir yaşam demekti.

 

Acaba bizim kuşak için gerçekten öyle miydi?

 

Hep sorunsuz, neşeli ve eğlenceli, geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer, diyebileceğimiz günler mi yaşamıştık? Çocukluğumuzu, gençliğimizi, olması gerektiği gibi, doya doya mı yaşamıştık?

 

Hayır…

 

Zaman en iyi ilaç desek de, insan aklı belki de “çatlamamak” için geçmişte yaşadığı olumsuzlukları bir kenara bırakıp güzellikleri anımsayarak bir çeşit savunma mekanizması geliştirmiş olsa da, o yılların hüzün ve acılarından bahsederken bile yüzleri gülümseme kaplasa da, belki o “kayıp kuşak” için değil ama 2000’li yılların delikanlıları ve hanım kızları için söylenmesi gerekenler var.

 

O günlerde neler oldu, bugünlere nasıl gelindi, bizlerin o günlerde yanlışları-doğruları nelerdi, bugünün gençleri o günlerden nasıl bir ders çıkarabilir, yaşam denen filmin şeridini bazen geriye, bazen bugüne sararak yanıt bulmaya çalışalım…

 

Bu arada anlatacaklarımız, bize artık çok doğal gözükse de, bugünün gençlerine inanılmaz, abartılı, hatta uydurma ve yalan gelebilir. Maalesef yalan da değil yanlış da!

 

***

 

Turan Emeksiz 1977 mezunlarının Malatya’da yaşayanları olarak zaman zaman karşılaşıyor, konuşuyorduk ama yaşamlarını dışarıda kuranlarla çok fazla bir ilişkimiz yoktu. Sonra bu buluşmaların sadece Malatya’da bulunan birkaç arkadaş arasında kalmaktan çıkarılıp daha kapsamlı, daha organize ve geleceğe yönelik kalıcı hedefler içeren bir hale dönüştürülmesi fikri ortaya çıktı.

 

Böylece aradan tam 31 yıl geçtikten sonra, yani 2008’in ilk aylarında bazı arkadaşlarla bir araya geldik.

 

Yüreğimizin bir yerlerinde “daha 17 yaşındayız, yarın sabah kalkıp ceketimizi giyecek, kravatımızı takacak, matematik sınavında kopya çekeceğiz” kıpırtısı atsa da, artık 50’sine merdiven dayamış, çoluk çocuk hatta kimileri torun sahibi olmuş, o kadar yılın yaşanmışlığının tüm izlerini taşıyan; kimisi üniversite bitirip, kimisi başka yollarla iş hayatına atılmış, bir bölümü emekli olmuş, olgunluk yaşının ortalarına varmış mezunlardık.

 

Bu bir araya gelişte ve daha sonraki gelişlerimizde ister istemez hafızamız bizi alıp eski günlere götürüyor, derler ya “bıyıklarımızın yeni terlediği”, neyin-ne olduğunu bilmediğimiz/bilemeyeceğimiz çağlarda sözüm ona hangi yüksek siyasetlerin (!), hangi alçak oyunların piyonu ve kurbanı yapıldığımızı görebiliyor, o güzel günlerin kahredilmesine sinirleniyor, hayıflanıyorduk.

 

Ama ne çare? Olanlar olmuş ve bazılarımız bedelini çok ağır ödemişti.

 

O dönemin Türkiye’si için birilerinin, okyanus ötesi+yerli işbirlikçilerinin yazdığı “böl ve parçala” oyununun en kanlı şekilde sahneye konduğu yılları, önce birer lise öğrencisi, sonra da birçoğumuz üniversite öğrencisi olarak yaşamıştık.

 

“Sözde” ideolojik görüş farklılıklarıyla birbirine düşürülmüş, sınıflarda bile ayrı oturan, teneffüslerde ayrı gruplar halinde gezen, kantinde bir çay içimi zamanı kadar bile birbirine tahammülsüz hale getirilen kuşaktandık hepimiz.

 

Bu ayrım ve tahammülsüzlük dışarıda da yaşanıyordu. El kadar bebeler okulda kin ve nefret duygularıyla bölünmüşken, dışarıda sağcılar solcuların, solcular sağcıların mahallesinden geçemiyordu.

 

3 dolu yıl geçirdiğimiz okulumuzdan, çoğumuz arkadaşlarımızla vedalaşamadan ayrılmıştık. O kadar yıl sonra bir araya geldiğimizde, birbirimizi aslında sevdiğimizi, özlediğimizi fark ettik. Sarıldık, hasret giderdik. Okulumuzun o dönem mezun sayısının 873 kişi olduğunu bu buluşmalarda öğrendik. Can derdine düştüğümüz için okulumuzun büyüklüğü konusunda fikir verecek sayıdan dahi haberdar olmadığımızı gördük.

 

Bu kucaklaşmalar, sarılmalar ve sevgi geç de olsa bir şeyin farkına varmamızı sağlamıştı:

 

Solcusu, sağcısı, o dönemin jargonuyla ‘komünisti ve faşisti’ değil, kesinlikle ve kesinlikle Turan Emeksiz’li 77’lilerdik artık!

 

Ve her etkinliğinde, giderek sayıları artan birer yetişkindik…

 

Önce karşılaşmanın sevinci, sonra ta o yıllara götüren duygularla yoğun bir süreçti, o ilk buluşma günleri…

 

* * *

 

1974- 1975 eğitim ve öğretim yılı başladığında, bizler de artık birer Turan Emeksiz liseliydik. Erkek talebeler ortaokulun 3 numara saç tıraşından kurtulmuş ve üzerinde oynayıp biraz daha “piyasa” yapabilecekleri başlarıyla, kız öğrenciler ise insanın içini karartan “kara önlüklerden” kurtulup kahverengi lise formalarına geçiş yapmış halleriyle doldurmuştu okulun toplanma avlusunu…

 

Adını Halil İban diye öğrendik de; üst sınıftakiler nedense “Halilof İbanov” diyorlardı kendisine. Nedenini sonradan öğrendik. Halil Hoca solcuymuş, onun için adı “Sovyetik” bir kalıba sokulmuştu! Okulun müdürüydü. İlk gün uzun uzun konuşmuş, Turan Emeksiz Lisesi’nin Türkiye’de 3 liseden biri olarak, o yıldan itibaren “deneme lisesi” statüsüne alındığını söylemişti. Sonraki bir hafta boyunca, tamamen farklı bir not sistemi, tamamen farklı bir tedrisatı olan “deneme lisesi”ni anlattı, bizlere. Okulun spor salonuna topluyor, “Sevgili öğreniciler (öğrenci demezdi nedense)” diye konuşmasına başlıyor, anlatıyor da anlatıyordu.  Gördüğümüz ikinci müdür, ayrılırken de görevini sürdüren Abbas Eker’di.

 

“Bir daha gelmesin.” dediğimiz o dönem hızla kendini göstermeye başladığında ikinci sınıfın ortasındaydık. İşte bu andan itibaren, solcusuyla sağcısıyla, Türküyle Kürdüyle, Müslüman’ı ile Ermeni’siyle hep birlikte Turan Emeksiz liseli iken, bizi bölmeye başlamışlardı.

 

Türkiye bölünmek isteniyor, devlet otoritesinin bilinçli olarak yok edildiği “anarşik” ortam süratle tırmandırılıyor, terör boyutuna getiriliyor, gençler birbirine kırdırılıyor, bizim okulumuz da bundan fazlasıyla payını alıyordu. Okul yöneticileri, öğretmenler sürekli değişiyordu. “Can güvenliği” sorunu giderek artıyordu. Artık polis grupları okulda görevlendirilmeye başlanmıştı. Kavga-dövüş olmayan gün yoktu. Öyle günler gördük ki, teneffüslere çıkmak yasaklanıyor, koridorlarda polis devriye geziyordu.

 

Teneffüste bir anda kapışan gruplar, müdahale için coplarını çekip, “Allah ne verdiyse” girişen polis manzarası sıradanlaşmıştı.

 

Can arkadaşlıklar, “ideolojik” olaylarla, kavgalarla kopuyor, öğrenciler birbirlerinden uzaklaşıyordu.

 

15’li, 16’lı en fazla 18’li yaşlardaki liseliler kamplaşmış, birbirine tahammül edemez hale gelmiş, getirilmişlerdi.

 

Sevdayla tanışma yaşında, “memleketi kurtarmaya” soyunmuştu kimilerimiz. İşte gençlerin bu atılganlığı, enerjisi, kanı kaynamışlığı malum senaryoyu yazıp sahneye koyanlarca inanılmaz biçimde suiistimal ediliyordu.

 

Gençler “Sağıyla, soluyla” uğraşmaktan önlerini göremez hale getirilmişlerdi! Nefret dolu bireyler halindeydiler. Sevmek mi? Belki bir “bakmakla” başlayan sevdalar, “bakmamakla” nihayetleniyordu. O kadar!.. İnsana, sevgiye, dostluğa, arkadaşlığa, kısaca “insana ve insanlığa” dair duygular hızla yitip gitmekteydi.

 

Sayıları azımsanmayacak, okul ve derslerden başka işlerle ilgilenmek istemeyen bir grup öğrenci ise kampların arasında, iki arada-bir derede kalmıştı. Öyle “ne sağcıyım ne solcuyum” demekle kurtulmak mümkün değildi. Ya sağcı olacaktın ya solcu!

 

İşte o günlerden birinde, bir kavga patlamıştı.

 

Arkadaşlar arasında Elizabet diye de çağırdığımız, Eshapo (Tegeleci) arkadaşımız, “Niye bunlar? Niçin bu kavga? Neyi paylaşamıyorsunuz?” diye çığlık çığlığa bağırıyordu. Eshapo’nun o tavrı bizleri etkilemiş, hiç unutmamak üzere beynimize kazınmıştı.

 

Eshapo’nun çığlıkları aslında akıldı, sağduyuydu, vicdandı. Ama o günlerde ne akıl ne sağduyu kimsenin umurundaydı. Bu çığlığa kulak tıkamamayı başarabilsek belki de hiçbir sorun yaşanmayacak, binlerce can, ömür yitip gitmeyecekti.

 

3. sınıf, yani son sınıf da olaylarla gelip geçti ve mezuniyet gelip çattı.

 

Mezuniyet töreni, partisi, balosu? O da ne?

 

Sadece sıra arkadaşlarıyla vedalaşabildiysek ne ala? Diğerleriyle vedalaşmak mümkün mü? Okuldan ayrılışımızın son günü bile koridorlarda ve kantinde polis vardı.

 

Üniversite sınavlarına özellikle 3 yılın ilk 1,5 yılında, yani pek olay olmayan, görece sakin günlerde alabildiğimiz eğitim- öğretimin temel oluşturduğu bilgi donanımımızla girmiştik.

 

Üniversite öğrenimi şansını kazanan arkadaşlarımız, 12 Eylül Darbesi’ne kadar devam eden sonraki süreçte, lisedekinden çok çok daha zor “güvenlik” koşullarıyla okudular. Birçok arkadaşımız ise, aileleri o koşullarda Malatya dışında öğrenim görmelerine rıza göstermediği için eğitime devam edemediler; ya ticarete ya memuriyete veya başka bir işe atılıp hayata öyle devam ettiler.

 

Turan Emeksiz Lisesi’nden ayrıldığımız koşullardı bunlar…

 

* * *

 

Mezunlar Buluşması, bir grup arkadaşın fikri olarak ortaya çıktı. Bu arkadaşlardan Murat Koçyiğit’in vefatı, o grupta yer alan arkadaşlarımızca onunla konuşulan buluşmayı, ölen bir arkadaşa karşı verilmiş bir sözün yerine getirilmesi olarak algılandı.

 

Sonra bir araya gelmeye başladık. Önce küçük gruplar halinde toplandık. Her geçen gün sayı ve katılım arttı, destek ve teşvik büyüdü.

 

Bu buluşmalar, birbirinden çok da “dost” olmayan bir ortamda ayrılan dönem mezunlarının, aslında birbirine duyduğu sevgiyi, dostluğu ortaya koydu.

 

Vedalaşamadan ayrılanlar, onlarca yıl sonra kucaklaşarak hasret giderdiler.

 

Her geçen gün o çember genişliyor. Bir internet sitesi oluşturuldu; www.turanemeksiz77.com.  Bir de dernek  kuruldu. Solcusu, sağcısı yok artık.  Yaşını-başını almış bu kuşak, lise günlerinde yaşayamadığı dostluğu, arkadaşlığı, kardeşliği yaşıyor.

 

Kaybedilmiş arkadaşlar için onca yıl sonra gözyaşı dökülüyor. Çoğunluk ortak hikâyelerde kendisini buluyor.

 

1970’li yılların Türkiye’sini anarşiye, teröre boğan, kardeş kavgası için her türlü provokasyonu yapan güçler, harcadıkları ve 12 Eylül Darbesiyle hesabını kestikleri o dönemin dinamik toplulukları (gaza gelen de diyebilirsiniz) yerine, içinde bulunduğumuz yıllarda kullanabilecekleri başka dinamik topluluklar (gaza gelmeye hazır da diyebilirsiniz) buluyor, onlar için başka senaryolar yazıp, roller veriyorlar.

 

1970’leri, 1980’leri ve sonraki yılları yaşayanlar olarak, kazananı olmayacak bir dönemin daha yaratılma çabalarının, toplumu kamplaştırma tezgâhlarının peş peşe konulduğu bir zaman diliminde, bir araya geliyoruz ya…

 

Turan Emeksiz 77’lilerin buluşması, o nedenle daha değerli, o nedenle çok daha anlamlı.

 

Yıllar, yıllar sonra biz yapabildik bunu..

 

Bugünün gençlerine “nasihat” etmek pek doğru olmayacak ama yine de dilimizin döndüğünce birkaç laf edelim:

 

Siz siz olun, yaşadığınız günlerin kıymetini bilin, tadını çıkarın. Yaşamınızın en güzel günlerini kendinize ve çevrenize zehir etmeyin.

 

Asıl işinize, yani dersinize, okulunuza bakın. Gaza gelmeyin, getirilmeyin.

 

Ot gibi yaşayın, her türlü politik görüşten uzak durun da demiyoruz; zaten bizim gençliğimizde memleketi bu hale getirenlerin temel hedefi insanları memleketin gerçek sorunlarına kafa yormaktan uzak tutmak, beylik deyimle “apolitize” etmek, idi ve üzülerek söyleyelim, bunda çok başarılı oldular.

 

İlla da gaza geleceğiz, birilerine düşman olacağız diyorsanız…

 

Şu veya bu “yüksek”, “ulvi”, “yüce” düşüncelerle (!) sizlere yanaşıp aynı topraklar üzerinde yaşadığınız, aynı havayı soluyup, aynı suyu içtiğiniz, arkadaşınız, akrabanız, komşunuz, hemşerinizi vurmanızı-kırmanızı-kesmenizi isteyenleri, bunun için kafanıza kin, belinize silah sokanları düşman belleyin.

 

Başka da kimseyi değil.

UYARI: Sitemizde çoğunlukla muhabir arkadaşlarımızın imzalarıyla ya da mensubu oldukları basın kuruluşları kaynak belirtilerek yayınlanan üstteki haber benzeri araştırmalar, haberler, röportajlar, maalesef “emek hırsızı” –özellikle de biri sürekli olmak üzere- sözde bazı internet yayıncıları tarafından, ya aynen ya da küçük bazı değişiklikler yapılarak, kendi özel araştırmaları ya da haberleriymiş gibi kendi yayın organlarında yayınlanabilmektedir. Haber kaynağıyla ya da araştırmasıyla, istihbaratıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan, sadece gerçek gazetecilerin ‘kamuoyunun bilgisine sunulmuş’ emeğinin üzerine ‘çöküp’, gazetecilik- habercilik yaptıklarını zanneden ve böylece kamuoyunu da aldatanların bulunduğuna bir kez daha dikkat çekerken, söz konusu unsurları da ‘gerçek gazetecilerin emeğini çalmamaları’ konusunda uyarıyoruz.
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız