SON DAKİKA
SON DEPREMLER

"Dersim Harbi"nde Malatya

A- A+ PAYLAŞ
 
Orhan TUĞRULCA
Tarihçi- Yazar
otogrulca@hotmail.com
 
Cumhuriyet döneminin üçüncü Kürt ayaklanması olarak tarihe geçen Dersim ayaklanması da, Şeyh Sait ayaklanması ve Ağrı isyanları gibi sağlıklı bir bilgi sorunuyla karşı karşıyadır. “Ayaklanma” ya da “isyan” olarak kayda geçirilen bu olayların gerçekten ayaklanma ya da isyan olup olmadığını da bilmiyoruz. Malatya’nın bu ayaklanmalar sırasındaki durumunu tam olarak anlamak bir yana ayaklanmanın merkezi olarak geçen Dersimde bile, olayların nasıl geliştiği ve nasıl sonlandırıldığı konusunda sağlıklı bir bilgiyi tam olarak ortaya koymak için arşivlerin bütünüyle açılması gerekir.
 
İsyan hareketinin tarihsel temelleri çok daha gerilere doğru götürülüyor ise de bizler konuyu 25 Aralık 1935 tarihli “Tunceli Vilayetinin İdaresi Hakkında Kanun” ile başlayan gelişmelerle anlamaya çalışacağız. Zira bu çalışmanın amacı Dersim olaylarını bütün teferruatı ile ortaya koymak değil konunun özünü ortaya koyarak Malatya’nın yerini tespit etmektir.
 
Söz konusu bu kanuna göre, emniyet ve asayiş açısından vali ve komutanın gerekli gördüğü takdirde ahaliyi vilayet içinde yer değiştirmeye veya vilayette oturmaktan men etme yetkisi vardır. Aslında bölgenin itaat altına alınması için çeşitli rapor ve değerlendirmelerin Şeyh Sait ayaklanmasında hemen önce başladığını hatırlatmakta yarar var. 1926 yılında Dersimde bir inceleme yapan Diyarbakır Valisi Cemil Bey şu görüşleri ortay koymuştur: “Bir iki fırka ile Dersimi silahtan tecdit etmek mümkündür. Fakat Türk kanı ve Türk parası zayi olur. Uzun müddet devam edecek bir harp de muhtemeldir.” Ayrıca şu öneride bulunmaktadır: “Elaziz ve Malatya’daki arazi-i metrukede (Boş işlenmemiş arazi) iskân edilmeli, Seyit Rıza’da dâhil Rüesa ve ve ağavatın pek çoklarını Elaziz’e nakli haneye irza ettim” (Seyit Rıza da dâhil reis ve ağaların pek çoklarının Elazığ’a yerleşmelerini ikna ettim)(1) demektedir.
 
1935 yılında İsmet İnönü, Atatürk’ün emriyle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesini adım adım dolaştı ve bir rapor hazırladı. Raporda Ağrı, Iğdır, Mardin, Diyarbakır, Elazığ, Muş ve Bitlis gibi birçok il ile ilgili düşüncelerini açıkça ifade etti.
 
Rapordan bazı bölümler şöyle;
- Ağrı’da Kürtlerin medenileşip, sükûnet bulmaları bile kârdır. Karaköse, hükümete bağlı bir Kürt şehridir. Erzincan Kürt merkezi olursa Kürdistan’ın kurulmasından korkarım.
— Iğdır’da Kürtlerin yerinden oynatılmasına ne lüzum, ne imkân vardır.
— Türklüğe hevesli bir Arap şehri olan Siirt’in doğuya naklini tercih ederim.
— Van ve Erzincan’da acele olarak, Muş Ovası’nda tedricen ve Elazığ Ovası’nda kuvvetli Türk kitleleri vücuda getirmek zorundayız.
— Türklerle Kürtler aynı okulda okumalıdır. Bu Kürtleri Türkleştirmek için etkili olacaktır.
—Diyarbakır, kuvvetli Türklük merkezi olmak için tedbirlerimizi kolaylıkla işletebileceğimiz bir olgunluktadır.”
—Düşman unsurlar içinde saldırgan olan teşkilat Kürt reisleri ve adamlarıdır. Fransız istihbarat zabitleri her istedikleri anda Kürt reislerini çeteler halinde memleketimize saldırtmağa muktedirdirler.”
—Mardin vilayetinden çıkarılacak Hıristiyan ve Arapların yerlerini Kürtler derhal dolduracaklardır. Bu hal bizim için pek zararlıdır.”
—Siirt Türklüğe hevesli bir Arap şehridir. Hükümete yakın itaatkâr halkı vardır. Havası gayet iyi olan Siirt susuz, pis bir trahom merkezidir. Siirt vilayetinde başlıca kuvvetimiz; idare merkezlerimiz, memurlarımız ve zabitlerimizdir. İdare merkezlerimiz çok kuvvetli olmalı. İcabında konulup kaldırmak üzere özel adliye rejimi kurulmalıdır.”
—Bitlis, Hizan ve Mutki arasında suni olarak daima devlet kuvveti ile vücuda getirilmiş bir Türk merkezidir. Bitlis olmasaydı bizim onu yaratmamız gerekecekti.”
—Muş Ovası uzun süre boş kalmayacak, herhalde Kürtler yavaş yavaş dolduracaklardır.”
—Van halkı derlemedir. Bütün halkın ümidi devletin göstereceği ilgidedir. Sağlam bünyeli şarkta Cumhuriyetin önemli bir temeli olacaktır. Böyle bir temel Türk hâkimiyeti için her bakımdan lazımdır.”
—Malazgirt kadar bitkin ve fena güçlükle tasavvur edilebilir. Hâlbuki buranın, yeni temiz bir Türk şehri Türk merkezi olarak kurulması bizim için pek kıymetli olacaktır.”
—Kürtleri verimli topraklardan nereye göndereceğiz? Hudut üzerinde bulunan yerleri derhal Kürtlerle dolacak. Ağrı’dan geçici olarak gelen Kürtleri de bir yere gönderemeyiz. Sükûnet bulmuş olmaları bile kâfi bir kârdır.”
—Bundan 10 sene sonra Sarıkamış’ın ordugâhına askeri olarak ihtiyacımız olacağını zannediyorum.”
—Kars’ı ve Artvin’i bir an evvel soyup tahrip etmek fikrinde değil, bütün kuvvetimizle son ana kadar muhafaza etmek kararında olduğumuza içeriyi ve dışarıyı kesin olarak inandırmak mecburiyetindeyiz.                 
—Erzurum’un kalkınmasını az senelerde temin edebilirsek, şimalde hududa karşı ve içeride Kürtlüğe karşı sağlam bir Türk merkezini yeniden kurmuş oluruz.”
—Az zamanda Erzincan’ın Kürt merkezi olmasıyla asıl korkunç Kürdistan’ın meydana gelmesinden kaygılanmak yerindedir.”
—Bütün seyahatimizde en iyi şey olarak, belki bütün Türkiye’de bu bakımdan birincidir; Samsun hususi idare bütçesini gördüm.”
—Türkler ve Kürtleri ayrı ayrı okutmakta yarar yoktur. İlk tahsili birlikte yapmalılar. Bu, Kürtleri Türkleştirmek için etkili olacaktır.”
— Dersim Vilayeti’nin teşkili ile askeri bir idare kurulması ve Dersim ıslahının bir programa bağlanması lazımdır.
— Memur yetiştirecek büyük müesseseler güneyde yoktur. Orta mektebe girecekler içerisinde Kürtlerden de müracaat olursa, onları reddetmemeliyiz.(2)
 
Dersim bölgesindeki gelişmeler sırasıyla şöyle sıralanabilir:
3 Mayıs 1937’de Dersim harekâtının fiilen başladığı tarih olarak kabul edilir. Dersimdeki aşiret reislerinin toplantı halinde bulundukları Keçikesen Köyü Hava Kuvvetlerine ait bir uçak tarafından bombalanır.
4 Mayıs 1937’de Atatürk ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın da katıldığı Bakanlar Kurulu’nda çok gizli önemli kararlar alınır. Alınan kararda isyana şiddetle karşı konulması ve bir an evvel bitirilmesi istenir.
Osmanlıca, Türkçe ve Kürtçe hazırlanan bildiriler uçaklarla bölge halkına atılır ve isyana katılmamaları telkininde bulunulur.
Harekâtın başına General Abdullah Alpdoğan’ın getirilmesi hükümetin sorunu sert önlemlerle çözeceğinin ilk işareti olarak yorumlandı. Fransız arşivlerinde çıkan tespitlere göre Abdullah Alpdoğan “enerjik ve acımasız bir komutan” olarak tarif edilmiştir.(3) Ayrıca Alpdoğan, 1921 Koçgiri ayaklanmasında işbaşındaydı ve o ayaklanmayı büyük zulümle bastıran Nurettin Paşa’nın da damadıydı.(4)
General Abdullah bölgeyi gezerek aşiret liderlerini ikna etmeye çalıştı. Bu aşiretlerin bir kısmını Seyit rıza gibi savaş taraftarı olan aşiretlerden ayırdı. Generalin bunları hangi yöntemlerle ikna ettiği tam olarak bilinmiyor. 19 Temmuz 1937 tarihli bir belgede “Dersim harekâtı sebebiyle 7. Kolorduya verilen pazarlık yetkisinin 10.000 liraya çıkarılması” şeklinde olması bazı aşiretlerin parayla ikna edilmiş olabileceğini düşündürmektedir.(5)
10 Mayıs 1937 tarihinde askeri birliklerin Elazığ yönüne doğru harekete geçtikleri Fransız raporlarında belirtilmektedir.(6)
6 Haziran 1937’de Seyit Rıza’nın etkisiz hale getirilmesine yönelik olarak evinin Sabiha Gökçe’nin kullandığı uçakla bombalanması Tan Gazetesi’nin 17 Haziran 1937 tarihli nüshasında bildirilmekteydi.(7)
18 Haziran 1937’de Başbakan İnönü Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın da katıldığı vekiller heyetiyle toplantı yaptıktan sonra aynı gün Sıhhiye Vekili Refik Saydam, Milli Müdafaa Vekili General Kazım Özalp ve Jandarma Umum Komutanı General Naci Tınaz ile birlikte operasyon alanındaki hazırlıkları yerinde görmek üzere Elazığ’a hareket etti.(8)
Aynı günlerde 25.000 kişilik ordu Dersim bölgesini tamamen kuşatma altına alır. Şiddetli çatışmalar yaşanır. Teslim olanlar kafile kafile Elazığ’a sevk edilir. Seyit Rıza hükümetle barışmak için bir takım girişimlerde bulunur.
24 Haziran 1937’de bölge didik didik taranır. İsyana katılan köyler ateşe verilir.(9)
9 Temmuz 1937’de Seyit Rıza ve yanındakiler gittikçe yalnızlaştırılır. Seyit Rıza’nın büyük karısı ve küçük oğlu teslim olur. Ordu hemen her noktaya girer.
17 Ağustos’ta Seyit Rıza ve yanındakiler kuşatılır. Şiddetli çatışmalar yaşanır. S. Rıza’nın büyük oğlu Hasan ve küçük karısı Besi ve üç torunu ile birlikte birçok adamı öldürülür.
10 Eylül 1937’de artık başkaldırının başarısızlıkla sonuçlandığını ve umutların tükendiğini gören Seyit Rıza, yanında iki kişi ile birlikte Erzincan jandarmasına teslim olur.(10) Teslim olmasında Erzincan valisinin tezgâhladığı komplonun etkili olduğu da söylenir. Valinin Seyit Rıza’ya haber gönderip, devletin ateşkes ilan ettiğini, başka harekât yapılmayacağını, verilen zararın tanzim edileceğine hükümetin razı olduğunu söyleyerek kandırdığı ifade edilir.(11)
Seyit Rıza sorgulanmak ve yargılanmak üzere Elazığ’a götürülürken, Genel Kurmay Başkanlığı 22 Ekim 1937’de birliklerin görevlerini ifa ettiklerini ve kışın bastırdığını da dikkate alarak garnizonlara dönmesi emrini verdi.
Ve 15 Kasım 1937’de Elazığ’da yargılanan Seyit Rıza ile birlikte 11 kişi Buğday Meydanı’nda idam edildi. Cesetleri Elazığ sokaklarında teşhir edildikten sonra yakıldı.(12)
 
Dersim ayaklanmasının baş aktörü Seyit Rıza’nın idamı ile ilgili ayrıntıları, bizzat infazda görev almış olan dönemin Malatya Emniyet Müdürü ve 1965’den sonra Adalet Partisi’nde Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı görevinde bulunmuş olan İhsan Sabri Çağlayangil kaleme aldığı kitabında vermektedir.(13)
 
Anılarında özetle şu bilgileri vermektedir:
Elazığ’da o dönem Müffetişi Umum-i Abdurrahman Doğan paşa var. Malatya Emniyet müdürlüğünden bir buçuk ay kadar önce Ankara’ya tayin edilmiştim. Vali İbrahim Etem Akıncı, şövalye çeteci bir adam. Demirci efe ile birlikte kurtuluş savaşında çete kurmuş biri. Vali vekâlete şifre çekmiş. “Emniyet müdürüm Ankara’ya tayin edildi, biz Elazığ’a gidip Dersim harekâtını birlikte görmek istiyoruz” diye. O zaman bu isyan olayı ile ilgili türlü rivayetler var.
 
Uzatmayalım biz Ankara’dan müsaade istihsal, vali Akıncı ile birlikte Elazığ’a varıyoruz. Müffetişi umumi Abdurrahman paşanın misafiri oluyoruz. İsteğimizi kendisine anlatıyoruz! Dersim harekâtını incelemek istiyoruz. Paşa bize “iyi ki geldiniz, bende yarın orada bir mevkiye gideceğim. Onbeş gün önce tercüman aracılığıyla aşiretlerle konuştum. Kendilerine aşiretlerin başı olan kişileri teslim ederseniz harekâtı durduracağız, barış yapacağız dedim. Yarın da son gün. Gideceğimiz mevki biraz tehlikeli. Ne olacağı belli olmaz. İsterseniz sizi de alabilirim” dedi. Yemek yedik. Zeytinyağlı sıcak bir yemek. Ben alışkın değildim. Hastalandım. Ateşim 38. Ama olayı kaçırmak istemiyorum. Hasta hasta önceden belirlenen harekât sahasına varmak için yola çıktık. Önümüzde ve arkamızda birer kamyon. Biz ortadayız. Kamyonun birinde askerler var. Diğerinde fırından yeni çıkmış sıcak ekmekler. Yollar devriye dolu. Devriyeler mevzilenmiş. Bu arada devriyeler bize ateş açtı. Önlendi. Geleceğimiz yere geldik. Yüksek bir yerden aşağıya indik. İndiğimiz yere silahlı askerler dizildi. Abdurrahman Paşa muhtemel bir pusuya karşı önlemler aldırmıştı. Benim yanımda fotoğraf makinesi var. Bir süre bekledik. Ortalarda kimseler yok. Bağırıp çağırdık bir tercüman çıktı ortaya. Abdurrahman Paşa:
— Geldiniz mi, dedi.
— Geldik, dediler.
Ortaya göğsü bağrı açık, uzun boylu levent adamlar çıktı. Abdurrahman paşa gelenlere çuvallarla ekmeği dağıttı. Açtılar. Hemen ekmekleri kırıp yemeğe başladılar. Kalanları koyunlarına soktular. Paşa onlara sordu:
— Listede yazılı olanları getirecek misiniz?
— Üç kişi hariç on iki kişiyi getireceğiz dediler.
Abdurrahman Paşa: "olmaz" dedi. Onlar da son derece kararlı bir biçimde:
— Paşam ne edek, olmazsa olmaz dediler.
Asiler dağlara sığınmışlar. Bir mavzerle bir alayı durdurur. Paşa onlara biraz sert:
“Devletle baş edemezsiniz”! Dedi. Ve ekledi.
— Niçin teslim etmiyorsunuz?
İçlerinden en uzun boylu olanı öne çıktı:
— Bir kadının tek kocası olur. Şimdi siz hükümetsiniz. Askeriniz var. Bugün buradasınız. Şunları size veririz, alır gidersiniz… Biz yarın yine onların eline kalırız. Bunlar, bu ağalar bizim kulumuzu aittirler. Siz Dersime giremiyorsunuz. Jandarmanızı sokamıyorsunuz…
Abdurrahman Paşa durdu. Düşündü. Sonra tercümana şunları söyledi:
— Ben Kastamonuluyum. Kastamonu’nun tarihini bilir misiniz? Şehrin ortasında bir nehir akar. Etraf birdenbire dağ gibi meyillenir. Vaktiyle bir tarafında Kastlar, öte tarafında tumanlar varmış. Şehri bunlar kurmuş. Bunun için "KASTUMAN" demişler. Kelime zamanla Kastamonu olmuş. Sizin aşiretinizde bu gün "DEMENAN". Siz benim akrabamsınız. Atalarımız bir yerde buluşurlar. Yapmayın. Size onbeş gün daha izin vereyim. Gidin ve onbeş gün sonra bu listedekileri getirin" dedi.
 
Aradan aylar geçti. Seyit Rıza ve çevresi yakalandı. Mahkemeleri sürüyor. İste bu sırada Atatürk Diyarbakır’daki yeni yapılan Singeç Köprüsünü açmaya gidecek. Elazığ’a da gelecek karayoluyla Singeç köprüsüne geçecek. Emniyet genel müdürü Şükrü Sökmensuer bey bana diyordu ki "Atatürk Singeç Köprüsünü açmaya gidecek. Dersim harekâtı bitti. Beyaz donlu altı bin doğulu Elazığ’a dolmuş. Atatürk’ten Seyit Rıza’nın hayatını bağışlamasını isteyecekler. Buna meydan vermeyelim".
 
1937 yılında resmi tatil günü cumartesi öğleden sonra, Atatürk pazartesi günü Elazığ’a gelecek. Bizden istenilen "asılacak asılsın" ve Atatürk’ün karşısına beyaz donlular çıktığı zaman iş işten geçmiş olsun. O dönemde Elazığ valisi Şefik Bey, Savcı Hatemi Senihi bey, Emniyet Müdürü Serezli İbrahim bey, Savcı yardımcısı arkadaşım, Şükrü Sökmensuer, "Emniyet Genel Müdürlüğünün siyasi şubesinden, sivillerden istediğini yanına al. Atatürk’ün istasyondan halkevine kadar korunması da size ait" dedi. Başta Macar Mustafa olmak üzere altı kişi alıp yola çıktım. Trenle Elazığ’a vardım. Emniyet Müdürü İbrahim beye gittim. Savcı için "kuraldışı bir şey yapmaz, mümkün değil " dedi. Savcıya gittim. Durumu kendisine anlattım. Bana bu konuda hükümetten de şifre aldığını, ama mahkemelerin cumartesi tatil olduğunu, tatilde sonuç almanın mümkün olmadığını bildirdi. Ve ekledi. "ben de mahkemeleri etkileyemem". Oysaki biz Atatürk gelmeden önce mahkemenin kararını vermesini ve gereğinin yapılmasını, Atatürk geldiğinde Seyit Rıza meselesinin kapanmış olmasını istiyorduk. Ben bunu halletmek için hükümet tarafından buraya gönderilmiştim.
 
Savcı yardımcısı hukuktan sınıf arkadaşım. Bana "sen valiye söyle, savcı gitsin, rapor alsın. Ben senin istediğini yaparım" dedi. Biz mahkemenin tatil günü işlemesini ve alınacak sonucun infazını istiyorduk. Savcı rapor aldı. Arkadaşım vekil olarak savcının yerine geçti.
 
Mahkeme hâkiminin evine gittim. Gittiğimde hâkim mahkemenin aldığı kararı evinde yazıyordu. Hâkimle konuştuk. Kendisi kararı daktiloya çektirmekle meşguldü. Devir CHP devri. Herkes çekiniyor. Hâkim bana: "Cumartesi mahkeme toplanmaz, ancak pazartesi günü mahkemeyi toplar kararı veririz. Salı günü de idam hükümlerini yerine getiririz" dedi.
 
O zaman dördüncü bölgede temyiz hakkı yoktu. Abdurrahman paşa sıkıyönetim kumandanı olarak kararı tasdik edecek kişi idi. O da "Yukarıdaki karar tasdik olunur" demiş basmış boş kâğıda imzasını. Yukarıya "Abdurrahman Paşanın idamı" diye yazsanız kendisi idam edilirdi.
 
Hâkime dedi ki: Bu dediğiniz gün Atatürk geliyor. Maksat hâsıl olmuyor ki. Hâkim "Başkaca bir şey yapılamaz" diyerek kestirdi attı. Bende kendisine sordum:
 
— Sizin saat beşten sonra davaya devam ettiğiniz olmuyor mu?
— Oooo, çok oluyor cevabını verdi.
— Eee sonradan beş saat ihlal ediyorsunuz da, baştan beş saat ihlal etseniz olmuyor mu?
Yani pazar akşamı sahurdan sonra mahkemeyi açarız.
— Elektrikler kesiliyor dedi, hâkim.
Ona çare bulduk. Otomobil farlarıyla hapishaneyi aydınlatırız. Halkevine lüksler koyarız.
Hâkim bu defa:
Samiin yok, dedi
Ona da çare bulduk. Samiin de getiririz.
— Kaç kişi asılacak?
— Onu karardan önce söyleyemem dedi. Ama ekledi: "Savcı 27 kişinin idamını istedi".
— Biz ona göre mi hazırlığımızı yapalım?
— Bilmem dedi.
Ceza infazı kanunu her asılanın ayrı bir yerde asılmasını, asılanların birbirini görmemesini emrediyordu. Bu şartı da yerine getirmeye çalıştık. Her meydana dört sehpa kurduk. Vali bir de çingene cellât buldu. Gece 12.00 de hapishaneye gittik. Farlarla çevreyi aydınlattık Mahkemenin 72 sanığı vardı.
 
BENİ ASMAYA MI GELDİNİZ?
Sanıkları aldık. Mahkemeye götürdük. Çingene de geldi. Adam başına on lira istedi “Peki” dedik. Sanıklar Türkçe bilmiyor. Mahkeme kararı açıkladı. Yedi kişi ölüm cezasına çarptırılmış, sanıklardan bazıları beraat etmiş, bazıları da çeşitli hapis cezalarına çarptırılmıştı. Kararlar okununca sanıklar ilk anda anlamadılar. İdam “tunne” diye bir velvele koptu. Biz Seyit Rıza’yı aldık. Otomobilde benimle polis müdürü İbrahim’in arasına oturdu. Jeep jandarma karakolunun yanındaki meydanda durdu. Seyit Rıza Sehpaları görünce durumu anladı.
— Asacaksınız; dedi ve bana döndü. “Sen Ankara’dan beni asmak için mi geldin”? Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüz yüze geliyordum. Bana güldü.
Savcı namaz kılıp kılmayacağını sordu. İstemedi. Son sözünü sorduk.
— Kırk liram ve saatim var. Oğluma verirsiniz, dedi.
Bu sırada Fındık Hafız asılırken görmesin diye pencerenin önünde durdum.
Fındık Hafız’ın idamı bitti. Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi, sessizliğe ve boşluğa hitabetti.
—Evladı Kerbelayimi, Be gunayimi, Ayibo Zulimo, Cinayeta. (Evlad-ı Kerbelayız, günahsızız, ayıptır, zulümdür, cinayettir.) dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap-rap yürüdü. Çingeneyi itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağıyla tekme vurdu, infazını gerçekleştirdi…”(14)
 
SONUÇ
Dersim Savaşı Seyit Rıza’nın idamından sonraki yılda yani, 1938 yılı içerisinde de devam eder. Ancak 1938 yılı daha çok bir temizlik harekâtı şeklinde geçmiştir.(15) Bu harekât sırasında zehirli gazın da kullanıldığı İ. Sabri Çağlayangil’in ve Nuri Dersimi’nin anlatımlarından anlaşılmaktadır.
 
İsyanın bilânçosu ile ilgili farklı rakamlar verilmektedir. 13 bin rakamından söz eden kaynakların yanında 30–40 bin rakamını veren rakamlar da var. Bölgede sürgünlerin yanında kitlesel göçler de yaşandı. 1945 yılına kadar giriş ve çıkışlar izne bağlandı. Yasaklar ancak 1947’de sona erecektir. 1950’de ise dönüşler başlayacaktır.(16)
 
OLAYIN MALATYA’DAKİ YANSIMALARI
Malatya bölgesindeki Kürtler Şeyh Sait, Koçgiri ve Ağrı ayaklanmasında olduğu gibi Dersim ayaklanmasında da sessiz kalmışlardır. Malatya’daki Aleviler dahi destek vermemişlerdir.(17)
 
Malatya, destek vermek bir yana Dersim Savaşı’ndan dönen askerleri şarkılar ve alkışlarla karşıladıklarını o günkü Malatya gazetesinden verilen haberlerden anlıyoruz.
 
İkdam Gazetesi’nin verdiği haber şöyle;
“… Malatya Gazetesi’nde görev yapan bir meslektaşımız, Dersimde baskın yapma, düzenlemeyi sağlamakla görevlendirilen ve oradan dönen jandarmalarla ilgili uzun bir değerlendirme yazısını son gelen postaya gönderdi. Yazıda; “Bizim vilayetteki jandarma üç düzenli birimden oluşmakta. Bu jandarmalar Elaziz vilayetinde, Dersimdeki Kozan-Koçan aşiretine karşı yapılan sindirme hareketinde yer aldılar. Bunlar Malatya’ya döndüler. Halk şarkılar ve alkışlar içerisinde bunları karşıladı. Bütün halk bu önemli başarıyı gösteren milli jandarmalara hayranlık ve saygı gösterdi.”
 
Malatya Gazetesi’ndeki haber-yorum şöyle devam etmektedir: “… Son günlerde Dersim bölgesindeki bir kesim halka karşı operasyon yapma mecburiyeti önerildi, duyuldu. Bu halk son yıllarda da Cumhuriyet rejimine karşı direniyorlar ve çetecilik yapıyorlar. Eski alışkanlıklarını devam ettiriyorlardı. Asker ve Cumhuriyet jandarmasının yaptığı operasyon kapılarını da dünyaya açtılar. İnsanlar hiç kimsenin Dersim dağlarına gidemeyeceklerini, ulaşamayacaklarını düşünüyorlardı. Asker ve Cumhuriyet jandarmasından oluşan birimler o dağları aştılar. Kılavuz Vadisi’ne girdiler. Orada yılanı ezer gibi o çeteleri ezdiler. Çeteler ki mağaralarda ve küçük vadilerde gizleniyorlardı.”(18)
 
Malatya’da Dersim Savaşı’na katılanların anlatımları hiç de olumlu değildir. Bizim de dinlediğimiz bu anlatımlarda Dersimin bir düşman cephesi olarak görüldüğü şeklindedir. Dersim olayı sırasında küçük olmasına rağmen bir tanık, “harekâttan sonra Malatya merkeze yerleştirilen Dersim muhacirlerinin kentte hiçte iyi karşılanmadığını, sokağa çıktıklarında halk tarafından tahkir edildiğini hatta bu düşmanca tutumdan etkilenen çocukların babalarının yanında çocukları dövdüklerini buna karşı babalarının seslerini çıkaramadıklarını, boyunlarını büküp yollarına devam ettiklerini” hatırladığını anlattı.
 
Aynı tanık; mahallelerinde harekâta katılan Tahsin Amcanın anlattıklarını da nakletti. Tahsin amca; “Dersim teslim olduktan sonra bizim askerin onlara yaptığını Urus’un (Rusların) yapmadığını” ancak ayrıntıları vermediğini de nakletti.(19)
 
Dersim harbi ile ilgili babamın anlattıkları da farklı değildir. Babam; “bizim köyde üç kişi Dersim harbine katılmıştı. Bunlar; Çerçi Memed, Abdullah ALTUN ve Hüseyin ÖTEGEÇELİ (Delihüseyin).
 
Harekâta asker olarak katılan Abdullah amcanın atlattığına göre; “Nusaybin’de asker iken Dersime götürüldüğünü, köylerde ne varsa yakıp yıktıklarını, evleri ve erzakları ateşe verdiklerini, yiyebilecekleri ne varsa yok etmeye çalıştıklarını hatta bal arılarını kovanlarıyla yaktıklarını” ifade edermiş. Delihüseyin amcanın anlattıkları ise daha çarpıcı imiş; Anlatıma göre, “harekât sırasında bir vadide iki genci diri olarak yakaladıklarını, infaz edilecekleri sırada “Kürtçe yalvarmaya başladıklarını, komutanların Kürtçe bilen askerlerden bunu tercüme etmelerini söylediklerini tercüme edildiğinde; yalvarışlarının nedeninin öldürülmeme değil, “bizi aranızdaki Kürt askerler öldürsün” dedikleri şeklinde imiş.
 
Hüseyin amcanın bir diğer anlatımında ise” bir vadide bir tek Dersimli gencin 15 askeri öldürdüğü” yönünde imiş.
İki Dersim linin son isteği yerine getirildi mi bilmiyoruz. Babam, trajedyanın son perdesi ile ilgili kısmını olaya şahitlik eden Hüseyin amca tarafından anlatılmış olsa bile hatırlamıyor.
 
Bu trajedyanın son perdesini bilmesek bile bugün artık biliyoruz ki o gün ülkeyi yöneten söz konusu kadronun çağdaşlaşma projesinin en önemli ayaklarından biri olan”Türkleştirme” ameliyesi; 1925 yılında Şeyh Sait olayı ardından Koçgiri ile Ağrı olayları ve Dersim olayları ile sürmüştür. Fransız ihtilalinden sonra Avrupa’da yıldızı parlayan ulus devletlerin cazibesi bugün artık devlet adamlarımızın da kabul ettiği üzere derin kırılmalara neden olmuştur.
 
Dersimli iki gencin “Bizi askerlerin arasındaki Kürtler öldürsün” isteği ne anlama geliyor? Bilmiyoruz. Türkleştirme projesine karşı bir tepki mi? Yoksa 1925 – 1930 yılları arasında yaşanan ve Kürtlerin Sünni kanadı “terbiye” edilirken Alevi Kürtlerin suskunluğuna, hatta desteğine atıf yaparcasına “biz bunu hak ettik” mi? Demek istediler. Bunu asla öğrenemeyeceğiz.
Büyüklerimiz ve onlara bu dönemi nakledenler, bu olayı ülke içerisinde bir muhalefetin tedip edilmesi şeklinde anlatmadılar. Bize Dersim olayını “Dersim Harbi” olarak anlattılar. Bu ifade şekli Dersimin aslında bir düşman bölgesi olduğu, cephe niteliği taşıdığı yönünde ciddi bir propagandanın yapıldığını göstermektedir. Sünni Kürt bölgelerinde özellikle bunların Müslüman olmadıkları yönünde güçlü bir kanaat oluşturulmuştur.
 
 Esasında Sünni Kürt ve Türk ahali arasında bunun inandırılması için çok fazla bir uğraşa da gerek duyulmamış olsa gerek. Zira tarihsel olarak Sivas – Malatya – Erzincan – Elazığ dörtgeninde önceleri Hıristiyan Pavlikanların ardında Ermeni ve Süryani nüfusun varlığı, bölgede yaşayan Alevi unsurların ötekileştirilmesini kolaylaştırmıştır.
 
Bu topraklarda ne yazık ki halkları itaat altına alma girişimleri bin yıllardan beri var olagelmiştir. Tarihsel hafızamızı yokladığımızda görüyoruz ki Dersim ilk değildir.  
 
Hitit-Asur-Urartu, Roma- Bizans ve ardından Osmanlı döneminde uygulanan iskân siyaseti farklı zamanlarda farklı uygulamaları gerektirmiş ise de temelde halkların bölgede itaat altına alınması şeklinde kendini göstermiştir. İtaat altına alınma şekli ve şiddeti farklı olsa bile.
 
Örneğin Hitit kralı I.Hattuşili itaat ettirme yöntemini;  “…Haşşu (va) kentini bir aslan pençesi ile elime geçirdim. Üstüne toz yığdım..... Kentlerinin içine ateş attım ve dumanını  göğün güneş tanrısına ve fırtına tanrısına çıkarttım…”(20) derken Urartu kralı Arğişti (MÖ: 786-764) itaat etmek istemeyen Malatya halkına sürgünü reva görür.
 
Asur kralı III. Tiglatpileser ise Urartu’ya karşı giriştiği intikam savaşını şu sözlerle kayda geçirir: ”…Büyük bölümünü kılıçtan geçirdim. Dağların uçurumlarını ve vadilerini onların cesetleriyle doldurdum…” (21)
 
Yine İslam-Bizans çatışmalarının başladığı 8.yüzyıldan sonra bu topraklarda egemenlik kurma ya da mevcut egemenliği muhafaza etme adına da karşılıklı cezalandırmalara örnek teşkil edecek birçok vakıa sıralanabilir. Ve bunların bir kısmı bizi dehşete düşürecek boyutlardadır.
 
TÜRKLERİN MİSYONU
Tarihsel olarak Türklerin bilhassa son yüzyılı çok iyi tahlil etmeleri gerekir. Zira son yüz yılda yaşanan gelişmeler Türklerin farklı unsurları yönetebilme kabiliyet ve kapasitelerini ciddi bir şekilde sorgulanmasına neden olmuştur. İslam öncesi Türk tarih deneyimi bir yana dokuz ve onuncu yüzyıldan itibaren İslamiyeti kabul etmeleri ile İslam dünyasında ele aldıkları misyon, sadece İslam dünyasında değil dünya tarihinde de önemli gelişmelere öncülük etmiştir. Bilhassa 11. yüzyılda Anadolu’ya doğru başlayan göç ve sonrasında ortaya çıkan Selçuklu ve Osmanlı deneyimi, Türklerin Anadolu, Balkanlar ve Ortadoğu’da yaşayan kadim halkları yaklaşık bin yıl sürecek bir konsept içinde tutmayı başarması, dünya tarihinde Roma imparatorluğundan sonra ikinci bir tecrübedir.
 
Halbuki son yüzyılda yaşanan gelişmeler bin yıldır bu coğrafyada kurucu ve yönlendirici durumda olan Türkler, önce “Millet-i Sadıka” olan Ermenilerin ardından Alevilerin ve Kürtlerin ötekileşmelerine engel olamadılar. Son yüz yıldan buyana ülke yönetimine musallat olan ittihatçı yaklaşım Türk tarihinin muazzam tecrübesini bir tarafa itip Fransız ihtilalinin döküntüsü olan bir ideolojik saplantıyla “benim olsun küçük olsun”  tavrı içerisine girdiler.
 
Türkler, yüz yıllık bir kırılmaya rağmen dünya coğrafyasının bilhassa Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlarda yüzyılların emeği ile oluşan hinterlandı yeniden toparlayacak bir tecrübeye sahipler. Batı ve Amerikanın içinden geçtiği süreç dikkate alındığında dünya konjoktürünün de gittikçe daha müsait bir zemine doğru kaydığı söylenebilir. Yeter ki yüzyıldır yapılmakta olan yanlışlardan geri dönülsün. Bunun için elbetteki ilk yapılması gereken şey yüzleşmedir.
 
SON SÖZ
Dersim meselesine yeniden dönecek olursak, bu acıları burada sıralamanın da artık hiçbir yararı olmadığını da biliyoruz. Bunca acılar yaşandıktan sonra yapılan özürlerin bir erdem değeri olsa bile artık pratik bir yararı olmadığı bir gerçektir. Yüzleşmek ise şayet farklı unsurların güven ve refahını temin edecek ise elbette ki bir değeri olabilir. Ancak yüzleşme şayet iyi yönetilmez ise geçmişin kin ve nefretini hortlatılmasından başka bir işe yaramayacağı muhakkaktır.
Olayın bütün boyutlarıyla sağlıklı bir şekilde ortaya çıkarılmasında tarihçilerin önemli bir sorumluluk taşıdıkları muhakkaktır. Bunun kolay bir iş olmadığı kesin. Tarihçiler, tarihi olayların ortaya konulması sürecinde hiç kimseyi memnun edemeyecekleri bir yana yanlı davranacakları, taraf olacakları da bir gerçekliktir. Zira tarihçilerin kullanacağı dil ve üslup, yüzleşmenin hesaplaşmaya dönüşmemesi için belirleyici olacaktır.
Dileriz bu yüzleşme bu topraklardaki halkların daha sağlıklı bir gelecek inşa etmelerine vesile olur. Zira hiç birimizin gidecek başka bir yeri yoktur. Birbirimize mecbur ve mahkûmuz.
 
KAYNAKLAR:
1-http://www.gelawej.net
2-19 Aralık 2007, Gazeteler
3-Evrim Karakaş, Fransa Arşivlerinde Dersim Olayları, Radikal İki, 28.11.2010
4-Mayıs Kürkçügil, Dersim Cumhuriyet Tarihinin En Büyük Kıyımı, NVT Tarihi, Sayı: 11, Aralık 2009
5-BOA, Cumhuriyet Kataloğu, 71162/46–291
6-Evrim Karakaş, a.g. yazısı
7-S. Akgül, a.g.e., s.131
8-S. Akgül, a.g.e., s.133
9-S. Akgül, a.g.e., s.137
10-S. Akgül, a.g.e., s.141
11-M. Kürkçügil, a.g. yazısı
12-S. Akgül, a.g.e., s.147; M. Kürkçügil, a.g. makalesi; A. Tan, a.g.e., s.292 vd.
13-İhsan Sabri Çağlayangil, Anılarım, 3. Baskı, s.49-52
14-http://habermerkezi.wordpress.com/2009/11/23; A.Tan,a.g.e,s.294-297; M.Kürkçügil,a.g.makale
15-M. Kürkçügil, a.g. makale
16-M. Kürkçügil, a.g. makale
17-A. Tan, a.g.e., s.297
18-http://www.gelawej.net
19-…………………………., bu muhacirler ile ilgili ayrıntılı hatıralarını benimle paylaştı.
20-Ekrem Akurgal,Anadolu kültür Tarihi,s:58
21-Orhan TUĞRULCA, Malatya Siyasi Tarihi, Kilim Y. 2006, S.34vd.

UYARI: Sitemizde çoğunlukla muhabir arkadaşlarımızın imzalarıyla ya da mensubu oldukları basın kuruluşları kaynak belirtilerek yayınlanan üstteki haber benzeri araştırmalar, haberler, röportajlar, maalesef “emek hırsızı” –özellikle de biri sürekli olmak üzere- sözde bazı internet yayıncıları tarafından, ya aynen ya da küçük bazı değişiklikler yapılarak, kendi özel araştırmaları ya da haberleriymiş gibi kendi yayın organlarında yayınlanabilmektedir. Haber kaynağıyla ya da araştırmasıyla, istihbaratıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan, sadece gerçek gazetecilerin ‘kamuoyunun bilgisine sunulmuş’ emeğinin üzerine ‘çöküp’, gazetecilik- habercilik yaptıklarını zanneden ve böylece kamuoyunu da aldatanların bulunduğuna bir kez daha dikkat çekerken, söz konusu unsurları da ‘gerçek gazetecilerin emeğini çalmamaları’ konusunda uyarıyoruz.
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız