SON DAKİKA
SON DEPREMLER

Ebu Zerlerin Memleketinde..

A- A+ PAYLAŞ

Ebu Zerlerin ülkesi; Nar-ı Diyar Adıyaman’a bir yolculuk


 

Alişan HAYIRLI

 

Titrek sahillere güneş doğunca,

Gözlerim, görünmez dağları selamlar...

Buruşur elimde bir sarı gonca,

Ruhuma bir çamın şebnemi damlar

Ömer Bedrettin Uşaklı

 

Sen bizim dağları bilmezsin gülüm,

Hele boz dumanlar çekilsin de gör

Her haftası bayram, her günü düğün;

Hele yaylalara çıkılsın da gör...

Abdurrahim Karakoç

 

En bakımsız, en kuytu bir bucağın,

Bence 'İrem Bağı' gibi güzeldir,

Bir yıkılmış evin, harap ocağın,

Şu heybetli saraylar bedeldir.

Orhan Serfi Orhon

 

Uzun zaman önce; dünya yaratılmadan, insanlar, dünyaya ayak basmadan önce, iyi huylar ve kötü huylar ne yapacaklarını bilemez vaziyette dolanıyorlarmış.

Bir gün, toplanmışlar ve her zamankinden daha sıkkın oturuyorlarken, Saflık, ortaya bir fikir atmış:

"Neden saklambaç oynamıyoruz?"

Hepsi, bu fikri beğenmiş ve hemen çılgın Çılgınlık, bağırmış:

"Ben ebe olmak ve saymak istiyorum, Ben ebe olmak istiyorum!"

Başka hiç kimse, Çılgınlığı arayacak kadar çıldırmadığı için, Çılgınlık bir ağaca yaslanmış ve saymaya başlamış, 1, 2, 3…

Çılgınlık saydıkça, iyi huylarla kötü huylar saklanacak yer aramışlar.

Şefkat, Ay'ın boynuzuna asılmış;

İhanet, çöp yığınının içine girmiş;

Sevgi, bulutların arasına kıvrılmış;

Yalan, bir taşın altına saklanacağını söylemiş ama yalan söylemiş, çünkü gölün dibine saklanmış;

Tutku, dünyanın merkezine gitmiş;

Para hırsı, bir çuvalın içine girerken, çuvalı yırtmış.

Çılgınlık, saymaya devam etmiş, 79, 80, 81, 82...

Aşkın dışında, bütün iyi huylar ve kötü huylar, o ana kadar zaten saklanmış.

Aşk, kararsız olduğu gibi, nereye saklanacağını da bilmiyormuş. Bu, bizi şaşırtmamalı; çünkü hepimiz, Aşkı saklamanın ne kadar zor olduğunu biliriz.

Çılgınlık, 95, 96, 97... 'ye gelmiş ve 100'e vardığı anda, Aşk sıçrayıp, güllerin arasına girmiş ve saklanmış.

Çılgınlık bağırmış "Sağım solum sobedir, geliyorum!" ve arkasını döndüğünde, ilk önce Tembelliği görmüş, o ayaktaymış, çünkü saklanacak enerjisi yokmuş. Sonra Şefkat'i, ayın boynuzunda görmüş ve İhaneti çöplerin arasında; Sevgiyi, bulutların arasında; Yalanı, gölün dibinde, ve Tutkuyu, dünyanın merkezinde, hepsini birer birer bulmuş, sadece biri hariç. Çılgınlık umutsuzluğa kapılmış, en son saklı huyu bulamamış, derken Haset, bulunamadığı için haset duyarak, Çılgınlığın kulağına fısıldamış:

"Aşkı bulamıyorsun, O, güllerin arasında saklanıyor."

Çılgınlık, çatal seklinde tahta bir sopa almış, güllerin arasına çılgınca saplamış, saplamış, saplamış, ta ki yürek burkan bir haykırma onu durdurana kadar. Ve haykırıştan sonra, Aşk elleriyle yüzünü kapayarak ortaya çıkmış, parmaklarının arasından, iki sicim gibi kan akıyormuş, gözlerinden.

Çılgınlık, Aşkı bulmak için heyecandan, Aşkın gözlerini, çatal sopa ile kör etmiş.

"Ne yaptım ben? Ne yaptım ben?” diye bağırmış. "Seni kör ettim. Nasıl onarabilirim?"

Aşk cevap vermiş, "Gözlerimi geri veremezsin. Ama benim için bir şey yapmak istersen, benim kılavuzum olabilirsin."

Ve o günden beri, Aşkın gözü kördür ve her zaman Çılgınlık yanındadır...

Fi zamandan kalan bir masal

 

(Adıyaman’a aşığım ve Çılgınlar gibi Sincik, Kâhta köylerinde, yaylalarında, derelerinde ve dağlarında dolaşıyorum)

 

 

·        Medeniyetten ve şehirden kaçış…

Şehirde kirlenen ruhumu Hopan köyünde temizlemek için yola koyuldum…

Arkama hiç bakmadım.

Gözüm hep ileride, dağların zirvesinde, köylerin ufuklarında oldu.

En son gördüğüm beton binayı gözlerimle yıkıp terk ettim şehri.

Bir daha hiç dönmeyecek gibi...

Şehrin “cendere” sinden Kâhta’nın “Cendere” sine kaçıyordum.

Şehrin zulmünden Nemrut’un zulmü altında inleyen köylere kaçıyordum.

Şehrin varoşlarından Kâhta’nın Arsemiaları’na koşuyordum.

Şehirde paşalar gibi yaşamaktansa, dağ köyünde bir çoban gibi yaşamayı yeğlerdim.


Alçaklığın, şerefsizliğin, yalanın, dolanın, riyakârlığın, sahtekârlığın, menfaatperestliğin, sevgisizliğin, merhametsizliğin, kin ve nefretin gölgesinde serinlemektense, sevginin ve merhametin sıcağında yanmaya razıydım.

İlk toprak yol, ilk meşe ağacı, ilk mavi gökyüzü, ilk pınar, ilk dağ, ilk rüzgâr, ilk koyun, ilk çoban, ilk çadır, ilk Fatma teyze, ilk Hasan dayı, ilk Kader, ilk bebek, ilk mısır ekmeği, ilk tırpan, ilk ahır, ilk tezek, ilk tarlayı gördüğüm anda sanki ilk sevgilimi, ilk aşkımı görmüş gibi gözlerim yaşardı, gönlüm hüzünlendi, yüreğim ferahladı.

Bir dostum, “Nedir sendeki bu depreşen dağ ve köy sevdası… Yoksa sen hâlâ Şirin’ini mi arıyorsun?” diye sorduğunda sanki bir doktor gibi konuşuyordu. Sahi o dostum doktor muydu? Yoksa bir ermiş mi?

 

Ey şehir! Adın yere bata! Yanın yere gele!

Ey şehir! Dinle beni!

Yuttuğun insanlar, yaşattığın insanlardan daha fazla!

Sefalet ve sefahatin, onuru ve şerefi alıp götürdü,

Zulmün, adaleti geçti,

Suçun ve günahın, sevabına galebe çaldı,

Karanlığın, ışığı bastırdı,

Gecen, gündüzünü kirletti,

Bedbahtlığın, saadeti silip süpürdü,

Fakirlik ve yoksulluğun, zenginlik ve asaletini bitirdi.

 

Neyden neye kaçıp neye sığınıyorum? Neyi arıyorum?

Şirin’in canı cehenneme!

İnsanlık onur, şeref ve haysiyetini arıyorum!

Şehirde kaybedilen değerleri köyde, dağda, derede bulmaya ve yaşamaya gidiyorum.

Nar-ı Diyar’ın badem gözlü insanlarını görmeye gidiyorum.

Köyüne kilometrelerce uzaklıkta, ıssız bir yaylada keçi sürüsünü otlatan 14 yaşındaki kız çocuğu, Çoban Kader’in yanına yoldaş olmaya gidiyorum.

65 metre yüksekliğindeki ağacın üzerindeki asmadan üzüm toplayan 65 yaşındaki Hasan amcanın elini öpmeye gidiyordum.

Güneş altında, tarlada mısır biçen Ceyda’ya yardım etmeye gidiyorum.

Su geverlerini tutarken türkü mırıldayan saka Yusuf’a eşlik etmeye gidiyorum.

Pekmez kaynatan Fatma teyzeye ait kazanın ateşini yakmaya gidiyorum.

Ceviz ve badem kıran,  tevekten üzüm bahçeden nar toplayan, sacda mısır ekmeği pişiren, arıcılık yapan, keklik avına çıkan, melengiç kurutan, meşe ağacı budayan, mısır toplayan Fatmaların, Hasanların, Ayşelerin, Mehmetlerin yani bütün Hopanlılar’ın, yani nam-ı diğer Ebu Zerler’in derdi ile dertlenmeye gidiyorum.

***********

·        Adıyaman… Ebu Zerlerin vatanı!

Nemrut’un zalimliğini, Ebu Zer-i Gıffari’nin zulme isyankârlığı ile dengeleyen şehir.

Ebu Zer… En zor zamanda gerçeği haykıran, iktidarlara yüz vermeyen, kimden gelirse gelsin bütün adaletsizliklere tek başına karşı savaşan, yalnız yaşayıp yalnız ölen efsane sahabe… Kompradorların yanında kaftanlı yaşamaktansa çöllerde aç gezen direnişin sembolü büyük insan. Devrimcilerin ilham kaynağı…

Adıyaman’da bu isim boşuna yaygın olarak kullanılmamaktadır. Adıyaman, bu efsanevi kahramanın sadece ismini değil ruhunu da yaşatmaktadır. Adıyaman ve Malatya sokaklarında modern Ebu Zerler yaşamaktadır.

Her türlü imkânsızlıklara, doğanın ve zamanın zorluklarına karşı direnen köylülerin asil duruşu, küreselleşmeye ve Protestanlaşmaya karşı direnişi Ebu Zer’in Adıyaman dağlarında yaşadığını göstermektedir.

Evet Ebu Zer yaşıyor. Hopan’da, Sincik’te, Kahta’da, Çelikhan’da, dağlarda, derelerde yaşıyor.

Selam olsun zamanın Ebu Zerlerine!

            ****************

Bağrında Nemrut ve Arsemia kalıntılarını, Cendereleri, kaleleri barındılar tarihi şehir… Asil ruhlu, çalışkan, temiz yürekli, samimi, dostane, sıcakkanlı, misafirperver, candan insanların yaşadığı müreffeh şehir…

Soluk benizli, sarı saçlı, mavi gözlü çocukların şehri…

 

Şifalı suların çağladığı pınarları,

Buğday tarlalarının çileli işçileri,

Keçi otlatan çocukları,

Baldan tatlı yaşlıları,

Vahşi ve acımasız doğanın küskün delikanlıları,

Kıl çadırda doğan bebekleri,

Keklik avına çıkan kocaları,

Sacda ekmek yapan kadınları,

Tarlada mısır biçen genç kızları,

Yaylada keçi otlatan kız ve erkek çocukları,

Keven kokan, dört tarafında keklik öten dağları,

Toprak evde, loğlu damlarda yaşayan köylüleri

ile

Gönlümüzde taht kuran komşu şehrimiz, canımız ciğerimiz Adıyaman!

Ve onun tatlı mı tatlı, şirin mi şirin Sincik ilçesi…

Ve onun da güzelliği dillere destan olan küçücük bir köyü; Hopan!

Yolculuk işte buraya, bu köye…

Haydi, Ya Allah!

**************

·        Büyük yolculuk başlıyor

“Esaret zinciri” ni kırdığımı ilan ettiğim gün bütün teknolojik, elektronik, lanetkolik bağlantılarımı kapatıp, “medeniyeti” arkamda bırakıp, soluğu Adıyaman’da, “medeniyetin” hiç uğramadığı bir dağ köyünde aldım.

Malatya’ya yakın bulabileceğim en vahşi köydü Hopan(Ğopan)…

Bu sefer yolculuğumuz, Sevgili kardeşim Şevket’in köyüne, ebesiz doğduğu, 6 yaşında keçi otlattığı, 15 kilometre mesafedeki yaylaya yaya yürüdüğü bir dağ köyüne olacaktı.

Uzun zamandan beri kafamızda planladığımız, uygun bir zaman bulunca hemen gerçekleştirmek istediğimiz gezinin vakti gelmişti.

25 Ağustos Cuma günü Şevket ile birlikte yola koyulduk.

Adıyaman’ın Sincik İlçesi’nin Hüseyinli bölgesinin Hopan (Ğopan) köyüne gidecektik. Bu köye giden birkaç yol vardı. Ancak biz Beydağlarının Güney kısmına düşen köye dağ yolundan gidecektik. Doğanşehir-Çelikhan-Adıyaman üzerinden gidecek olsaydık tam 230 kilometre yol alacaktık. Ancak şimdi Üniversitenin hemen bitiminden sonra sağ tarafa kaydığımızda 50 kilometrelik Halikan yoluna girecek ve köye ulaşacaktık.

Üniversite arkasındaki dağlara doğru kıvrım kıvrım uzanan dağ yoluna koyulduğumuzda, ilk defa göreceğim hiç bilmediğim bir yere değil de sanki kendi köyüme gidiyor gibiydim…

3 günlük bir dağ köyü gezisiydi bu…

Dağ deyince, köy deyince, tabiat deyince, pınar ve yeşillik deyince durmak mümkün mü?

Son bir yıl içinde yaptığım doğa gezileri, ömrün boyunca yaptığım toplam doğa gezilerden daha fazlaydı.

Bir kere bunun tadına varmıştım ya, kim davet etse hazırdım gitmeye köylerine…

Şevket, “Alişan abi eğer bizi de yazarsan, reklamını yaparsan, seni bizim köye götürürüm” dedi. “Benim doğup büyüdüğüm köy” diyordu ve öve öve bitiremiyordu. “Kaz dağları ne ki” diyordu, “Hele sen bizim köye bir gel, bayılırsın.”

Garibim. Her insana kendi köyü ne kadar da güzel ve tatlı görünüyordu. Herkes kendi köyünü dünyanın en güzel köyü kabul ediyordu. Haksız da değil. Çünkü ben de öyle sanıyordum. Gündüzbey benim gözümde dünyanın en güzel köyüydü.

************** 

·        Köyün yolunu şaşırdık

Şevket ve ben, iki kafadar arabaya atlayıp düştük Halikan yoluna… Üniversiteyi geçtikten hemen sonra sağa saptık, Sincik yoluna… Toprak yola.

Yol boyunca birçok macera yaşayacağımız ve epeyi malzeme toplayacağımız içime doğmuştu.

Garibim Şevket daha yolculuğun başında hata yapmaya başladı. Zaten onun günde 5 adet hata yapma hakkı vardı. Birini hemen yolculuğun başında kullandı. Köyüne giden yolu şaşırmış, benim ikazım üzerine doğru yola girmiştik. Dedim “Yahu Şevket, sen daha kendi köyünün yolunu bilmiyorsun!”

Biraz ileri gittik. Yol çatallaştı.

“Nereden gideceğiz Şevket?” diye sordum.

“Buradan ağabey” dedi

Gittik.

“Dur ağabey yanlış geldik, geriye döneceğiz” demez mi? Etti iki hata!

Dedim, “Şevket bu gidişle biz bugün köye varamayız, varsak da geri dönemeyiz.”

Neyse… Az gittik uz gittik. İlk eşeğimize rastladık. Resimlerde de göreceğiniz gibi eşek kardeş ile biraz sohbet edince moralimiz düzeldi. Ve akabinde tekrar yola koyulduk.

**********************

·        Naldöken yokuşu

3 günlük gezimiz boyunca birçok yokuş ve bayır çıkacaktık. Daha yolun başında, Malatya gözlerden kaybolmadan önce ilk yokuş yolumuza girdik. Mübarek Bab-ı Ali Yokuşu gibi dik ve sarptı.

“Naldöken Yokuşu” denilen bu bayırın anlamlı bir hikâyesi de var.  Eskiden yolculuk burada at, katır, eşek gibi hayvanlarla yapılıyormuş. Bu yokuş öylesine sarp ve çetinmiş ki hayvanların ayaklarındaki nalları bile döktürüyormuş. Bundan dolayı bu sarp yokuşa “Naldöken Yokuşu” denilmiş.

*******************

·        Ballık dere ve Uluköy

Yolumuz üzerinde birçok bölgeye ve köye rastlayacaktık. 60 kilometrelik toprak köy yolunu hiç durmadan gitseydik normal şartlarda 2 saatte alırdık. Ancak biz yolumuz üzerindeki her köye uğradık, her çadırda durduk, her hayvanla sohbet ettik, her katıra bindik, her pınardan su içtik, her çobanla her köylüyle sohbet ettik.

Şehirden uzaklaştıkça, dağların arasında kayboldukça, uzayıp giden toprak yol üzerinde ilerledikçe huzur katsayımız da o nispette artıyor, mutluluk hormonları harekete geçiyordu.

Çocuklar gibi şendik. Bayramda şeker toplamaya giden çocukların sevinci okunuyordu yüzlerimizde. Hele Şevket! Havalara zıplıyor, yerinde duramıyor, “Köyümüze az kaldı” deyip duruyordu. “Alişan ağabey köyümüze gitmek bambaşka bir duygu ama seninle birlikte buralara seyahat etmek daha bir başka!” diyordu. Garibimin sevinci ikiye katlanmıştı. Ben de onu sevindirdiğim için seviniyordum.

İnsanın doğduğu köye gitmesi baldan tatlıydı.

Ballık dere mevkiini geçtikten sonra ilk köyümüze uğradık.

*******************

·        Pınarlar… Pınarlar… Pınarlar

Şevket, tabir caiz ise pınarkolikti. Köyünü ve köyüne giden yolu anlatırken, gururla ve sevinçle söylüyordu: “Hele bir Uluköydeki pınarı görsen. Buz gibi, şifa gibi, ilaç gibi suyu var.”

Hakikaten de yol üzerinde sayısız pınarlara rastladık.

İlk pınarımıza Naldöken Yokuşu’ndan hemen sonra ulaştık. Beypınarı suyundan kana kana içtik. Buraya kadar bir sorun yoktu. Bu su bize köye gidene kadar yeterdi. Ne var ki Şevket her pınardan bana su içirmeye kararlıydı. Pınarları ile övünen Şevket’i kırmamaya özen gösteriyordum. İçtikçe içiyordum.

Şevket’e göre her pınardaki suyun tadı başkaydı. Hepsi de şifalıydı ve ilaç almaya gerek yoktu. Hastalıkları iyileştiriyordu. Mübarek, Ahmet Maranki’yi de geçti! Su içe içe karnım şişti, nerede ise patlayacaktım. “Yeter Şevket bu kadar zulüm yeter!” diye takıldım yol arkadaşıma…

********************

·        Köylülerle ilk temas, ilk mısır, ilk koyun sürüsü…

Uludere olarak adlandırılan bölge içindeyiz. Toprak yolda ilerlerken karşı yamaçta bir koyun sürüsü gördük. Sürünün hemen altında da bir köy evi. Mihmandarım Şevket hemen haritada yeri olmayan bu köyün ismini söyledi: Uzundere köyü…

Koyunları görünce sanki çocuklarımı görmüş gibi sevindim. Köy evini de görünce sanki saray görmüş gibi sevindim. Çobanı da görünce sanki evliya görmüş gibi sevindim. Doğrusu benim gözümde evliyaydı bu çobanlar, köylüler...

Araçtan inip “Aç kurtlar” gibi daldım koyun sürüsünün arasına… Tabii yemek için değil sevmek için, hasret gidermek için.

Çoban kardeşimiz (Faik Arkın) evin yakınındaki pınardan su getiriyordu. Şevket’in tanıdığı çıktı. Hemen Kürtçe konuşmaya başladılar. Tabii ben her zamanki gibi Fransız kaldım. Şevket benim hem mihmandarım, hem yol arkadaşım hem de tercümanımdı. Önce köylülerle çobanlarla Kürtçe hasbıhal ediyor, sonra bana tercüme ediyordu.

Bu sırada hiç Türkçe bilmeyen evin yaşlı kadını elinde kaynatılmış mısır ile bize doğru geliyordu. İlk köyün ilk ikramı burada gerçekleşti. Hopan köyüne gidene kadar bu mısırla karnımızı doyurduk.

*******************

·        Fotoğraf sorununu Şevket’le aştım.

Bölgeyi iyi tanıyan, Kürtçe bilen, bu yörenin çocuğu olan birisiyle gezmenin yolculuk boyunca çok büyük faydasını gördüm. En büyük sıkıntımız fotoğraf çekmekti. Kadınların ve kızların fotoğrafını çekmek o kadar kolay bir iş değildi. Yürek isterdi. Cinayet çıkardı. Bölge insanı bu konuda çok hassastı. Haksız da sayılmazlardı.

Ancak Şevket’in varlığı, edebi ve akıcı Kürtçesi işimizi çok kolaylaştırdı. Ben de zaten ayaküstü bir iki cümleyle dostluk kurup, insanlarla hemen kaynaşan bir yapıya sahiptim. Bölge insanı bize sonsuz güven duydu, samimiyetimize inandı.

Seyahat boyunca hiçbir zorlukla karşılaşmadım. Rahat çalıştım. Fotoğraf makinesinin deklanşörüne dokunmak bizim için bir risk olmaktan çıktı.

*******************

·        Ayşe Teyze ve Hürmer köyü

Uzundere köyünü arkamızda bırakıp yola devam ediyoruz.

Çok geçmeden yol üzerinde iki yaşlı kadınla karşılaştık. Aracımıza el kaldırdılar. Anladığımız kadarıyla bölgenin tanınmış araçlarından birini bekliyorlardı. İki yabancı ile karşılaşınca 70-75 yaşlarında olan Ayşe Teyze bizi tanımadığı için Kürtçe; “Vallahi bunlar beni kaçırır!” diyerek önce araca binmek istemedi.

Tabii burada yine kurtarıcımız Şevket devreye girdi. Bülbül gibi Kürtçe konuştu Ayşe teyzeyle…

Ayşe teyze utanarak, elindeki bastonla uzaktaki bir köyü işaret etti: “Beni şu köye bırakın”

Hürmer, Ayşe teyzenin kaldığı köy… Oraya vardığımızda, Ayşe teyzeyi araçtan indirip evine teslim ettik.  Bizi gören kızlar, kadınlar, çocuklar merak dolu bakışlarla etrafımızda toplandılar

 “Hürmer” demek erkek işkembesi demekmiş. Köyün efsanevi hikâyesine göre, geçmişte kavgalar olmuş, kavgada birçok erkek öldürülmüş… İsmini oradan alıyormuş.

********************

·        Aksu (Avısıpi)

Yol üzerinde, Adını Aksu köyünden alın Aksu deresi ile karşılaştık. İki dağın birleştiği noktadan akıp gelen ve yol üzerindeki köprünün altından akıp giden Aksu suyu Malatya ile Adıyaman arasında kavgaya da sebep olmuş. Nemrut’tan sonra iki şehir arasındaki en önemli anlaşmazlıklar biri Aksu suyu…

Rehberimiz Şevket’in anlattığına göre, Malatya’ya 30-35 kilometre uzaklıktaki bu suya Malatya talip olmuş. Malatya Belediyesi, Aksu suyunu, şehrin artık yetersiz kalan içme suyuna takviye yapmak istemiş…

Kürtçe ismi “Avısıpi” olan Aksu’yu –zamanımız müsait olmadığı için- karşıdan görüyoruz. Bir dere büyüklüğünde köpük köpük kar gibi beyaz bir su. Rehberim Şevket Başıbüyük; “İki şehri birbirine düşüren su” diye ifade ediyor. Her ne kadar Adıyaman Sincik İlçesine bağlı ise de civar köyler alış verişlerini daha yakınlarındaki Malatya’da yapıyorlarmış.

Avısıpi tüm Malatya’ya hayat verecek kadar – Gündüzbey suyu gibi olmasa da- güzel bir su…

****************

·        Malatya’daki Adıyamanlı ünlüler

Yol boyunca Malatya’da birçok tanıdık ve Türkiye’de birçok ünlü insanların köyünden geçiyorduk. Sevgili dostum Şevket beni sürekli bilgilendiriyordu. Bölgeyi çok iyi bilen bir rehber eşliğinde gezmenin gerçekten tadına doyum olmuyordu.

Malatya ile Adıyaman arasında, tam sınırın ortasında Budağ köyüne uğradığımızda Şevket kardeşimiz birden heyecanlandı, “Biliyor musun Alişan abi, burası Ramazan Keskin Hocamızın köyü” dedi.

“Bilmiyorum, yeni öğrendim” dedim.

Biraz daha gidince bu sefer Ramazan Kayan Hoca’nın köyü Alikan ile karşılaştık. Daha ileride Kızılay Şube Başkanı Dr. Ali Yalçın’ın köyü Senger… Sincik’e giderken yol üzerinde sevgili çırağım Necdet Akboğa’nın köyü Bürümşe (Hodri) bizi bekliyordu. Televizyoncu değerli hocamız Abuzer Aydın’ın köyü de Çavçük idi. Diğer bir çıraklarımdan, kendisine Basın Yayın Müdürlüğü görevini verdiğim! Cemal Aslan’ın Gerger’deki köyüne ise sadece uzaktan bakabildik.

Bu arada Recai Kutan’ın Kotan köyünden de geçtik.

Tabii ki bölgede tek söz sahibi olan ve ismini en çok duyduğum, bölgede adeta yaşayan efsane olan Dengir Mir Mehmet Fırat… Herkes O’nu konuşuyordu. Dengir Mir Mehmet Fırat gerçekten de bölgeye mührünü vurmuştu. Kimileri onun hizmetlerinden, kimlileri ağalığından, kimileri zulmünden, kimileri yardımseverliğinden bahsediyordu. Dengir Mir Mehmet Fırat, Sincik ve Kâhta ile adeta özdeşleşmiş bir isim… Artısı ve eksisi ile günahı ve sevabı ile bir Dengir Mir Mehmet Fırat gerçeği vardı bölgede…

*********************

·        Türkdağı

Yolu yarılamıştık galiba… Bu sırada tam karşıda heybetli bir dağ belirdi.

Boz toprağı ile dikkat çeken yörenin en büyük dağı… Hangi yöne ne kadar giderseniz gidin gözden kaybolmuyor, en yüksek tepe olarak her taraftan görünüyordu.  Karşıdan baktığımızda sanki bütün dağların ağası gibi duruyordu.  Programa göre ertesi günü o dağın eteklerine kadar tırmanacaktık.

Dağ hakkında bölge halkı arasında bir çok efsaneler anlatılıyor. Mehmet Mir Dengir Fırat dağı turistlere tanıtmak için ta zirveye kadar yol yaptırmış…

****************

·        Kürtçühan

Bir tepeyi aştığımızda tam önümüzde gözün alabildiği kadar bir ova uzanıyordu. Burası “Kürtçühan” afet bölgesiydi. Aynı zamanda bir dere yatağı… 1956 yılında büyük bir sel gelmiş ve buradaki yerleşim birimlerini önüne katıp götürmüş, yüzlerce insan boğulmuş… Şimdi burası çevre köylerin yazlık olarak kullandıkları bir mera haline dönüşmüş.

Katır sırtında bir köylü ile karşılaştık. Hodri köyünden geliyormuş. Necdet Akboğa’nın amcası Yusuf Akboğa imiş. Bize bu yörenin acıklı hikâyesini anlattı.

Şevket’in ifadesine göre bu mekânda felakete uğrayanlara devlet Malatya’dan “Afetevler” de yer vermiş, mekân tanımış…

****************

·        Kıl çadırda hayat!

Ta uzaktan nokta büyüklüğünde siyah kıl çadırlarını seçmek mümkündü. İlk kıl çadırı gördüğümde müthiş heyecanlandım.

Kıl çadırın içini, dışını, yaşam biçimini ve insanlarını anlamak o kadar da kolay değil…


Neden? Neden çadırları küçük görürsünüz?

Kaddafi çadırda yaşamıyor mu?

Peki ya Osmanlı İmparatorluğu ve daha birçok devlet nerede kuruldu?

Cengiz Han, büyük imparatorluğunu çadırdan yönetmedi mi? Çadırdan çıkıp Pekin’i yakıp yıkmadı mı?

Birçok peygamber çadırda yaşamadı mı?

Birçok ünlüler çadırda doğmadı mı?


 

Saraylarda, köşklerde, villalarda, konaklarda bulamayacağınız birçok değerleri çadırlarda bulursunuz. Köylünün evidir orası, hanesidir, yüreğidir. Her şeyi orada gizlidir. Acısı, sevinci, tasası, dini, imanı, aşkı, sevgisi her şeyi çadırdadır.

Yağmurlar çadırın üzerine çiselerken, topraktan yapılmış ocakta meşe odunu çatırdarken, yorganın altında ısınırken dünyanın en güzel rüyaları burada görülmez mi?


Ah çadır! Dünün bilge kahramanları devlet kurarken çadırlarda, bugünün cüce beyinlileri kocaman saraylarda evlerde aileleri üzerinde bile iktidarı kuramıyorlar.

Korkarak biraz da ürkerek yanaştık kıl çadırına… Şevket’i bir akıncı gibi, öncü bir kuvvet gibi önden gönderdim… Kürtçe muhabbet kapıyı aralayan ilk sırrımızdı. 13-14 yaşlarında bir kız çocuğu vardı sadece çadırda… Anne nerede: Su getirmeye gitti. Baba nerede: Keklik avında… Kardeşler nerede: Tarlada çalışmada… 


Anne yuvanın tehlikede olduğunu hissetti, elinde su kabı ile nefes nefese koşarak ulaştı çadıra… Öteki komşu çadırda 12 yaşlarında bir erkek çocuk çıka geldi.

Çadırın içinde tavuk, dana, keçi insanlarla beraber yaşıyordu. Fotoğraf çekerken çadırın içinde bir şey dikkatimi çekti. Aaaa olamaz! Bir baktım beşik! İçinde de 3-5 aylık Esmanur bebek! Aman Allah’ım! Çadırda bir bebek!

Yanı başında da bir dana!

İşte çadır hayatı! Ne muhteşem bir manzara!

Ne kadar otantik ve çevreci!


**************

·        Meşe ağacına çıkan keçi ve Alıç…

Anlatsam inanmazdınız. Ama objektifler yalan söylemez.

Keçi sürüsü ve bir kadın çobanla karşılaştık. 25-30 civarında keçi yayılıyor bayırda… Ama uyanık keçilerden biri bir insan gibi meşe ağacına tırmanmış dalların yapraklarını yiyerek karnını doyuruyor.


Ağacın tepesinde bir keçi görmek, karşılaşacağımız en güzel görüntülerden biriydi… İşimiz rast gidiyordu, malzeme boldu. Keçi kardeş yaprakları iştahla yerken, ben de iştahla fotoğraf çekiyordum.

Yöre yemişenler yönünden bir hayli zengindi. Ne tarafa dönsek, yiyebileceğimiz bir dağ yemişeni ile karşılaşıyorduk. İşte onlardan biri ve en güzel dağ yemişeni olan Alıç ile karşılaştık. Sıra sıra dizilmiş alıç ağaçları iştahımızı kabarttı… Dikenlerine aldırmadan toplamaya başladık. Bu sırada Hacı, Celal, Yılmaz isimli çocuklar da bize katıldı. Yörenin esmer tenli, yırtık ayakkabılı, güler yüzlü çocukları bize avuç dolusu alıç yaptılar.

Bu arada keçileri otlatan kadın çoban da alıç ağacından kopardığı bir dal alıcı bana hediye etti. Şevket dedi ki, “Neden ben değil de sen!”

Üstelik Şevket bu yörenin çocuğuydu, Kürttü, benden daha gençti ve yakışıklıydı.

Soru can alıcı bir soruydu. Cevabı verilmedi.


*****************           

·        Yalnız oturan bir kadın

Kıl çadırlarla donatılmış Kürkçühan bölgesini baştan sona büyük bir zevkle geçtik. Bölge biter bitmez, bir sarp yokuştan tırmanırken ileride, uzakta tepenin üstünde, bir kayaya oturmuş kadın silueti gördüm.


Dedim “Şevket bu manzarayı kaçırmayalım.”

Kadının oturduğu yerden geniş bir açı görünüyordu ve muhtemelen kadın oturduğu yüksek tepeden, kim bilir belki de bütün hayatının geçtiği, ömrünü tükettiği alana bakıp hüzünleniyordu.


Hiç Türkçe bilmeyen kadının içinden ne geçiyor, bunu dışarıdan bakarak anlamak mümkün değildi. Derin düşüncelere dalmıştı.

Her zamanki gibi Şevket yanına giderek isteğimizi bildirdi. Tek derdimiz vardı. Bir kare fotoğraf almak… Kadının yüz hatlarından ve hareketlerinden buna razı olmadığını anladım. Sonra Şevket babasını hatırlatıp ve bundan 12 yıl önce vefat ettiğini söyleyince birden kadının kararı değişti. Buyrun oturun konuşalım, dedi.

65-70 yaşlarında tam bir Osmanlı kadınıydı. Yüzü hiç gülmüyordu. Ağırdı ve zaman zaman objektiflere ters bir şekilde bakıyordu. Kerhen izin vermişti.

Fotoğraf çektirmek buradaki kadın ve kızların korkulu rüyası idi. Çok ayıp karşılanıyordu.

******************

·        Sırot Köyü… Fatmalardan biri…

Artık köye çok yaklaşmıştık. Hava da kararmaya başlamıştı. Konaklayacağımız köyden bir önceki köye vardık. Komşu Köy Sırot… Şevket’in dayıları, amcaları ve yeğenleri yaşıyor bu köyde. Artık buralar Şevket’in iktidar alanına giriyordu. Herkes tanıyordu Şevket’i buralarda…

Sırot’a girer girmez bizi bir kıl çadır karşıladı. Hemen onun altında sırayla dizilmiş 8 çadır daha…

Kıl çadırlar daha önce yüksek dağlarda imiş. Havalar biraz soğuyunca oralardan inmişler. Bir iki hafta sonra da evlerine taşınacaklarmış.

İlk çadıra giriyoruz. İki genç kız, biri esmer diğeri sarışın sacda ekmek pişiriyor. Biri açıyor biri sacda pişiriyor.

Bir muhteşem manzara daha… Dedim ki kendi kendime artık bu çadırdan çıkmam. İçim içime sığmıyor, çok seviniyordum. Aradığım, hayalimdeki bütün köy manzaraları daha yoldayken bir bir karşıma çıkıyordu.

Hava da güneşli, pırıl pırıldı. Dedim ya, bütün yolculuğu kendimiz ayarlamaya çalışsak ancak bu kadar olabilirdi.

Hemen ekmek pişiren kızların yanlarına gittim. Biraz daha fütursuz ve cesur bir şekilde… Şevket’in akrabaları olmasa bu kadar pervasız ve korkusuz olmazdım.

Kızlar önce kaçmak istediler, sonra yüzlerini sakladılar, sonra da boyunlarındaki yazmaları sadece gözleri açıkta kalacak şekilde başlarını tamamen kapattılar. Ne yapsınlar biçareler, bizi sahten erkek sanıyorlardı.

Hâlbuki biz şerli insanlar değildik. Bizden kimseye zarar gelmezdi. Bu yaşa geldik kime ne dedik. Sicilimiz tertemizdi. Ama bunu dağdaki kadınlar, kızlar nereden bilsinler.

Bizden önceleri şeytan görmüş gibi kaçıyorlardı. Sonra Şevket’ten dolayı bize aile büyükleri ilgi gösterince olayın bütün şekli şemalı değişiyordu.

Şevket’i iyi tanıyan (akrabası olan) bir yaşlı kadın tereyağı ikram ediyor bize… Sımsıcak, sacın üstünde yeni indirilen ekmeklere yörenin doğal otlarıyla beslenen hayvanların (keçi, inek, koyun) yağını sürüyoruz. Sonra ayran ve çökelek…

 Hemen yanı başımızda iki Fatma’nın, çakır gözlü kızların, gelinlerin sacda açtığı sıcak ekmekler… Sırot Köyü’nü sevmemek elden değil…

Hele ekmeği yapan Fatmalardan biri vardı ki, hem utanıyor hem de benim ekmeği sacın üzerinde çevirirken elimi yakmama katıla katıla gülüyordu. Belki de hayatlarında ilk defa bir erkeği karşılarında sacda ekmek çeviriyorken görüyorlardı.

Bu arada Şevket de devamlı fotoğraf çekiyordu. Zavallı Şevket, akşam köye vardığımızda benden bu fotoğraflar yüzünden epeyi azar işitecekti.

10’larca çektiği fotoğrafların arasında,  Fatmalar’dan sarışın olanın bir tane cepheden, yüzü tam olarak görünen bir pozuna rastlamadık.

Artık iş işten geçmişti. Ertesi günü aynı çadıra gidip tekrar fotoğraf çekmek, bu mümkün olamazdı, Şevket’in akrabaları da olsa…

************

·        Ve…Hopan/Ğopan

Artık güneş battı, hava karardı…

Korktuğumuz başımıza gelmişti. Geri kalan en zor yolu karanlıkta alacaktık. Bir yandan da ev sahiplerinin bizi merak ettiğini düşünüyor, buna da moralimiz bozuluyordu. Çünkü çok geç kalmıştık. Ev sahiplerini merakta bırakmaya hakkımız yoktu. Şoför bendim ve yolun yabancısıydım. Yol çok kötü olduğu için muhtemelen ev sahipleri merakta kalmış olabilirlerdi.  Buna da sebep bizdik. Köye gelirken yolda gereğinden fazla eğlenmiş, çok zaman kaybetmiştik. Yola çıkalı tam 5 saat olmuştu. Yani 45 kilometrelik yolu 5 saatte almıştık.

Sırot’tan ayrıldıktan sonra zorlu parkura giriş yaptık.

Binlerce metre yükseklikteki uçurum kenarlarında, dik ve sarp bir dağ yolundan ağır ağır aşağı inmeye başladık. Aşağıya bakmak mümkün değil, zaten karanlıkta aşağılar zar zor seçiliyordu. Keskin virajlar insanın yüreğini ağzına getiriyordu.

Şevket bildiği bütün duaları okuyor, her beş dakikada bir euzu besmele çekiyordu. Arada bir bana dönüp, “Ne olursun Alişan abi aşağı bakma!” diye yalvarıyordu.

Şevket’in köyü en aşağıdaydı. Köyün en aşağıdaki evi de Amcasının eviydi. Yani inebileceğimiz en aşağıya inecektik. Yolu yarıladığımızda kendime güvenim arttı. Artık keskin viraz ve dik inişler azalmıştı. Zorluğu atlatmış biraz rahatlamıştık.

Nihayet Ğopan’a ulaştık. Aracımız toz duman içinde, kendimiz de tanınmayacak haldeydik.

Aracı sağa çekip, çalılıkların kenarına park ettim. Sinyal verip korna çaldım. Ev, yolun altındaydı ve yaklaşık 50 metrelik bir yürüme mesafesi vardı. Birazdan el feneri ile bir karartı belirdi. Bu gelen Şevket’in amcası oğlu Ramazan’dı. Malatya’da oturuyordu. Buraya bayram dolayısıyla gelmiş ve daha gitmemişti.

Eşyalarımızı indirip aşağı indik. Evin damında Şevket’in amcası merak içinde bizi bekliyordu. Zavallı amcamız çok korkmuştu. Ve 3 gün boyunca misafir olarak kabul göreceğimiz odaya alındık.

·        Yazar Şevket Başıbüyük’ün doğduğu köy

Vahşi doğa şartlarının acımasızca hüküm sürdüğü bir köydü. Topu topu şimdilik 10 haneydi. Daha önce 25 hanesi vardı. Her yıl bir ev azalıyor, herkes Malatya’ya göçüyordu. Kala kala 3-5 yaşlı kalıyordu.

Şimdi içinde konakladığımız ev; oldukça yüksek, dik, sivri, üzerinde birkaç meşe ağacının bulunduğu, ama keklik seslerinin hiç eksik olmadığı vahşi dağların etrafını sardığı dere kenarında bir evdi.

50-60 yıl önce yapılmış bir köy evi.

Şevket Başıbüyük burada dünyaya gözlerini açmış.

“Dev burada doğdu. Hem de ebesiz” diyordu iç çekerek Şevket. Biraz da esprili bir şekilde… “Bu köyden büyük bir yazarın çıkacağını kim bilebilirdi” diyordu Şevket gururla ve mizahi bir tavırla.

Büyük mü küçük mü bilmiyorum ama 5 tane kitap yayınladığını, bir o kadar da yayıma hazır kitap yazdığını biliyordum. 4 tanesini de okumuştum. Yazardı tabii…

Ama bana kalırsa, kendi hayatı romanlarından daha değerli. Zaten kendi hayatı bir roman gibi Şevket Başıbüyük’ün… Bilenler bilir. Şevket’in hayatı ve ailesi bir mucize… O’nun hayatı beni romanlarından daha çok heyecanlandırmıştır.  Yazdığı kitaplarla değil ama hayatı ile övünmeli.

Yazarlıktan ve kitaplarından para kazanmamıştır ama birçok bela kazanmıştır. Başı beladan hiç eksik olmamış garibimin… Soyadı da tam hayatını yansıtıyor. Başıbüyük!

Gerçekten de başı, öyle böyle değil, çok büyük!

Fikirlerinden dolayı otuz üçünde idamla yargılanmış ender insanlardan Şevket Başıbüyük…

***************** 

·        Türkiye’nın acı gerçeği: Göç

Ğopan (Hopan) Kürtçe bir isim. Türkçe karşılığı, harap olmuş demek. Türkiye’deki köy gerçeği “Harap olmuş” bu köyde de karşımıza çıktı. Ev sayısı azalıyor, genç nüfus şehre göç ediyor, verimli araziler yavaş yavaş yok oluyor, hayvancılık ve tarım bitme noktasına geliyordu.

Şehre gelin gitmek, köydeki genç kızların rüyasını süslüyordu. Köyün gençleri, mümkünse askerlikten önce, mümkün değilse askerden sonra Malatya’ya kaçmayı kolluyordu.

Köy ve şehir nüfusu arasındaki denge köy aleyhine sürekli değişiyordu. Bu bir sosyal felaketti. Bunun önü alınmadığı takdirde köy ve taşra kavramı bitecek, zaten giderek çarpıklaşan toplumsal hayatın sonu gelecekti.

Kıyamet alameti arıyorsanız, bundan daha belalısını bulamazdınız. Göç Türkiye’nin önündeki en büyük acı gerçekti.

Hasan amcanın 4 kız, 6 erkek toplam 10 çocuğu vardı ve hepsi de köyden kaçmış, şehirlerde yaşıyorlardı. Köyün diğer 9 hanesinde durum Hasan amcanın evinden farksızdı. Diğer köylerde de köyden şehre göç hızla devam ediyordu.

Bu gidişle 40, belki 30 yıl sonra bilhassa Doğu ve Güneydoğu’da köy diye bir şey kalmayacaktı.

Ben bunların yerine size Hasan amcanın ne kadar tatlı, sevecen, karakterli, yüksek asil ruhlu, misafirperver bir şahsiyet olduğunu anlatacaktım.

Köyün incirini, narını, mısırını, üzümünü, balını, şeftalisini, pekmezini, cevizini anlatacaktım. Dağlarda yetişen melengicinden bahsedecektim. Moralim bozuldu. Derin bir ah çektim.

Yemeği yedikten sonra yataklarımız erken serildi. Zaten yorgunduk ve erkenden kalkacaktık.

*****************

·        Gecenin beyazı…

Narıyla, üzümüyle, bademiyle, alıcıyla, melengiciyle, balıyla, ceviziyle ünlü Hopan’da, vahşi ve sarp dağların eteğinde, dere kenarında, eski bir dağ evinde, Şevketlu Padişahımızın (bu tabir bana ait) amcası Hasan Dayının misafir odasında uykuya dalmak için gözlerimi yumdum.

Derenin sesi gecenin sessizliğini bozuyordu. Serin ve temiz havasını ta içime çekmek için, ev sahibine hissettirmeden sanki hırsızlık yaparcasına odasının tahta pervazlı penceresini usulca araladım.

Gecenin karanlığında ay bir güneş gibi parlıyordu. Elimi uzatsam sanki tutacak gibiydim. Dut ağaçlarının dalları arasından sızan ay ışığı pencereden usulca odaya sızıp yüzüme vuruyordu. Şevket’in uyurken çıkardığı horlama sesleri, ağaçların yaprak hışıltılarını bastırıyordu.

Yorgundum ve uyku gözümde tütüyordu. Mamafih tabiatla aramdaki ünsiyeti, vecd halini uykuya feda edemezdim. Geceyi büyük bir hayranlıkla, kendimden geçerek seyre daldım.

Ay ışığı, derenin sesi, yaprakların hışıltıları öyle uyumlu bir şekilde, raks eder gibi, düzenli ve namütenahi ritim tutturmuşlardı ki, kalbim büyük bir şükranla dolup taştı, Kâinatın Bestekârı’na karşı…

Şehirde ağır bir trafik kazası geçirmiş, sonra yüksek dağların çepeçevre sarmaladığı bir köy odasında yoğun bakıma alınmış gibi hissettim kendimi… Damarlarımdan enjekte edilen manevi serumun etkisiyle yavaş yavaş gözlerimi açıyor ve nerede olduğumu anlamaya çalışıyordum.

Yanılmıyorsam hayattaydım, bir dağ köyünde, Hasan amcanın evindeydim. Aklım yerindeydi. Uyandığımda, uyuduğumu anladım.

“Görev vakti” gelmişti. Şevket, gün ağarmadan beni kaldırdı.

**************

·        İkinci gün: Pekmez kaynıyor.

Sabah uyandığımda odada kimse yoktu. Kalktım ve dışarı çıktım. Akşam karanlığında göremediğim köyü ilk defa gördüm. Yemyeşil bir vadinin içinde bir tek ev… Her taraf meyve ağaçlarıyla kaplı… Üzüm, nar, dut, asma, envai türlü meyve ağaçları... Bilhassa nar dikkati çekiyor.

30-40 metre ileride dere akıyordu. Gece bana ilham kaynağı olan dere buydu demek.

Ev halkı erkenden kalkmış, pekmez kaynatıyordu. Kazanların altı gürül gürül yanıyordu. Şevket, Hasan Amca ve Ramazan dışarıda pekmez yapan evin kadınlarına yardım ediyorlardı.

Onlar çalışır da ben boş durur muydum? Bir yandan kepçe ile kaynayan üzüm suyunu kontrol ediyorum, kazanın altını yakıyorum, etrafa emirler veriyordum. Hâlbuki sizin de tahmin ettiğiniz gibi bunların hepsi senaryoydu. Ne anlardım ben pekmez yapmaktan! Pekmez yapmak şöyle dursun, doğru dürüst pekmez yemesini bilmiyordum.

Eğleniyordum işte kendi kendime! Ev halkı da benimle eğleniyordu. Gülüyorlardı bana!

******************

·        Çağlayan (Körük Köyü)

Sabah kahvaltıdan sonra köye ilk seyahatimiz/gezimiz karşı dağın eteğinden yer alan Çağlayan Köyü oluyor. Kürtçe Körük Köyü olarak bilinen Çağlayan 7 hanelik bir köy. Köyde, hali vakti yerinde olan iki evli Mehmet Dikmen bizi karşılıyor. O yörenin belki de Adıyaman’ın en yaşlı çınarı var Körük Köyünde… 10 çocuk babası Mehmet Dikmen’in verdiği bilgilere göre çınar en az 500 yıllıktı.

Geçim kaynağı hayvancılık olan bu köyde gençler hep Malatya, İstanbul gibi şehirlerde çalışıyorlarmış.

Çınar ağacının altında oturduk. Hava güzel, mekân güzel, insanlar güzeldi. Dertleşmek için her şey mükemmel, ortam müsaitti.

Bu insanlar, bizlere sadece evlerinin kapısını değil, gönül kapısını da açmışlardı. Misafirlere karşı olağanüstü saygı, sevgi ve ilgi gösteriyorlardı. İkram konusunda adeta birbirleri ile yarışıyor, ellerinde avuçlarında, evlerinde neleri varsa misafirlerine sunuyorlardı. 

Dertler aslında ortaktı. Köylerin sorunları üç aşağı beş yukarı aynıydı. İhmalin ve fakirliğin bedeli bu köylere pahalıya mal oluyordu. Doğa şartlarının alabildiğine zorlaştırdığı hayata devletin çok az katkısı vardı. Hayat zordu. Köylüler şaşkın, çaresiz, biçare, umutsuzdu.

**********

·        Meşe ağacının başında…

Körük köyünü geride bıraktık. Yolda meşe ağacını budayan gençlerle karşılaştık. Dik yamaçlarda ağaçların tepesinde budama yapmak son derece heyecan verici, ama o nispette de tehlikeliydi.

Meşe ağaçlarının dalları budanıyor, yüksek yerde istif ediliyor, kışın hayvanlara yem olarak veriliyordu. Fakirlik ve imkânsızlık köylüleri bu yola mecbur ediyordu.

Ben de yamaca tırmanıp bir ağacın tepesine çıktım. Elime derheyi alıp meşe ağacının dallarını budamaya başladım. (Buduyormuş gibi yapıyordum)

Ağaçta inişte küçük bir kaza geçirdim. Ellerimde sıyrıklar oluştu. Bu benim kaderimdi. Bütün gezilerde inişte kaza geçirirdim. Maşallah burada da eksik olmadı.

**********************

·        Sırot Çeşmesi

Şimdiki durağımız Sırot çeşmesiydi. Malatya’dan geliş sırasında bu köye uğramış ve çadırda ekmek pişirmiştik.

Bu çeşme Sırot Köyünün en meşhur çeşmesiydi. Kasabadan, ilçeden gelen üst düzey misafirler bu çeşmenin başında kuzu etleriyle ağırlanırmış. Tabi bizi ağırlayacak birileri olmadığı için… Sırf suyundan içmekle yetindik.

Yörenin gelinleri, kızları ve kadınları bu çeşmeye sık sık su getirmek amacıyla uğrarlardı. Biz hep filmlerde görürdük. Köyün delikanlıları, su doldurmaya gelen kızları çeşme başında beklerlerdi. Burada da iki delikanlı gördüm. Köyün bekçisi edasıyla sordum: “Ne arıyorsunuz burada?” Gençler utandı. “Hiç, sadece oturuyoruz” demekle yetindiler.

*****************

·        Mısır tarlaları ve Kreman yaylası

Sırot’un en önemli gelir kaynağı mısırmış… Köye en yakında mısır tarlasına gittik. Kadınlar, kızlar, yaşlılar, gençler hep birlikte harıl harıl çalışıyor, mısır biçiyorlardı. Mısır unu yapacaklar ve kışın ekmek olarak yapıp yiyeceklerdi.  

Kreman Yaylasın’a Şevket’in ısrarlı talebi üzerine çıkıyoruz.  O Yörenin yazlık merası. Kıl çadırlarının küme küme sıralandığı bir yayla. Ancak çıktığımızda hiçbir çadır göremiyoruz. Zira havaların soğumasıyla herkes ovaya inmiş.

O yaylanın en tepesine çıktığımızda, çok uzaklarda Karlık dağı görünüyordu. Geçen Mayıs ayında Karlık dağına çıkmış ve Porga köyünü ziyaret etmiştik.

İnişte Kreman çeşmesi olarak adlandırılan yörede bir sürü gördük. Köyün çobanı oğluyla birlikte sürü otlatıyordu. Biraz dinlendikten ve çeşmesinden buz gibi suyu içtikten sonra yola koyulduk.

*******************

·        Kader: Üzüm gözlü, efsunlu bakışlı çoban kızı

 

Issız yayladan aşağıya doğru inerken, ismi Kader olan, kaderi de çobanlık olan 14 yaşındaki bir kız çocuğu ile karşılaştık. Kırmızı entarili, lastik ayakkabılı, üzüm gözlü, ürkek bakışlı Çoban kız 40’a yakın keçinin bulunduğu bir sürünün başındaydı.  Keven otlarının dileklerine dolana dolana ayaklarında yaralar ve kan izleri vardı.

Efsunlu bir hali vardı. Sanki ermiş bir kızdı. Sadece sorduğumuz sorulara cevap veriyor, çok az konuşuyordu. Aşağı köylerden birinde oturuyordu. Köyden çok uzakta, bu ıssız yaylada tek başına sürü otlatan Kader’in kaderi gerçekten yürek sızlatıyordu. Her an her şey başına gelebilirdi. (Allah korusun!)

Okulda, dersin başında olması gerekirken nasıl olur da tek başına bu ıssız dağlara gönderilirdi. Köy hayatının acımasızlığı kimseyi ayırt etmiyordu.

Önce bizden kaçmaya çalıştı, bütün köy kızları gibi… Bir ürkek keklik gibi havalanarak uçacaktı sanki… Dağlarda özgürce uçan ve musikili ötüşü gönülleri coşturan kınalı keklikten farkı da yoktu zaten! Ancak,  Hasan amcanın Kürtçe konuşması onu bulunduğu yerde tutmaya yetmişti.

Yürekleri delen bir bakışı vardı. Objektifler bu bakışı yakalarken, çok önemli bir belgenin altına imza attığımın daha o zaman farkına varmıştım.

Kader’in kaderi sadece bu dağlarda keçi otlatmak değildi. Akşamüzeri eve varacak, ahıra inecek, hayvanların yemini verecek, odun kıracak, damdan mısırları indirecek vs. Köy hayatının bütün gereklini yerine getirecekti. 14 yaşında omuzlarında büyük bir yük vardı.

Aslında Kader, köylerimizde aynı kaderi paylaşan bütün Kaderleri temsil ediyordu. Ne yapabilirdik? Elimizden ne gelirdi?

Köylerde ayakta kalmak, eve akşam ekmek götürmek bir hayli zordu. Kader’in babası kızını dağa göndermek zorundaydı. Bütün köydeki kızlar, daha küçük yaşta bütün işleri görmeye alışık halde yetiştiriliyorlardı. Erkeklerin, hem de büyük yaştaki erkek çocukların, delikanlıların yapacağı görevler Kaderlerin omzuna yükleniyordu.

Türkiye’nin kaderiydi mi bu…

Ağlayacaktım. Zor tuttum kendimi.

İşte Kader’in fotoğrafı… Bakın ve sizler monitörleri başında bu tarihi belgeyi seyrederken, ister ağlayın, ister kızın!

 

·        Tekrar Sırot ve kıl çadırlar…

Yayladan tekrar Sırot köyüne döndük. Ama aklım hala Kader’deydi. Kaderin o masumane bakışı, o bir nevruz gibi süzülen endamı gözlerimin önünden hiç gitmiyordu. Köylere ve dağlara yaptığım gezilerin en çarpıcı görüntüsünü, en can alıcı manzarasını oluşturdu Kader… Gezilerimin dönüm noktasını oluşturdu. Beni derinden sarstı Kader… O’nun etkisiyle tekrar Sırot çadırlarına girdik. Sırayla dizili 8 çadırı, ilk gün akşam karanlığına kaldığımız için gezememiş, bugüne bırakmıştık.

Çadırlara doyamamıştım. Bu seferki çadırlarda çocuklar ve genç kızlar çoğunluktaydı. Evin erkekleri ve delikanlıları ya keklik avında ya da tarlalarda çalışıyorlardı. Hasan amca yanımızda olmasaydı, çadırların içine girmek şöyle dursun yüz metre yanına bile yaklaşamazdık.

Çadır komşuları bir çadırda toplanmış, pastalarını yapmışlar çaylarını demlemişlerdi. Bizi çadırda çay içmeye davet ettiler. Ancak bu davete, kibar bir şekilde olumsuz cevap verdik. Çocukları sevdik, gen kızlarla ayaküstü biraz sohbet edip ayrıldık.

******************

·        Hürrük Köyü, komşu gezileri, üzüm bahçesi ve Hopan deresi

Her ne kadar ismi size “Yörük” gibi bir çağrışım yapsa da ismi Hürrük… Ne anlama geliyorsa Kürtçe.. Orada bir sünnet düğünü var. Hasan Amca (davetli olduğu için) bizi de götürüyor beraberinde… Beklediğimiz ilgiyi görmüyoruz bu sünnet düğününde. En çok Hasan Amca kızıyor bu ilgisizliğe… Bize yapılan bu muameleye kendisine yapılmış gibi sinirleniyor…

Ğopan’da Abu zer Dayı’nın evine gidiyoruz. Çakır gözlü Ğopan’lı Abzer Dayı cin gibi uyanık… Çocuklarının çoğunu okutmuş... Kimi mühendis kimi öğretmen olmuş kimi de hâlâ okuyor. Abuzer dayının bir diğer oğlu Şevket Toprak üniversite öğrencisi. Tatilini kendi köyünde geçiriyormuş. Bize rehberlik yapıyor Toprak, bahçesinde gezdiriyor, üzüm ikram ediyor…

Oradan Hasan amcanın bahçesine iniyoruz. Ben bu bahçeyi daha önce görmüş olsaydım asla Kreman Yaylasına çıkmazdım, günümü bu bahçede geçirir dinlenirdim. Bahçede yok yok. Hasan Amca bizim Malatya’nın kaysılarını bile buraya dikmiş.

Rehberim Şevket’le saldırıyoruz narlara. Ağaçta çatlamış, ağzını açarak adeta “ye beni” şeklinde bekleyen narları yedikçe yiyoruz.

Bu arada Hasan amca da bizlere hediye etmek için 50-60 metrelik ağacın tepesine çıkıp asmadan üzüm topluyordu. Yüreğimiz ağzımızdaydı, Allah korusun ya bir şey olsaydı! Mevsim sonu olduğu için üzülüyor, üzümün iyisinin kalmadığını, asma üzümün de pekiyi olmadığını söylüyordu. Canın sağ olsun senin Hasan amca! Seneye inşallah üzüm zamanı bir daha geliriz.

Bahçenin ağaç dipleri yonca… Akşamüstü serinliği… Ot kokusu… Temiz hava… Nar kırmızısı batmak üzere olan güneş ve az ilerde adeta ayaklarımızın dibinde akan Ğopan Çayı…

Bilseydim Şevket’e uyar da Kreman yaylalarına çıkar mıydım hiç. Akşama kadar zamanımı Ğopan Çayı kenarında geçirirdim.

Ğopan Çayı ki dinlendiriyor insanı. Akışı, çağıldayışı, suyun rengi, aktığı dere yatağı, etrafına bıraktığı kumsallığı, çakıl taşları ile size bir rüya âlemi yaşatıyordu.

Eve döndük. Hasan amcanın hanımı hiç Türkçe bilmiyor. Ben de Kürtçe bilmediğim için bir kelime dahi konuşamadık. Zaten iki gün boyunca da pek ortalıkta görünmedi. Sensiz sedasız işini yapıyordu.

**************** 

·        Üçüncü gün: Köyden ayrılış… Tarihi mekânlar…

Akşam yine erken yattık. Sabah erkenden yola koyulacaktık. Öyle de yaptık. Hüzünlü bir vedalaşma töreninden sonra sabah saat 08.00’de köyden ayrıldık.

*****************

·        Cendere köprüsü…

Yarpuz köyünü geçtikten sonra Sincik ilçesine vardık. Sincik çok küçük ve nüfusu az olan bir ilçeydi. Oradan Nemrut yoluna doğru hareket ettik. Nemrut’u Malatya tarafından birçok defa gördüğümüz için programımızda Nemrut dağı yoktu. Hayalimde Cendere köprüsünü görmek vardı. Uzun süreden beri fırsat kolluyordum bu köprüyü görmek için. Nihayet muradıma erdim.

Uzaktan gördüğümde önce arayı sağa çekip önce sindire sindire bakmak lazımdı. Uzaktan bir seyir zevki yaşamalıydım. İnsanın sevgilisini uzatan seyretmesi gibi bir şeydi bu… Kıyamazdı insan sevgiline dokunmaya… Ben de öyle bakakaldım uzun süre Cendere köprüsüne…

Yanına yaklaştıkça heyecanım arttı. Muhteşem bir eserdi. Türkiye’de ve dünyada bunun gibi bir köprü kaç tane vardı. Üzerinde yürümek, elimi kolonlarına sürmek, yakın temas, yüreğimi hoplatıyordu. Bu köprü büyük bir sanat eseriydi ve dünyanın en güzel köprüsüydü. Kâinat güzeliydi.

Cendere Köprüsü ile ilgili bilgilere buradan ulaşabilirsiniz:

http://www.kahtanet.com/?&Bid=168660

*****************

·        Eski Kahta… Yeni Kale

Oradan Eski Kahta’daki Yeni Kale’ye geçtik. Uzaktan gerçekten muhteşem bir yapı olarak duruyordu. Yüksek bir zirvenin tepesine yapılmış, bu tarihi kalenin içide muhtemelen dışı kadar egzotikti. Ne varki kale kapısı kilitli olduğu için gezemedik. Çok üzüldük. Ziyaretçilerin üzerine taş düşme tehlikesi olduğu için restorasyona alınmıştı.

İşte bilgileri:   http://www.kahtanet.com/?&Bid=173228

****************

·        Arsemia ve Karakuş tepesi

Nemrut yolu üzerinde tarihi bir yapı daha vardı. Arsemia… Nemrut’un yazlık evi olarak biliniyordu. Malatyalı bir rehber eşliğinde Arsemia’yı detaylı olarak gezdik.

Arsemia bilgisi için:  http://www.kahtanet.com/?&Bid=173227

Geriye dönüp Kahta’ya doğru gelirken son tarihi eseride görecektik. Karakuş Tümülüsü:  http://www.kahtanet.com/?&Bid=173226

******************

·        Ve gezinin sonu:

Üç günlek gezinin sonuna doğru yaklaşıyorduk. Kahtada öğlen yemeğini yiyip Adıyaman’a geçtik. Adıyaman’da Ramazan Keskin hocanın yeğenin düğünü vardı. Saat 16.00’da bu düğüne iştirak edip doğruca Çelikhan üzerinden Malatya’ya hareket ettik.

Evin zilini çaldığımda akşam saat 20.30’u gösteriyordu.

 

Not: Gezi notlarının sonuna bir yazı ve şiir ekliyorum.

 

***************************************************************

 

 

Hazin bir öykü:

Eskiydi zaman... Eskiydi. Mekân tanıdık, tanrılar ve tanrıçalar vaktiydi. Arsemia'da bir yaz terletiyordu güneşle kucaklaşmış tüm anları. Yeni krallar yetiştiriyordu zaman ve yeni tanrılar doğuruyordu tabiatın her bir cismi.

Mevsim kıştı. Ova vaktiydi. Yani Semisat vakti.

Krallığın merkezi, imparatorluğun payitahtı…

Yürürler krallar, tanrılar, tanrıçalar, efendiler ve köleler Arsemia'dan Semisat'a. Zaman, şimdiydi. Bilinen bir tarih… "Bu konuda iki görüş var " denilmeyecek kadar yeni.

Arsemia'da soğuk bir kıştı. Ne tanrılar görünürdü yazlıkta ne de Arsemia eski yazlıktı. Ne Semisat hala payitahttı ne de Semisat vardı eski cazibesiyle.

Zaman, eskiydi... Cendere'de bir kız yaşardı. Gözleri kapkaraydı. Yalnız hayata beyaz bakardı. Saçları kumral, kirpikleri ok… Ok olan kirpikler, genç kralların, cıvanların yüreğini yakardı. Söylenenlere göre Kral Antiokos, Arsemia'dan yol alırken Semisat'a doğru onun aşkıyla içinde kan sızardı. Hani masallarda anlatılır ya. Bu masal da diğerleri gibi bir masaldı. Bu masalın da iyileri ve kötüleri vardı. Fi zamanın diğer masalları gibi cadılar, güzellerin gözlerini oyar, saçlarını yakardı.

Bir gün Kral Antiokos, uyandığında, şimşekler çakar, yerler ağlardı. Tanrılar tanrısı Zeus, yas tutar, güzellik ve aşk tanrıçası Afrodit, karalar bağlardı. Cendereli kıza ağıtlar yakılır, göz çukurlarına ve yakılan dalgalı kumral saçlarına hüzünler akardı. O günden bugüne Reşoların, İzolların, Kavilerin cıvanlarının boynu bükük gezişlerini erenler buna yorardı.

Zaman, şimdiydi. Yaşanılan bir tarih…  Arsemia'dan Kahta'ya poyraz eserdi. Kahta Beyi'nin saçları saman sarısı, gözleri ela, hayata bakışı, saçları gibi kıvrımlı bir kızı vardı. Umutlarını, özlemlerini, söylemek isteyip de söyleyemediklerini saçlarına bağlardı.

Zaman, şimdiydi. Yani ne cadılar vardı eski masallardaki gibi ne de tabiat cisimlerinden türetilen tanrılar ve tanrıçalar. Ne Cendereli Kız vardı ne de ona tutulan genç krallar. Dünden kalan hiçbir şey yoktu. Yalnız bir "var" vardı. Arsemia'dan şehre yine poyraz akardı. Her sabahın alacasında güneşe tutkun her genç kız gibi Sarı Kız da güneşin doğuşuna hasret salardı. Usulca kıvrımlı saçlarıyla günışığına süzülürken, Poyraz, ona bakar, Cendereli Kız diye zamanların ötesine hasret salardı. Heyhat... Hawarlar, yükselir şehrin ahalisinden... Fakat, Poyraz, asi akardı. Estikçe, Sarı Kız'ın saçlarına bağlı umutlarını, özlemlerini, sırlarını şehrin caddelerine salardı. Giz bozulmuştur. Çünkü Poyraz, Sarı Kız'ın saçlarını savurmuştur. Zaman, ne eski ne de yeniydi. Film, bitmiyordu. Alışılmışın dışında ne "Son" yazılıyordu filmin sonuna ne de kaba bir gavurcayla "The End"  Her şey yoktu. Bir "var" vardı. Poyraz, geleceğe akardı. İçinde bir tarih saklar ve gelecek nesillere yollardı Arsemia'yı, Semisat'ı, tanrıları, tanrıçaları, Cendereli Kız'ı ve Kahta Beyi'nin Sarı Saçlı Kızı'nı.

NOT: Bu hazin öykü DMS mağduru yedek öğretmen Erkam ÇELENK'in müsveddeleri arasında bulunmuş, günümüz Türkçesine Arş. Görevlisi Abdullah Topaloğlu tarafından kazandırılmıştır.

 

 

Dağ köyü

Ben bir gün bu dağ köyünde,

Görülecek en güzel şeyleri gördüm.

Vadiden geçen demiryolu,

Pırıl pırıl parlıyordu,

Irmak kıyısında bir istasyon,

Marşandizi ağırlıyordu.

 

Ben bir gün bu dağ köyünde

Duyulacak en güzel sesi duydum,

Rüzgâr, yüzyıllık ağaçların kalbinden,

Meşelerin, köknarların, pınarların

Gizli sazlarından haber verdi,

Yitmiş ormanların acısını dinledim, derinden.

 

Ben bir gün bu dağ köyünde

Bakılacak en güzel şeye baktım.

Dağ havasında, geniş yapraklı ümitlerin üzerine

Yattım, gökyüzünün altına

Hiçbir çağda bu kadar mavi olmamıştı.

Baktım da vuruldum maviliğine.

 

Ben bir gün bu dağ köyünde

Sevilecek en güzel şeyi sevdim.

Ağaçtan, kerpiçten, toprağınan taştan

Barınakları içinde doğan, yaşayan, ölen,

Vatan dediğimiz toprağı emeğine mülk eden,

Halk denen milyonları sevdim yeni baştan.

 

Ben bir gün bu dağ köyünde

Düşünülecek en güzel şeyi düşündüm,

Köy okulları dedim, dünyamızı dünya eden,

Bilgiler uğruna vurulmuş turnalar misali

Çırpınır, çaresizlikten ve sevgiden,

Düşmüş köy çocuklarının önüne bir öğretmen.

 

Ben bir gün bu dağ köyünde

Bulunacak en güzel şeyi buldum.

Kayalardan sızan sularda ne vardı, sular ne diyordu?

Dağların hikâyesi kahramanların hikâyesine benzer,

Gizlemiyordu dağ cevherini, yağmurdan kardan aldığını

Sebil gidiyor, kuşlara, kurtlara, insanlara veriyordu.

 

Ben bir gün bu dağ köyünde

Söylenecek en güzel şeyi söyledim.

Üstüne ay ışığı düşmüş bir tepede,

Bilge ve cesur kalbiyle hürriyet

Bütün insanlığın ateşini yakıyordu,

Yalazası dört yönde yansımış gök kubbede.

 

Ben bir gün bu dağ köyünde

Varılacak en yalın gerçeğe vardım.

Elli hanesiyle gömülü kalmış, unutulmuş

Yatmış tabiatın kurduğu en güzel yatağa

Acı rüyaların gecesine örtünüp köy,

Dağ güneşinden habersiz uyumuş

Ceyhun Atıf Kansu

 

 


FOTOĞRAFLAR İÇİN LİNK:

http://picasaweb.google.com.tr/alisanselimhayirli/EbuZerlerinUlkesiAdYaman#

UYARI: Sitemizde çoğunlukla muhabir arkadaşlarımızın imzalarıyla ya da mensubu oldukları basın kuruluşları kaynak belirtilerek yayınlanan üstteki haber benzeri araştırmalar, haberler, röportajlar, maalesef “emek hırsızı” –özellikle de biri sürekli olmak üzere- sözde bazı internet yayıncıları tarafından, ya aynen ya da küçük bazı değişiklikler yapılarak, kendi özel araştırmaları ya da haberleriymiş gibi kendi yayın organlarında yayınlanabilmektedir. Haber kaynağıyla ya da araştırmasıyla, istihbaratıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan, sadece gerçek gazetecilerin ‘kamuoyunun bilgisine sunulmuş’ emeğinin üzerine ‘çöküp’, gazetecilik- habercilik yaptıklarını zanneden ve böylece kamuoyunu da aldatanların bulunduğuna bir kez daha dikkat çekerken, söz konusu unsurları da ‘gerçek gazetecilerin emeğini çalmamaları’ konusunda uyarıyoruz.
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız