SON DAKİKA
SON DEPREMLER

Eskiden Malatya'da Hanımlar Nasıl Süslenirdi?

A- A+ PAYLAŞ

Necati Güngör

ngungor@gazetevatan.com

 

Dünya kurulalı beri kadınlar süslenmeye düşkünlük gösterir; beğenilmek, ilgi çekmek, övülmek isterler… Bunda bir tuhaflık yok. Çoğu zaman erkekler de yardımcı olur; onları bu yola iterler. Bugün dünyada, kadınlara bakım ve güzellik ürünleri satarak geçimini sağlayan milyonlarca insan, dev şirketler var.

 

İnsanlığın mağara döneminde bile kadınlar süslenir, erkekler de onlara yardımcı olurlardı. Nasıl mı? Ava giden erkekler, vurdukları hayvanların dişlerini ve bazı kemiklerini kadınlarına getirir, onlar da bu diş ve kemikleri boyunlarına takarlardı.

 

Benim aklımın yettiği dönemlerde, Malatya’da alabildiğine yokluk ve yoksulluk hüküm sürüyordu. O yokluk ve yoksulluk döneminde bile hatun kişiler, kendilerince süslenmeye, güzel görünmeye çalışırlardı. Şimdiki gibi, makyaj malzemeleri, bakım ürünleri nerede? Güzellik malzemelerini bile kendileri üretirlerdi. Bir kez, çoğu kadın kendi giysilerini kendileri diker; kazaklarını, hırkalarını, yeleklerini kendileri örer, dolaklarını, tülbentlerini kendileri oyalar, işler; hatta iç çamaşırlarını bile elde dikerlerdi. Kızların çeyiz sandığına konulanlar, evlerde göz nuru, el emeğiyle dikilen şeylerdi. Yalnızca kendileri için değil, evin erkekleri için, çocukları için de çamaşır, pijama diker, kazak, çorap, eldiven, atkı, papak  örerlerdi… O elleri öpülesi, o hakları ödenmez büyükanalarımız,  annelerimiz… Kalabalık ailelerin çamaşırını elde yıkarlar, koca konakların, evlerin temizliğini kendileri bizzat yapar, kışlık yiyecekleri evde hazırlar, ekmekten zahiresine kadar kışlık yiyecekleri kotarır; ambara, kilere, haznaya, kış damına, çatıya doldururlardı.

 

Saydığımız bütün bu işleri, dille söylemesi kolay! Hayatları baştan sona çalışmaktan ibaretti eski kuşak kadınlarımızın!

 

İşte, onca işin, onca kaygının, onca yorgunluğun arasında, azıcık da süslenmeye zaman ayırırlardı. Bayramdan bayrama üstlerini başlarını yenilerlerdi. Ayakta püsküllü rugan terlikler,  sırtında Sümerbank basmasından zıbın, onun üstünde pazen bervanik, natürel yünden el örgüsü bir hırka, başında oyalı dolaklar… Gezmeye giderken, kendi deyişleriyle “el içine çıkarken” Halep işi siyah ipekli çarşaf; gündelik bir yere gidiliyorsa yerel dokuma “dolaplı” (kareli) çarşaf giyilirdi. Ne deniliyordu o eski Malatya türküsünde, hani?

Karşıdan görünürsün

Çarşafa bürürsün

İpek çarşaf içinde

Ne güzel görünürsün!

 

Bir başka türküdeyse şöyle tarif edilirdi kanlarımız:

Oyalı da yazma başında

Oyaları kaşında…

 

Dönem, yokluk ve yoksulluk yıllarıydı evet, ama,  azıcık parası olanlar altına yatırım yapmaktan kaçınmazlardı. Neden? Çünkü, savaş ve kıtlık yıllarının içinden çıkıp gelen insanımız, altının, kara gün dostu bir madde olduğunu iyi bilirdi. Bu nedenle, altına para yatırmayı severlerdi. Bu yatırımları da tabii, ev kadınları kollarında, boyunlarında, kulaklarında taşırlardı. Altın alınırken hep şuna dikkat edilirdi: Satarken zarar etmemek! Çünkü bu altınlar, ya oğul evlendirirken, ya ev alınırken, ya kocalar iş kurarken ya da kötü bir günde ihtiyaç görmek üzere satılır, paraya çevrilirdi. Ama o gün gelinceye kadar işlemeli, hazır örme ya da burma bilezikler kolları; “hap”lar, “gıremsiye”ler, “beşibirlik”ler, boyunları süslerdi. Kulaklarda inci damlalı altın küpeler olurdu. Parmaklarda tek taşlı zümrüt, elmas, yakut, yeşim yüzükler ışıldardı. İki sıralı halis inci gerdanlıklar, bakla irilinde halkalı altın zincirler, kalp biçimli kolyeler, broşlar, altın iğneler, istisnai günlerin süsü olurdu. Zenginlik, varlık sahibi olma, o takıların satılmaması, kalıcı olmasıyla ölçülürdü.

 

O yıllarda kadınlarımızın, kızlarımızın giysilerini daha çok mahalle aralarındaki terziler dikerdi. Bu terzilerin kimileri tüm Malatya’da ünlenir, kapılarından müşteri eksik olmazdı. Tabii  müşterisi çok olanın ücreti de yüksek olurdu ki, o zaman bırakılırdı…  Neler dikilmez o terzilerde? İç çamaşırından geceliğe, pijamadan çocuk giysilerine, mantodan gelinliğe kadar her şey… İlk zamanlar kollu dikiş makineleriyle dikerlerdi; sonradan ayaklı makineler çıktı. Kimi aileler dikiş nakış işlerine para vermekten kurtulmak için, kızlarını ilkokuldan sonra enstitüye gönderir, bir de dikiş makinesi alırlardı. Makinesini hevesle kullanan genç kızlar, babalarının yakasız gömleğine, uzun paçalı donuna, cebindeki mendiline, ağabeylerinin kravatına kadar dikerlerdi! Kız babaları da, onca para sayıp makine almış olmanın keyfini sürerlerdi. Kimi anneler pek özenirlerdi, kızlarının dikiş nakış öğrenmesine…

 

Öyle sadece süslenip püslenip evde oturan kadınlara da iyi gözle bakılmazdı hani! “Ne o öyle?” derlerdi. “Mağaza bebeği gibi süslenip oturuyor baş köşede!… Bre anam, elin iş tutmaz mı senin?” Sözün kısası, üretimden uzak duran, kadın olsun erkek olsun, makbul sayılmazdı!

 

Dolma köftesi yapamayanı, ekşili köfte pişirmesini bilmeyeni, değirmene kalkmasını beceremeyip de kocasına hazır zahire aldıranı, yoğurt mayalamayanı, örgü öremeyeni, soba yakmasını bilmeyeni, hakçası, yadırgardı Malatyalı kadınlar… Sözgelimi, başındaki tülbendin beyazlığına bakar, ona göre kadınlığına not verirlerdi. Sakız gibi beyaz olmayan tülbent başa örtülmez, doğruca kirlilerin arasına kaldırılırdı çünkü.

 

Evet, işte o yıllarda, o kadar iş yükünün altında bile kadınlık güdüsüyle süslenmekten geri kalmazdı birçokları. Kudretten güzel olan bile daha güzel görünme telaşına düşerdi. Kadınların çarşıya bile ayda yılda bir çıktıkları zamanlarda, süslenme malzemelerini nereden bulup da alıyorlardı acaba? Bilmiyorum ama, bu malzemelerin bir bölümünü, sanıyorum, Kırkambar’dan sağlıyor, evlerde kendileri hazırlıyorlardı. Örneğin, fincan içindeki kara bir madde, süpürge çöpüyle gözlere sürme diye çekilirdi! Genç kadınlar ellerine ve ayaklarına, yaşlılarsa saçlarına kına yakarlardı yılda bir iki kez… Şampuan yerine saçlar kille yıkanırdı. Gelincik yaprağından, kırmızı renkli krampon kâğıdından allık yapılırdı. Yanaklara kırmızılık versin diye! Cilt yumuşatmak için, attarlardan “Pertev” marka krem alınırdı. Küçük teneke kutularda satılan bu kremler, cepte bile taşınırdı. (Porselen tabakların ortaya çıktığı dönemde, kimi Malatyalılar; “krem kutusu kadar tabak, insan oncağız yemekle doyar mı anam?” diye dalga geçerlerdi!) Ateşte yakılan fındık kaşlara sürülürdü ki, kaşların karası koyulaşsın… Diş macunu, diş fırçası yoktu o yıllarda; (Radyolin marka diş macunu sonradan çıkacaktı) onun yerine ıslak parmak tuza banılır, onunla dişler ovulurdu…  Pudra, sık kullanılan bir şey değildi; ama zaman zaman adının geçtiğini anımsıyorum: Mesela bir genç kız gelin olduğu zaman, yüzüne “potura” sürdüklerini biliyorum. Heyecanlanıp terlerse, yüzü “yaldır yaldır” parlamasın diye…  Genç kızlar, dudaklarına gelincik ya da kırmızı gül yaprağı sürerlerdi gizlice ki, dudakları solgun görünmesin! Oyalı dolaklarla örtülen saçlar ya kısa kesilir evde makasla; ya da belik belik örülürdü. Ondüle saç modasının çıkışı çok sonraya rastlar. Altmışlı yıllara… O zamanlar kadın berberi nerede? İlk kadın berberi olarak, Meryem’i anımsıyorum… Malatyalı kadınların deyimiyle “Ondeleci Meryem.” Çünkü en çok ondüle yaptırılırdı saçlar. Onu da herkese faş etmez, dolak sararak gizlerlerdi. Söz olmasın diye… “Anam kırk yılda bir ondele yaptırdım, o da mahallenin diline düştü!” diye yakınanlar olurdu…

 

Meryem, Ermeni bir hemşerimizdi. Evinde berberlik yapıyordu. Evi de, Salköprü Mahallesi’ndeydi. Bakkal Sino’nun orda… Bazıları kızlarını Meryem’in yanına çırak vermek istiyor, ama o, kimseyi almıyormuş… İki kızı vardı; onlara yetiştirmek istiyormuş; öyle derlerdi… Tınak ojesi de sonradan çıktı; büyüklerden çok, genç kızlar oje sürmeye özenirler, onu da babasından, abisinden gizlemeye çalışırlardı. Her evde şekerden ağda yapılır; ama ne zaman yapılır, ne zaman kullanılır, hiç kimse bilmez ve  görmezdi.

 

Bütün bunlar yapılırdı ama, Malatya’nın yerlileri içinde “Allah’ın özenip de yarattığı” güzel sayısı az değildi. Birinin güzelliğini överken, Malatyalıların kendine özgü deyimleri, benzetmeleri vardı:

- Hele bir sıfatı var, ay halt etmiş yanında; bakmaya kıyamazsın!

- Su içse, boğazından geçtiğini  görürsün!

- Ağzı burnu fındık gibi!

- Rabbim, boş bir gününde, özene bezene yaratmış!

- Dil vursan, dilin yarılır! Öyle ki güzel kâfirin kızı!

- Mevlam kimsede güzellik koymamış, hepsini alıp ona vermiş… derlerdi.

UYARI: Sitemizde çoğunlukla muhabir arkadaşlarımızın imzalarıyla ya da mensubu oldukları basın kuruluşları kaynak belirtilerek yayınlanan üstteki haber benzeri araştırmalar, haberler, röportajlar, maalesef “emek hırsızı” –özellikle de biri sürekli olmak üzere- sözde bazı internet yayıncıları tarafından, ya aynen ya da küçük bazı değişiklikler yapılarak, kendi özel araştırmaları ya da haberleriymiş gibi kendi yayın organlarında yayınlanabilmektedir. Haber kaynağıyla ya da araştırmasıyla, istihbaratıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan, sadece gerçek gazetecilerin ‘kamuoyunun bilgisine sunulmuş’ emeğinin üzerine ‘çöküp’, gazetecilik- habercilik yaptıklarını zanneden ve böylece kamuoyunu da aldatanların bulunduğuna bir kez daha dikkat çekerken, söz konusu unsurları da ‘gerçek gazetecilerin emeğini çalmamaları’ konusunda uyarıyoruz.
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız