SON DAKİKA
SON DEPREMLER

'Kibirli Olmaktan Allah'a Sığınırım'

0
Güncellendi - 2015-12-27 21:14:46
'Kibirli Olmaktan Allah'a Sığınırım'
A- A+ PAYLAŞ

Ahmet Münir Erkal... Gazi İlkokulu’nu, Atatürk Ortaokulu’nu, Malatya Lisesi’ni bitirdi. İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık bölümünden mezun oldu. 1980 yılında Malatya’ya döndü. Yaklaşık 9 yıl Malatya’da serbest mimar olarak çalıştıktan sonra 1989 yılında henüz 34 yaşında iken Turgut Özal’ın genel başkanlığını yaptığı Anavatan Partisi’nden Malatya Belediye Başkanı seçildi. Refah Partisi adayı olarak girdiği 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde büyük oy farkıyla yeniden Malatya Belediye Başkanı seçildi. 2002 yılında yapılan milletvekili genel seçimlerinde AKP’den Malatya Milletvekili seçildi. 

Şimdi Saadet Partisi Malatya Büyükşehir Belediye Başkan Adayı.

Siyasi hayatı boyunca en fazla “Çok önemli projeler hayata geçirdi, önemli hizmetlerde bulundu ama kibirli bir kişiliği var. Ah keşke o kendini beğenmiş tavrı olmasa" şeklindeki cümlelerle özetlenecek eleştirilere muhatap oldu. 

O ise, eleştiriye konu olan tavrını “Allah’ın bana bahşettiği zekayla ve çalışmakla elde ettiğim bilgi, tecrübe ve birikime dayanan özgüven” olarak tanımladıktan sonra “Kibir gizli şirktir. Kibirli olmaktan Allah’a sığınırım” diyor.

Saadet Partisi Malatya Belediye Başkan Adayı Yüksek Mimar Ahmet Münir Erkal ile, seçimlere kısa süre kala büyük bölümü gündelik siyasetin dışında bir söyleşi gerçekleştirdik. Zaman tünelinden çocukluk günlerine dönmesini istedik, çocukluğunu, ilkokul, ortaokul, lise yıllarını anlattı..

İlkokuldan sonra okuyamadığı için hala büyük üzüntü yaşayan annesini, yaşamının en büyük amacını aile bireylerini mutlu etmek üzere kuran kitap kurdu babasını, satrançta yenildiği dayısı Malatya’nın eski belediye başkanlarından Mehmet Kırçuval’ı yenmek için abone olduğu satranç dergilerinden öğrendiği oyun stratejilerinden sonraki satranç zaferlerini, elektrik direklerine döne döne tırmanmalarını, çocukluk günlerine uzanan sistem ve disiplin tutkusunu...

Bir politikacının aşina olduğunuz politik portresinin arka planını malatyahaber.com okuyucuları için konuştuk...Tabii güncel politik konuları da ihmal etmeden...

- Korkunç hareketliydim, ağaçların üzerinden, elektrik direklerinden inmezdim, bu yüzden yamasız pantolon giyindiğimi hatırlamam.

-  Çocukluk günlerimden itibaren planlı ve sistematik yaşardım. Doğuştan gelen bir özelliğim bu benim

- Konsantrasyonum bozulmadan çok uzun süre çalışma yeteneğim vardır. Ara vermeksizin 4-5 saat ders çalışırdım mesela.

-Ortaokul yıllarında gazetelerin köşe yazarlarını takip ederdim. Mesela Ali Gevgilli Milliyet Gazetesi’nde yazardı, yakından takip ederdim, okurdum. 

-İTÜ’de çok yoğun bir fikirsel tartışma ortamı vardı. İlk yıllarda bir gün bir arkadaşım ‘İslam’dan bahsediyorsun madem, bana İslam’ın ekonomik ve sosyal tezlerini anlatır mısın?’ dedi. Aaa..Bir baktım hiç bir şey bilmiyoruz. O andan itibaren İslam’ın ekonomik, sosyal, siyasal tezlerine ilişkin kitaplara daldım...

-ANAP’tan belediye başkan adayı, AKP’den milletvekili adayı olmam bana bu partilerden gelen tekliflerin sonucudur. 

-Malatya’nın son 15 yılı kayıp yıllardır. Malatya halkının belediyenin bu kadar büyük bütçesinin nerelere harcandığının hesabını sorması gerekir. 

-Fahri Kayahan bölgesi için bize eleştiri yöneltilmesi anlaşılır bir şey değil. Fahri Kayahan’da yapılaşma bizden sonra başladı. Yapılaşma düzgün yapılmadı, usulsüz şekilde fazla kat verildi ve defalarca imar plan tadilatı yapıldı. Elimde planlar olsa ben size Fahri Kayahan’ın nasıl istismar edildiğini söylerim.

 -Malatya tarihi bir dönemeçte. İlk defa büyükşehir belediye başkanı seçecek. Bu, kurucu başkanın ve kurucu iradenin temsilcilerinin seçilmesi demektir. Malatya sadece gelecek 5 yılın belediye başkanını seçmeyecek, aynı zamanda gelecek 100 yılını etkileyecek bir tercihte bulunacak. Malatya halkının bu şuurla emaneti ehliyet ve liyakat sahibi olan adaya emanet edeceğine inanıyorum. Malatya Belediyesi’nin sınırları 57 defa büyüdü. Öyle ise siyaseti meslek ve geçim kaynağı olarak görenlerin değil, bu sorumluluğun altından kalkabilecek tecrübe, bilgi ve birikime sahip insanların işbaşına getirilmesi elzemdir. 

-30 Mart seçimleri için şunu söyleyebilirim: Mütevekkil bir Müslüman olarak Allah’ın takdirinin, yani Cenab-ı Hakk’ın nasip etmesinin ya da nasip etmemesinin söz konusu olduğu bir olayda yenilgi ya da zafer bağlamında bir değerlendirme yapmam doğru olmaz. Ben üstüme düşen vazifeyi yaparım ve şunu söylerim: Gayret bizden tevfik Allah’tandır. 

-Malatya halkı size uzun yıllardır aşina durumda. Genç yaşta politikaya atıldınız, 1989 yılında Malatya Belediye Başkanı seçildiniz, 1994 yılında ikinci defa seçilerek 1999 yılına kadar bu görevinizi devam ettirdiniz. Daha sonra 2002 yılında milletvekili seçildiniz. Fakat aşina olunan politik aktörlerin insani yönleri çok az bilinir. Çünkü politik karakterleri hep baskındır ve toplum o politik kimlik üzerine yoğunlaşır. Bugün biz çocukluk yıllarınızdan başlayarak yaşam öykünüze odaklanacak sorular sormak istiyoruz… Zaman tünelinde bir yolculuk yapalım ve çocukluk günlerinize dönelim. Çocukluk yıllarınız nasıl geçti, nasıl bir aile ortamında ve nasıl bir evde büyüdünüz?

-Haklısınız. Siyasi aktörler hep siyaset bağlamında gündeme geliyor doğal olarak. Ben memur çocuğuyum. 1954 yılında doğmuşum. Kırçuval Mahallesi’nde oturuyorduk. Orada yaşadık. İki katlı bir evimiz vardı, Bahçeli bir evdi. Çocukluğum her tür çocuk oyununu onamaya müsait bir bahçesi olan bir evde geçti. Bu açıdan çok mutlu bir çocukluk devresi yaşadığımızı söyleyebilirim. Çok hareketli bir çocuktum. Spor yapmayı her an hareket halinde olmayı seviyordum. O bahçe de benim enerjimi boşalttığım yerdi. Asmalarımız vardı ve ben hep o asmaların üzerinden geçerdim. Barfiks çekerdim. Ama aynı zamanda bir özelliğim vardı:  Çocukluğumdan bu yana çok düzenli ve disipline bir insandım. Bu özelliğimi herkes bilir. Planlı ve sistematik yaşardım. Doğuştan gelen bir özelliğim bu benim. Çocukluğumdan bu yana elbiselerimi çıkarır, pijamalarımı giyer, çıkardığım elbiselerimi de büyük bir özenle katlar ve yerine yerleştirdikten sonra yatardım. Elbiselerimi asla gelişi güzel, sağa sola atmazdım. Derslerimi bitirdiğimde mutlaka kitaplarımı toplardım ve düzgün bir şekilde sırasına yerleştirirdim. Benim masamda asla dağınık bir şekilde kitap düzeni göremezdiniz. Çok hareketli olduğum için bütün pantolonlarım yamalıydı. Annem dikerdi yamalarını.Çünkü bir pantolonun üçüncü günü dizlerini yırtardım. Korkunç hareketliydim.Yamasız pantolon giyindiğimi hatırlamam. Planlı ve düzenliydim. Diyelim ki fizik dersi çalışacağım, yani öyle bir planlama yaptım; o gün bana dünyanın en güzel şeyini teklif etseler dahi beni fizik dersi çalışmaktan vazgeçiremezlerdi. ‘Ben bu işi bitirmeliyim’ diye kafama koyardım ve ne teklif ederlerse etsinler ben o işimi yapardım. Yani kendi kendime verdiğim sözü tutardım. Konsantrasyonum bozulmadan çok uzun süre çalışma yeteneğim vardır. Çok uzun süre çalışırım. Ara vermeksizin 4-5 saat ders çalışırdım mesela, ama asla konsantrasyonum bozulmazdı.

Ha bir de şunu vurgulamalıyım: Okuduklarımın çoğunu uygulardım. Sadece öğrenmekle kalmaz öğrendiklerimi pratiğe aktarmayı da çok önemserdim. Teorik yönüm kadar uygulayıcı karakterim de güçlüdür. Aksiyoner bir çocuktum. O günün şartlarında yapabilme imkanı olup da yapmadığım çok az spor dalı vardı.  

-Eğitim hayatına Gazi İlkokulu’nda başladınız. O dönemde nasıl bir eğitim hayatı vardı?

-Evet, ilkokulu Gazi İlkokulu’nda okudum. Devamlı görüştüğüm insanlar var ama o sırada çok sınıf da değiştirdim. Gazi İlkokulu güzel bir okuldu. Eğitimi de çok iyiydi. Çok kaliteli, değerli öğretmenlerimiz vardı. Merkezde bir okuldu zaten. Pervin Hanım vardı hocam. Çok seviyordum öğretmenimi. Çok disiplinli bir öğretmendi.

-Babanızı anlatın biraz da…Baba-oğul ilişkisi nasıldı Erkal Ailesi’nde?

-Babam Yaşar Turan Erkal, memurdu. Hazine Şefliği’nde şef olarak çalışıyordu. Ciddi ve düzenli bir adamdı. İşinde en iyisini yapmaya, aldığı maaşın gerektirdiği iş veriminin çok daha fazlasını yapmaya çalışırdı. Ev yaşantısına, ailenin huzur ve güven içinde yaşamasına çok dikkat ederdi. Bu yolda hiç bir fedakarlıktan kaçınmazdı. Kazandığı bütün parayı evimize harcardı. Yani ailesine çok düşkündü. Çocuklarına karşı son derece şefkatliydi. Her derdimizle ilgilenir, bizimle bir çocuktan öte bir birey, bir kişilik hassasiyeti içinde ilgilenir, bizi büyük adam mertebesinde muhatap kabul ederek konuşurdu. Babamın bize karşı bu yaklaşımı tabii bize mutluluk verir, özgüven sağlardı. Çocuksu isteklerimiz konusunda bizi hiç kırmazdı. Buna karşılık arkadaşlarımızdan, mahallemizdeki ve okuldaki diğer çocuklardan çok farklılaşmamak konusunda bizi uyarırdı. Sosyal adaletin sağlanması konusunda çok hassastı. İhtiyacı olan insanlara yardım etmeyi, onların ihtiyaçlarını gidermeyi çok severdi.Bu tür yardımları ona yaşama sevinci verirdi.

Anneannem de bizimle yaşıyordu. İki katlı evimiz vardı ve altlı üstlü otururduk. Dayım Mehmet Kırçuval da daha sonra oraya taşındı. Anneannemle dayım üstte otururdu biz altta otururduk. Babam bahçeyi çok severdi. İnanılmaz bir tabiat ve toprak sevgisi vardı. Bahçesinde ekmediği çiçek kalmamıştı. Kasımpatıları, sarmaşık gülleri, zambaklar, leylaklar, yediveren gülleri, maydanozlar, soğanlar... Cevizimiz vardı. Tavuklarımız vardı. Her sabah gidip yumurtalarımızı alırdık. O bahçeyle uğraşmayı severdi.  İşten eve geldiğinde bahçeyle uğraşır, çiçeklerle, bitkilerle zaman geçirirdi.

Babam okumayı çok severdi. O yıllarda çok az kitap yayınlanırdı ama o dönemin Malatya’daki kitapçılarından ne bulursa alır getirir, okurdu. Kimi kitapları ise bize de okurdu. Özellikle tarih kitaplarını. Milliyet Gazetesi okuyucusuydu. Ben bu yüzden ortaokul yıllarından itibaren Milliyet’in köşe yazarlarını okumaya başlamıştım. Mesela Ali Gevgilli ‘Günlük’ başlıklı köşede yazardı. Bilgi ve yorum içerikli çok önemli yazılar yazardı. İletişimci, hukukçu ve sinema eleştirmenliği yönleri vardı. O çocuk yaşımda Ali Gevgilli’nin yazılarını sıkı bir şekilde takip ederdim. 

Babam ailesinin maddi sıkıntıları nedeniyle üniversiteye gidememiş.Memur olup ailesine bakmak zorunda kalmış. Erkenden iş hayatına atılmış.

-Babanızın kitaba, kültüre düşkünlüğünün kaynağı nereye uzanıyor?

-Bilemiyorum ama, dedemiz Yüzbaşı Ahmet Münir Bey, Yozgat’tan gelme. Muhtemelen ailesinden gelen bir özellik. Babam aynı zamanda çok romantik bir insandı. Çok güzel şiir okurdu. Müthiş kitap okurdu. Tarihe, Selçuklu tarihine, Osmanlı tarihine, dünya tarihine ilişkin kitapları çok okurdu. Kültür kitaplarını severdi. O zamanlar doğru dürüst kitap da yok ya... Harf inkılabından sonra bizim doğru dürüst kitaplarımız yoktu zaten. Ben de çok kitap okurum. Ben Michel Zevako’nun 900 sayfalık Pardayanlar’ını sabah erken saatlerinde başlayıp bir günde okuyup bitirdiğimi bilirim. 

-Bu kadar hızlı okuma bir anlam kaymasına neden olmuyor muydu? 

-Hayır. Çünkü hani neredeyse ilkokul 1.sınıftan itibaren okuma disiplinini inşa etmeye başlamıştım. Çocukluğa dair hiç bir faaliyet ve yaramazlıktan taviz vermiyordum ama okuma ve ders çalışma disiplinimi de kesin çizgilerle ayırıyordum. Aslında her iki kulvardaki davranışlarım birbirini destekleyen, birbirine fayda sağlayan davranışlardı. Mesela kesintisiz biçimde 4-5 saat ders çalışıp kitap okumuşsam artık beni oyun konusunda kimse engelleyemezdi.

-Annenizin sizdeki yansıması nedir?

-Annem ev kadını. Okumaya çok meraklıymış. Hala iç çekerek anlatır okumaya olan merakını ve okuyamamasının ruhunda yarattığı sızıları. Annemin en büyük özelliklerinden biri onun koordinasyon gücü ve yeteneği. Mesela babamda o güç annem kadar yoktu. İlkokul, ortaokul ve lise yıllarımdan çok iyi hatırlarım: Annem bütün aileyi bir araya getirirdi. Hemen her gün bir yerde toplanılırdı annemin organizasyonel gücü sayesinde. O zaman zaten sosyal hayat yok, iki günde bir evlerde bir araya gelinirdi. İlkokuldan sonra okumayı çok istemiş ama o dönem ailevi nedenlerle evin sorumluluğu daha küçük yaşlardan itibaren kendisinin omuzlarına yüklenmeye başlayınca okuyamamış. Küçük yaşta bütün evin yükünü taşımış. Okula gitmek için günlerce ağladığını söyler. Anneannemi ikna etmek için çok çaba harcamış ama sonuçta anneannem okula göndermemiş. Düşünüyorum da annem okusaydı eminim üst düzey bir okulu rahatlıkla bitirir, mesleğinde de zirveye çıkardı.

Annem CHP’li bir aileden geliyordu. Zaten o dönem Malatya’da CHP’li olmayan parmakla gösterilirdi. Fakat Malatyalılar “CHP’liyiz” demezlerdi, ‘İsmet Paşacıyız’ daha yoğun şekilde de ‘Paşacıyız’ derlerdi.

Sonuçta mutlu bir aileydik. İki erkek, iki kız olmak üzere 4 kardeşiz.Kardeşlerimden siyasete ilgi duyan olmadı.

-Dayınız Mehmet Kırçuval 19 Aralık 1971 – 9 Aralık 1973 ve 13 Mayıs 1982 – 30 Haziran 1983 tarihleri arasında iki farklı dönemde Malatya Belediye Başkanlığı yaptı. Dayınız ile ilişkileriniz nasıldı?

-Dayımla ilişkilerimiz çok iyiydi. Beni çok severdi. Hiç unutmam, mesela beni yolda görürdü, cebime harçlık koymadan göndermezdi. ‘Hayır, param var’ derdim ama o zorla da olsa cebime para sokardı. Ailece çok gözü tok insanlarız. Memur çocuğuyuz, tabii zengin değildik, ama zenginlik hırsımız, para hırsımız, daha fazla şeye sahip olma hırsımız yoktu. Çocuktuk ama, yolda büyük bir para bile bulsak eğilip almazdık. Hiç unutmam, rahmetli anneannem bir gün evin içinde, yerden 35 kuruş para bulmuş. O günün şartlarında iyi para. Kimin parası diye evdeki herkese sormuş ama kimse çıkmayınca alıp orda masanın üzerine koymuş. Bir hafta orda kaldı kimse elini sürmedi o paraya. Anneannem hayret etmişti: ‘Siz nasıl insanlarsınız, para orda bir hafta durdu ama hiç biriniz elinizi sürmediniz’ diye konuştu. Tabii sorunun temelinde bir övünç de vardı, ‘Çocuklarım, torunlarım kendilerine ait olmayan paraya tenezzül etmediler’ övüncü... O dönem 35 kuruş iyi paraydı.

Dayım Mehmet Kırçuval elektrik yüksek mühendisiydi. Matematik zekası çok yüksek, çok zeki birisiydi. Bir şey sorsanız anında formüle ederdi. Sayısal zekası çok yüksekti. Bütün oyunları çok iyi oynardı ama özellikle satrancı çok mükemmel oynardı. Ben ilkokuldayken dayımla satranç oynardık. O zaman, yani 1960’lı yıllar satrancı doğru dürüst kimse bilmezdi. Benimle oynardı, tabi ben her defasında yenilirdim. Bana satranç tahtasını uzatarak ‘Al koltuğuna git’  derdi. 

Neyse, ortaokula gitmeye başladım, satranç oynamaya devam ediyoruz. Fakat her defasında yenilmekten canım sıkılmaya başlamıştı artık. Sürekli yenilmekten bıkmışım. Araştırdım ki Nevzat Süer, Türkiye’nin uluslararası satranç ustası, bu adam bir satranç dergisi çıkarıyormuş. Bayram harçlıklarımla bu dergiye abone oldum. Dayımın haberi yok tabi.Bu dergiden 10 tane geldi bana. Başladım satranç oynamaya. Derken sistemi öğrendim. Annemin ekşili köfte yaptığı birgün yine dayım gelmişti bizim eve.Yemeği yedik, çaylar geldi ve başladık satranç oynamaya. Çok rahat oynuyor tabi dayım. ‘Nasılsa yeneceğim’ diye düşünüyor. Ama rahat oynadığı için açık veriyor.  Fakat ben Nevzat Süer’in çıkardığı ve abone olduğum Satranç Dergisi’nden öyle taktik ve stratejiler öğrenmişim ki… Dayım bir süre sonra zorlanmaya başladı. Az önceki rahatlığından eser yok. Bir de baktım oyunu toparlamaya çalışıyor ama nafile. Oyun gitti. Yenildi. Yenilince sinirlendi. ‘Bir daha oynayalım’ önerisinde bulundum bunun üzerine. Kabul etti, yine oynadık. Bu kez daha dikkatli oynuyordu, bu yüzden oyun uzun sürdü. Fakat yenilgiyi de pek kabul etmek istemiyordu. Kendisini yenmemi benim oyun gücümden değil kendisinin boş bulunmasına bağlıyordu. ‘Yine boş bulundum ve beni yendin’ dedi. Üçüncü kez oynadık yine yendim. Sonra dedim ki ‘Her seferinde beni yen, satranç tahtasını koltuğuma ver ve gönder. Var mı öyle bir şey?’ dedim. Tabii bir sure sonra kendisine işin sırrını anlattım. Satranç dergisine abone olduğumu, yeni taktik ve stratejiler öğrendiğimi söyledim. Benim bu davranışım, dergiye abone olmam onu çok mutlu etti. Hatta yenildiği için sevindi bile…Sonraları bazen ben onu, bazen de o beni yeniyordu, fakat artık daha iyi oynuyordum.

-Yapma imkanı olup da yapmadığım spor kalmamıştı demiştiniz… Çocuk oyunlarını aşan sporlardan mı söz ediyorsunuz?

-Tabii, kendi kendime spor yapardım. Şöyle ki; kitapta okuduklarımı mutlaka uygulardım. Barfiks çekiyordum. Mızrak atıyordum. Bir demiri vura vura ucunu sivrilttim ve resmen mızrak yaptım. Hatta mahalledeki çocuklardan bir ordu kurup komşu mahallelerdeki çocuklarla savaşmaya başladık. Döne döne elektrik direklerine çıkıyordum. Annem bağırırdı tabii beni elektrik direklerine döne döne tırmanırken gördüğünde. Her istediğim hareketi çok rahat yapıyordum. Uzun ve yüksek atlama yapıyordum. Sağlam bir direk buldum üzerinden atlıyordum. Bir ara bıçak atıyordum. Evde bıçak bırakmadım. Bir ara da tuğla kırmayı öğrendim. Tuğla kırmaktan ellerim nasır tutmuştu. Bir gün annemin bahçedeki ocak tuğlasını kırayım derken az kalsın elimi kırıyordum. Okuduğum tarihi çizgi romanlardan sonra ordu kurmaya karar verdim. Kılıç kalkan yaptık. Diğer mahalleye gidip çocuklara dedim ki ‘Siz de ordu kurun ve savaşalım’. Bir kere bayağı bir savaş yaptık ve o mahalleden gelip bizi dövdüler. Sonra biz yeniden toparlanıp onları dövdük. Ben komutandım, küçük kardeşim Serdar yaverimdi ve getir-götür işlerine bakıyordu. Benim kalkanım özeldi. İnşaat tahtasından yapmıştım. Karaoğlan romanından görmüştüm. Mesela harika tetikli bir ok yapmıştım. Ortasını oydum, oku ona göre koydum, altını yakarak dış bükey camdan yaptım. Tetiği çekince ok gidiyor. Bunları yaptığımda sanırım ortaokul 2 veya 3.sınıftaydım.

Hiçbir zaman gelişigüzel davranmadım. Sistemciydim. Olaylara, düşüncelere global bakarım. Hiçbir olaya noktasal, dar perspektifte ve at gözlüğüyle bakmam. Çocukluktan itibaren her işin başını ve sonunu düşünürdüm. Elimle çivi çakardım mesela. Elime bez koyup çivi çakardım.  Aklıma gelen her işi aklıma yattığı her an yapardım. Kireç bidonların üzerinde hafriyata düşmeden yürürdüm. Üç adım atlardım mesela. Duymuştum yapardım. Yani çocuklukta müthiş bir enerjim vardı. Yorulduğumu hatırlamam. Hatta bir gün yaramazlıklarımdan bıkan annem beni dışarı atmıştı. Çıplak ayakla bir gün boyunca beni dışarı attı, babam gelene kadar dışarıda bekledim. 

-Ortaokul ve lisede dersleriniz nasıldı, en çok hangi derslere eğiliminiz vardı?

-Ortaokul eğitimimi Atatürk Ortaokulu’nda yaptım. Liseyi ise Malatya Lisesi’nde okudum. Tüm derslerim çok iyiydi. Her zaman takdirname ve teşekkürname getirdim eve. Çalışkan ve başarılı bir öğrenciydim. Annem bir gün dahi okula gelip derslerimin durumunu sorma ihtiyacı hissetmemiştir. Çünkü annem ve babam bu konuda rahattı, benden eminlerdi. Okulda çok da çalışmazdım ama çok disiplinli ve düzenli olmam nedeniyle başarı gelirdi. Bir gün fizik öğretmeni geldi ve bir hafta önce yaptığı fizik sınavının sonuçlarını okudu, ama benim adımı okumadı. Hocamız dışarıdan geliyordu fizik dersimize. En son ismimi okudu ama notumu yine okumadı. Beni tahtaya kaldırdı. Bana sınavda sorduğu soruyu yine sordu ve ‘Bunu yap bakalım’ dedi. Lise son sınıf. Ardından ikinci soruyu, üçüncü soruyu sordu. Onları da yaptım. ‘Aferin’ dedi. ‘Otur 10’ dedi. Meğer ben sınavda 10 almışım ama bunu benim yaptığıma inanmamış, kopya çektiğimi düşünmüş. Kopya çekip çekmediğimi tam olarak anlayabilmek için de beni yeniden sınıfta sözlü sınava tabi tuttu. Sonra hocanın yanlışlarını bulmaya başladım. Bütün derslerim iyiydi. Mesela tarihten bir hocamız vardı. 15 yıllık öğretmen. Hayatında hiç bir öğrenciye 10 vermemiş. Birgün dersten önce ‘Sözlü sınav yapacağım. Sözlüye kalkmak isteyen var mı?’ diye sordu. El kaldırdım, tahtaya çağırdı. ‘Sana 10 soru soracağım’ dedi ve ard arda sordu soruları. 10 sorunun tamamını da bildim. Kıpkırmızı oldu. Hayatında hiç 10 vermemiş çünkü. ‘Bir soru daha soracağım’ dedi. Ben de ‘Hocam haksızlık yapıyorsunuz. Bana soru sordunuz ve ben hepsini bildim’ dedim. Derken bir soru daha bir soru daha, neyse yine bildim. Nihayet, ‘Peki son bir soru daha soracağım’ dedi. Neyse gözümü kapattım, düşündüm ve cevapladım. Hocamız ‘Yeter ya, otur, tamam…10 aldın’ dedi.  Öğretmenlerimle ilişkilerim her zaman çok iyiydi, dersi kaynatmazdım. Üstüm başım tertemiz, pırıl pırıldı. Okula çok düzenli devam ederdim.  

Malatya Lisesi’ni birincilik derecesi ile bitirdim. 

Hafızam iyiydi. Fikir kitaplarına özel ilgi duyardım. O zamanlar doğru dürüst kitap yoktu. Hep tercüme kitapları okumak zorunda kalırdık. Balzac, Dostyoveski, Tolstoy… Bunların bütün eserlerini okurdum. Bir de sözlük, lügat okumayı, kelimelerin kökenine inmeyi çok severdim. Bugün bile kütüphanemde 10-15 lügat vardır. 

-Üniversite yolunda mimarlık eğitimi almaya nasıl karar verdiniz, mimarlık yönündeki tercihinizi belirleyen etkenler nelerdi?  

-Üniversiteye 1972 yılında girdim. Biliyorsunuz, o yıllarda sınava girip puan alıyordunuz ve puanınız hangi okulu tutarsa oraya giriyordunuz. Ben liseden birincilikle mezun olduğum için tıp fakültelerine puansız girebilme imkanım vardı. Bir ara tıp fakültesi tercih etmeyi düşündüm, sonradan vazgeçtim. İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) mimarlığı yazdım ve kazandım. Başta mimarlığı da çok düşünmemiştim aslında. Daha çok İTÜ’nin prestijli ve kaliteli bir üniversite olmasını önemseyerek bu tercihi yaptım. İstanbul Teknik Üniversitesi iyi bir okuldu, ben de burayı kazanmış oldum. Sonraları da çok sevdim mimarlığı. Çok doğru ve karakterime uygun bir tercih yaptığım için mutlu oldum. Sistemi organize etme anlayışı benim karakterimle örtüşüyor. Mimarlıkta estetik var, fonksiyon şeması var, ihtiyacı öğreniyorsunuz ve bu ihtiyaca uygun bir mekan taslağı hazırlıyorsunuz. Bu çok hoşuma gitmişti. Hocalarımız hep profesördü. Biliyorsunuz o dönemler 1970’li yılların ilk yarısı Türkiye’de siyasi kavgaların başladığı yıllardı.

-Siz o yılları nasıl geçirdiniz?

-Üniversiteye gittiğimde bu ideolojik ayrımları gördüm.  Bir tarafta İslami kesim var, bir tarafta sol kesim var, bir tarafta komünist kesim var. Bir takım örgütler var. Tabi daha önce gazetelerden falan okumuşuz ama bu kadar sert bir ortam olduğunu bilmiyoruz. Sosyal adaletten bahsediyorlar, demokrasiden bahsediyorlar, özgürlük diyorlar. Bir gün bana bir arkadaşım ‘İslam’dan bahsediyorsun madem, bana İslam’ın ekonomik ve sosyal yönünü bir anlatır mısın?’ dedi. Aaa..Bir baktım hiç bir şey bilmiyoruz. O ana kadar sahip olduğumuz klasik, geleneksel İslamî bilgilerimiz bu soruya cevap verecek düzeyde değildi. Bu soru benim için bir kıvılcım oldu. Bir anda İslam’ın ekonomik, sosyal, siyasal tezlerine ilişkin kitaplara daldım. Deliler gibi okuyordum. Boş derslerimden kalan zamanları bu alandaki okumalara ayırdım. Her gün çantama bir kitap koyuyorum ve öğle yemeğinde ya da aralarda kitap okuyorum. Telif eser o dönemde çok yoktu, daha çok çeviri eserler vardı. Ne bulduysam okudum.

-Hangi kitapları okuduğunuzu hatırlıyorsunuz o yıllarda? 

-Seyyid Kutup’un Fizilal'il Kur'an tefsirini mi dersiniz, Muhammed Kutup’un eserlerini mi dersiniz… İmam-ı Gazali’nin İhya-i Ulumiddin’i, Mevdudi’yi, Hasan El Benna’yı ve daha nicelerini okudum. Tefsir, hadis, fıkıh, siyer, İslam tarihi, İslam’da sosyal adalet, mezhepler tarihi… Ne bulduysam okudum. 

-Peki Müslüman kimliğinize rağmen İslam’ın toplumsal düzene yönelik mesajlarına dair tatmin edici bilgi sahibi olmamanı ve lise yıllarına kadarki İslami bilgilerinizin Mızraklı İlmihal düzeyinde olduğunu anlamanız sizi üzdü mü?

 -İslam’a, İslam’ın tezlerine dair okumalarımı tetikleyen unsur az önce de belirttiğim gibi üniversitedeki çok yönlü tartışma ortamıydı. Üniversiteye gelinceye kadar öyle bir tartışma yoktu ki. Öyle bir ortam da yoktu. Dolayısıyla böyle bir şeyi bilmediğinizin de farkında olamıyordunuz. Birisi çıkıp ‘İslam diye bir şey yok’ diyor mesela. Siz de çıkıp diyorsunuz ki ‘Nasıl böyle konuşursun, İslam diye bir şey var’... Karşınızdaki de bu defa ‘Madem öyle, haydi bana İslam’ın şu meseleye ilişkin yaklaşımını anlat’ diyor. İşte o anda  İslam’a dair bilginizin derinliğinin o soruya cevap verecek düzeyde olmadığını anlıyorsunuz.  

Fakat, o okumaları yaptıktan sonra da karşıt gruplardan gelen tüm sorulara  son derece ikna edici cevaplar vermeye başladım. İslam’a ve İslam’ın toplumsal, ekonomik, siyasal tezleri konusundaki tüm sorulara cevap verecek düzeye geldim. Onların soruları üzerine kendi diyalektiğimi kendim geliştirdim. Dosyalamaya başladım ve her konuda kendi yorumlarımı yazmaya başladım. İkinci devre sol gruplarla tartışıyorduk. 1971’den sonraydı,  tabi o patlama oldu. Boykotlar, grevler, iş yeri işgalleri.

-Olaylara karıştınız mı?

-Ben genelde olayların, fiili çatışmaların dışında kaldım ama fikirsel tartışmalarda hep öndeydim. Fakat sol ya da sağ her gruptan insanlarla arkadaşlıklarımız da vardı. 1975’lerde ölüm olayları başladı, 1976’da çatışmalar zirve yaptı. Sonra ciddi bir kutuplaşma ve düşmanlık başladı. Artık fikri tartışma bile olamıyordu.

-Bugün baktığınızda 12 Eylül öncesi siyasal çatışmaları nasıl yorumluyorsunuz? 

-O yıllarda kapitalist sistemin aşırı derece insanları sömürmesiyle beraber komünizm bir çare olarak görülmeye başlandı. Solun sık sık dile getirdiği sosyal adalet kavramı toplumda bir karşılık buldu. Milliyetçi akımlar da solun karşısında konumlandı. Biz ise o çatışma ortamı içinde İslam’ın evrensel barış ve esenlik mesajını yaymanın mücadelesini veriyorduk. Böyle bir ortamda fikirsel çatışmalar silahlı çatışmalara dönüştürüldü. Bugün baktığımızda o dönemdeki olayların ciddi bir şekilde bazı güç odakları tarafından manüple edildiğini görebiliyoruz. Makineli tüfeklerle insanlar taranıyordu. Herkesin elinde silahlar vardı. Bunlar nerden geliyordu, bu nasıl bir iş? 

-Üniversitede iken sosyal hayatınız nasıl bir seyir izilyordu?

-Bir sene yurtta kaldım sonra eve geçtim. Arkadaşlarımızla görüşüyorduk.Toplantılar yapıyorduk. İslami içerikli dergiler yayınlıyor, konferanslar düzenliyorduk. 

-İTÜ’de hocalarınız kimlerdi?

-Son derece kaliteli bir eğitim kadromuz vardı İTÜ’de. Hocalarımızın hepsi profesördü ve hepsi kendi alanında bir numaraydı. Sefa Bey vardı, perspektifte bir numaraydı. Bilgisayarla ilk kez o dönemde tanıştım. Dev bir makineydi.150 tane dosyam vardı. Bilgiyi tek tek dosya yapardım ve dosyalardım.

-Üniversiteyi bitirdiniz ve Malatya’ya gelerek mesleğinizi icra etmeye, serbest mimarlığa başladınız. Bir süre sonra da Anavatan Partisi’nde siyasete atıldınız. Bu süreç nasıl gelişti?

-Malatya’da 1980-1989 yılları arasında 9 yıl serbest mimar olarak çalıştım. Bu sırada  gündemimde siyaset yapma fikri yoktu. Malatya’nın en büyük projelerini çiziyordum. Malatya’da bayağı isim yapmıştım. Prestij projeler çiziyordum. Müteahhitler o dönemde hep bana iş vermek istiyordu. Rahmetli Turgut Özal,  o dönemde ‘Malatya’da hiç yüksek mimar yok mu?’ diye bir soru soruyor. Turgut Özal’ın çevresindeki insanlardan bir tek Bülent Bey (Bülent Çaparoğlu) beni tanıyor. Bülent bey diyor ki ‘Biri var fakat tanıdığım kadarı ile siyasete sıcak bakmıyor’ demiş. Bülent Bey haklıydı. Çünkü ben sivil alanda, sivil toplum düzleminde çalışmayı öne çıkaran bir insanım. Bülent Bey benim bu yaklaşımımı bildiği için ‘Zor’ demiş. Hatta bana söyler söylemez reddettim. Yaklaşık 3 ay bir baskı dönemi başladı. Sağdan soldan baskı yapmaya başladılar, amcamı devreye soktular. Amcam TBMM’de kütüphanede memurdu. Başka yakınlarımızı devreye soktular.  

-Fakat sizin 1989 yılında ANAP’tan Malatya Belediye Başkan Adayı olmanızdaki en önemli faktörün Korkut Özal’ın sizin için referans olması yönünde yaygın bir kanaat var siyasi çevrelerde...

-Bülent Bey ile Korkut Özal’ın samimi bir diyalogu ve yakın dostluğu vardı. Korkut Bey’i tanımazdım. Hemşehrimiz olarak biliyordum sadece. Ben asla tavassut aramadım, tam tersine bana doğrudan teklif geldi. Çünkü benim hiç niyetim yoktu siyaset için. Zaten o sıralarda kardeşimle birlikte İstanbul’da büro açmak üzereydim, ofisimizi bile kiralamıştık. Hem Malatya’daki mimarlık büromuz hem de İstanbul’da açacağımız yeni büro ortak çalışmalar gerçekleştirecekti. Bülent Bey merhum Özal’a benim adımı refere etmiş. Fakat benim bilgim dışında gelişiyor Bülent Bey’in bu çalışması. Bana daha sonra teklif olarak getirdi. Sonrasında Yusuf Bey (Yusuf Bozkurt Özal) ve Galip Bey (Galip Demirel) de söylemiş. Bülent Bey daha sonra Korkut Bey’le de müşavere etmiş benimle ilgili düşüncesini. Bana Bülent Bey’den sonra resmen ilk kez Metin Emiroğlu iletmişti teklifi. Bu teklife karşılık siyaseti düşünmediğimi ifade etmiştim. Ama 3 aylık bir sürede sürekli bu yönde yoğun bir talep gelişti. Süreç böyle devam edince  ‘Acaba gireyim mi, girmeyeyim mi?’ diye zihnimde tartışmaya başladım. Çünkü siyasete girdiğimde bir daha mimarlık yapamayacağımı biliyordum. Zor olduğunu da biliyordum çünkü ben bir işe odaklandığımda o işin hakkını vermeliydim. Yaşım da genç. O zamanlar 34-35 yaşlarındayım.  Önemli de bir başka husus da Turgut Özal’ın memleketi Malatya’da belediye başkanlığı yapmanın büyük sorumluluğunu üstlenmek meselesiydi. Korkut Bey’in de desteği olmuştur, fakat bu destek benim talebim üzerine değil, Bülent Bey’in benim ismimi merhum Turgut Özal’a önermesinden sonra Bülent Bey ile Korkut Bey’in dostluğundan doğan bir destekti. Hatta, Turgut Özal’a teklife soğuk baktığım söylenmiş. Özal benimle ilgili daha fazla bilgi isteyince Mehmet Kırçuval’ın yeğeni olduğum söyleniyor. Turgut Özal ile dayım da birlikte aynı okulda okumuşlar. Sanırım Merhum Özal bir sınıf öndeymiş. Derken işte, önemli ölçüde benim dışımda başlayan bir sürecin sonunda siyasetin içinde bulduk kendimizi. 

-Malatya’da 10 yıl belediye başkanlığı yaptınız. Şimdi dönüp baktığınızda bu 10 yılda yapmaktan ya da yapamamaktan pişmanlık duyduğunuz bir husus var mı? 10 yılın hakkını verdiğinizi düşünüyor musunuz? 

-Hayır. Hiç yok, hiç olmadı. Ben 10 yılın hakkını verdim. Her olay kendi şartları içinde değerlendirilirse anlam kazanır. Ama şu andaki birikimimle değerlendirirsem çok farklı şeyler olurdu. O zaman 34 yaşlarında daha genç bir insanım. Hayatımda hiç devlet memurluğu yapmamışım. Paraf atmayı bile bilmezdim. Devletle ilişkim olmamış, devleti bilmem. Ama siyasetin ilkeli yapılması gerektiğini biliyordum ve ben her zaman şunu söylerim: ‘Hayatta yapamayacağım hiçbir işe girmem’. Adaylık sürecinde gelen tekliften sonra 3 ay düşünmemim sebebi buydu. ‘Acaba yapabilir miyim?’ sorusu vardı kafamda. Çünkü ben idare-i maslahatçı bir kişiliğe sahip değilim. Günü kurtarmaktan hiç hoşlanmam. ‘Yanlış yaptığınız bir şey var mı yok mu?’ derseniz,  onu kestirmek zor. Ya da bugünden o zamana bakıp değerlendirme yapmak yanlış.Yani ben hep ama hep idealist biriydim. Günün şartlarına ve koşullarına göre elimden gelenin en iyisini, en doğru, en adil şekilde yapmanın gayreti içinde oldum. Bu anlamda hiç bir zaman ‘keşke’ demedim. Pişmanlığım da yok. Bu işi yapamayacağıma inandığım gün bırakır giderdim. O zaman da açık açık arkadaşlarıma ‘Bu işi ya da görevini yapamayacak varsa şimdiden bırakıp gitsin’ demiştim.

-Dönemin başbakanı Turgut Özal’ın memleketinin belediye başkanı olmak nasıl bir duyguydu?

-Bir kere çok mesuliyet isteyen bir şeydi. Bu mesuliyet beni hep baskıladı. Belediye başkanlığına aday olmadan önce çok iyi düşündüm ben.  Bir anımı anlatayım size: Galiba adaylıktan bir sene önceydi, yani 1988 yılı olacak. Ben o zamanlar belediyenin birçok projesini yapıyordum, bazılarına da yardımcı oluyordum. Bir gün, benden önceki belediye başkanımız Seyhan Bey’i (Seyhan Semercioğlu) ziyaret etmiştik Seyhan Bey bizim karşı komşumuzdu. O ziyaret sırasında Seyhan bey bana ‘Münir Bey senin adın çok geçiyor. Önümüzdeki dönem belediye meclis üyeliği için düşünsen iyi olur’ demişti. Allah biliyor ki benim zihnimde hiç öyle bir  niyetim yok, fakat Seyhan Bey’e şunu söylemiştim: ‘Ben bir işi kenarından kıyısından yapmam. Yapacaksam tam yaparım. Meclis üyeliğine aday olmam. Olacaksam belediye başkanlığına aday olurum. Meclis üyeliği ile uğraşmam’...  Mimarlık dönemimde benimle çalışanlar bana sürekli bu konuda öneri ve tavsiyelerde bulunuyordu. İmarı, kanunu, maddesini falan iyi biliyordum. Bu konuda ciddi bir birikimim vardı. Bu da doğal olarak siyasi çevrelerde benim adımın anılmasına yol açıyordu. 

-Sizin bu tavrınız dışarıdan bakıldığında kimi çevreler tarafından ‘kibirli, tepeden bakan kişilik’ hatta ‘megalomani’ olarak  değerlendiriliyor ve eleştiriliyor...

-Dışarıdan ve uzaktan bakıldığında öyle değerlendiriliyor olabilir. Bu yönde değerlendirmeler ve eleştiriler olduğunu da biliyorum. Fakat ben kibirli olmaktan Allah’a sığınırım. Cenab-ı Allah İsra Suresi’nde “Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen yeri asla yaramazsın, boyca da dağlara asla erişemezsin” diye buyurur. Kibir gizli şirktir. Hal böyle iken bir müslüman olarak kibir hastalığına tutulmaktan Allah’a sığınırım. Benim tutum ve tavrımın adı kibir değil, Allah’ın bana bahşettiği zekayla ve çalışmakla elde ettiğim bilgiye, tecrübeye, birikime dayanan özgüvendir. Benim kendime olan özgüvenim kimi kesimler tarafından kasıtlı olarak ‘kibirli’ diye lanse ediliyor olabilir, ama ben özgüvenimin gerekçelerini de ortaya koyuyorum. Körü körüne bir özgüven değil. Nedenlerim var ve bunları da ortaya koyarak ifade ediyorum. Özgüvenim temelsiz ve gerekçesiz olsa ‘kibir’ eleştirisi doğru olabilir. Mesela, Malatya Otogarı örneği üzerinden konuşalım: 8 dönümden 178 dönüme çıkardık. Otogar yapıyoruz, ‘Projeci’ denildi, ‘Hayalci’ denildi. ‘Kandırıyorsunuz bizi’ denildi. Basın da o dönemde bize çok saldırdı. Ama ‘Yapamazsınız’ dedikleri otogarı yaptık Allah’a şükürler olsun.  Yüzümüzün akıyla çıktık tüm işlerimizden. Malatya Otogarı’nı 8 dönümden 178 dönüme çıkarıyorsunuz. Bu büyük bir iş, kolay değil. Ama biz kolay olmayanı başarmışız Allah’ın izniyle. Çünkü Konya Otogarı 30 dönüm ve büyükşehir. Ama ben ‘Yaparsam adam gibi yaparım. Ben ciddi proje yaparım’ diyorum. Benim bu savunmamı birileri kibir olarak algılıyor.Ben inandığım olayları savunma konusunda çok tutarlı biriyim. Bu özgüvenim kibir ve gurur olarak algılanıyor. Kibir olarak ne yapmışım? Benimle ikili diyalog kuranlar asla kibirli bir insan olmadığımı çok iyi bilirler. 

-Saadet Partisi’nde adaylığınız açıklandıktan ve seçim çalışmalarınıza başladıktan sonra özellikle Fahri Kayahan Bulvarı ve Tecde’nin sizin döneminizde imara açılarak bölgedeki yeşil alanın yok edilmesine zemin hazırladığınız yönünde yoğun eleştiriler yapılmaya başlandı. Bu eleştiriler ne kadar haklı ya da ne kadar haksız? 

-Bütünüyle haksız ve bilgiden yoksun bir tutumla yapılan eleştiriler. Fahri Kayahan'da yapılaşma bizden sonra başladı. Biz sadece Fahri Kayahan Bulvarı’nı, yolu açtık. Göreve geldiğimiz 1989 yılında ne diyorduk? Hedef 2015 diyorduk. Hiçbir belediye başkanı dillendiremiyordu bu kadar uzun vadeli planlamayı. Ne diyorduk? Kentler planlanırken 25 yıllık periyodlarla planlanır. Malatya’nın sosyal ve teknik alt yapısını planladık. Biz o dönem bu konuda işinin uzmanı profesörleri çağırdığımızda dedik ki ‘Malatya tek bir hat üzerinden büyüyemez ve gelişemez. Bu kasaba belediyesi projesidir. İki çevre yolu planlıyorduk.Güney ve Kuzey Çevreyolu. Ayrıca kuşak yolları. Kuzey Çevre Yolu’nun tescilini 1991 yılında biz yaptırdık. Fahri Kayahan’daki o yolu 18 uygulaması ile yani şuyu ile açtık. Çok az şikayet vardı. Yolun hafifçe kıvrılması dışında bir şikayet yok. Demek ki her şeyimizi beğeniyor ve bir şikayet bulamıyor bir tek yolun orada hafifçe kıvrılmasını sorun olarak görüyorlar, Bu durum aslında benim hoşuma da gidiyor. Çünkü başka bir sorun göremiyor. Ayrıca kavşaklar düzgün ayarlansaydı şikayet edilen o hafifçe kıvrılmanın gerçekte olmadığı da görülecek. Orada biraz planlama hatası var. İmar uygulaması bizden sonra başladı. Fahri Kayahan Bulvarı konusunda,  benden sonra 15 yıl geçti ve hala oradaki her iş bana mal ediliyor. Orada bölgede yapılan yapılaşmadaki imar hataları, imar yoğunluğu bölgedeki bir çok çarpıklığa yol açıyor. Fahri Kayahan’ın bütün yapılaşması benden sonra yapılmış. Meclis kararlarıyla oraların planlanması  defalarca kez değiştirilmiş. Bizim planımız oranın Tecde ile bütünleştirilip yeni baştan planlanmasıydı ama benden sonra bölgede imar yoğunluğu ile ortaya çıkartılan yapılaşma bozukluğu ve dolayısıyla gelen yetersiz alt yapı sorunları bana mal ediliyor. Yapılaşma düzgün yapılmadı, eksik yapıldı, fazla kat verildi ve defalarca imar plan tadilatı yapıldı. Elimde planlar olsa ben size Fahri Kayahan’ın nasıl istismar edildiğini söylerim.

-2002 yılında AKP’ye geçtiniz. Malatya teşkilatını kuran ekip o dönemde sizi bir türlü kabullenemedi. Ama 2002 seçimlerine yönelik yapılan temayül yoklamasında güçlü bir destek aldınız parti tabanında. AKP’ye girişiniz, daha sonra ayrılışınız... AKP’den ayrılmanıza kadar giden bu uzun süreçte neler yaşandı? Malatya’daki ve Ankara’daki sorunlar nelerdi?

-Bakın ben hiçbir zaman siyasette hiçbir şey talep etmedim. Siyaseti meslek olarak görmedim. Ama maalesef Türkiye’de siyaseti bir meslek olarak gören böyle bir sakat anlayış var. Meslek kelimesini seçerek kullanıyorum. Sanki ömür boyu milletvekili veya belediye başkanı olmaya mecburmuş gibi. Bu, benim fevkalade yadırgadığım hastalıklı bir anlayış. Oysa siyaset bir hizmet aracıdır. Siyasetin hizmet aracı olması dünyanın her yerinde evrensel bir ilkedir. Neden? Çünkü, 750 bin nüfusun hak ve hukukun korumaya mecbursunuz ve bunun için söz veriyorsunuz. Malatya dışındaki Malatyalıları da düşünürseniz 1 milyon Malatyalının hak hukukunu korumayı, kaynaklarını korumayı, hesap vermeyi taahhüt ediyorsunuz. Bu aynı zamanda bizim inanç değerlerimizin de bir gereğidir. Böyle bir hesap verme şuuruna sahipseniz siyaset veballi bir iştir, zor bir iştir ve ağır bir sorumluluktur. Ama birileri bunu meslek olarak gördüğü için Türkiye siyasetinin baş belasıdır bu anlayış. Bu işe giren herkesin kendi kendine ‘Ben bu işi yapabilir miyim diye?’ bir kritik yapması zorunludur. Avrupa’yı da dünyayı da biliyorum. Örneğin bir CEO alırken ya da transfer ederken milyon dolarlarca transfer parası ödüyorsunuz. Neden? Çünkü o işi bilen adama ihtiyaç var. Milyar dolarlarca para teslim edecekler. Belediye başkanlığı da böyle. Halkın parası size teslim ediliyor. Ama siyaseti meslek olarak gören bu kişiler, siyasete mesuliyet ve vebal olarak bakmadıkları için ya da ‘Ben bu işi ne kadar başarabilirim?’ diye kendi kendilerini sorgulamadıkları için hem yerel siyaseti hem genel siyaseti çürütüp işini boşaltıyorlar.  

Bir insanın potansiyeli varsa, bu potansiyeli neye uygunsa, hangi göreve uygunsa, gönül dünyanızda da kötü bir insan değilseniz oraya gelmenize hiçbir şey engel değildir. O potansiyel bir şekilde kendini ortaya çıkarır ve yerini bulur.  Ben sivil bir mimar olarak çalışıyorken de bilgi ve birikimimi belediye başkanlarıyla paylaşıyordum.  Ama Türkiye’de siyasette üst yönetimden birilerine yakınsanız, birileri sizi koruyup kolluyorsa bilginiz, birikiminiz çok da önemli değil.  Hatta bir şey bilmemeniz artı puan bile olabiliyor şimdilerde. Örneğin benim 1989’daki adaylık sürecimde, Metin Bey’e (Metin Emiroğlu) ‘Beni aday yapacaksanız, bana çöpçülük bekçilik işleri vermeyin. Onları yapan bir kadro zaten var. Ben gelirsem büyük hedefler koyup büyük işler yaparım. Ama büyük hedefler de koyarsam, takdir edersiniz ki büyük hedeflerin realize olması için belediye bütçesi yetmez. Bana genel bütçeden yardım edecekseniz, destek olacaksanız aday olayım. Destek vermeyecekseniz şimdiden söyleyin aday olmayayım’ dedim. Metin Bey de bana ‘Yahu sen ne biçim adamsın, millet aday olmak için kapıları aşındırıyor sen bize engel çıkarıyorsun’ dedi. ANAP’ın kurmaylarından Metin Bey’e bunu söyleyebilme gücünü nereden aldım peki? Çünkü hakikaten ben siyaseti meslek olarak ya da zenginleşme aracı olarak görmedim hiç bir zaman. Siyasetten kişisel bir beklentim yok, siyasetin amacı halka hizmet olmalıydı. 

Adalet ve Kalkınma Partisi’ndeki milletvekilliği adaylığım sürecinde de bir tek gün kimseyi aramadım. Kimseyi arayıp da beni vekil yapın demedim.  Milletvekilliği konusunda da de talep, teklif yine oradan geldi. Beni tepeden gelmiş gibi gördüler. Zorla beni arabaya bindirdiler. Kernek Meydanı’nda hatırlarsanız ortalık yıkıldı. Tayyip Bey ile çok eskiye dayalı bir hukukum var. Belediye başkanlığı döneminden bu yana tanışıyoruz. Otogarı açtırmıştık. İl başkanlığı döneminde de görüşüyorduk. İmar konusunda zaman zaman görüş alış verişinde bulunurduk. Belediye başkanları bölge toplantılarında konuşurduk. Ama o kadar hukukum olmasına rağmen bir gün arayıp da ‘Beni vekil yap’ demedim. Teklif ANAP’taki belediye başkan adaylığımda olduğu gibi bu defa da partiden gelmişti. 

-AKP  ile ilişkinizde kırılma noktası neydi?

-Ben vekil olarak seçildiğimde TBMM’de ilk konuşan vekildim. Çıktım o zaman 7 maddelik bir konuşma yaptım, ama şu cümlem önemliydi. Dedim ki o konuşmamda ‘Ben Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne noterlik yapmaya gelmedim’...  Abdullah Bey (Abdullah Gül) başbakandı. Tayyip Bey genel başkandı. ‘Ben buraya katma değer üretmeye geldim ve ürettiğim katma değeri yetkililere aktaracak kanalları açık tutun’ dedim. Ve ‘Milletvekillerinin performansını ölçen bir sistem geliştirin’ dedim. ‘Her ay milletvekili ülkesi, şehri için ne icraat yapmışsa bunun çizelgesi tutulsun. Sonunda bakılsın. Eğer milletvekili bir icraat yapmamışsa, milletin parasını maaş olarak almaya hakkı yok. Bu bensem de defolup gidelim.Çalışmayan gitsin’ teklifinde bulundum. Vecdi Bey (Vecdi Gönül) Erkan Mumcu, Hüseyin Çelik -ki bu isimlerin hepsi ya bakan ya da partinin üst düzey yöneticisi o  zaman- hepsi gelip beni tek tek tebrik etti. İlk gün böyle konuştum, hala böyle düşünüyorum. Çünkü siyasete meslek olarak bakmıyorum. Meslek olarak bakarsan hizmet üretemezsin. Ben kendime saygımın gereği olarak siyasete evrensel ilkeler penceresinden bakarım. Siyaset evrensel ilkelerle bağını koparmaya başlamışsa orada hizmet üretemezsiniz. Hizmet üretemediğiniz bir yerde bulunmakta ısrar ederseniz bu defa kişiliğinizden ve insani ilkelerinizden taviz vermek zorunda kalırsınız. Bir de siyaset yaptığınız şartlar ve zemin sizin potansiyelinizi açığa çıkarmanıza izin vermiyor olabilir.  O zaman kenara çekileceksiniz. Eğer bir sistemde özeleştiri veya otokritik yoksa o sistem yok olmaya mahkumdur. Sistemde bu ortam olmadığını gördüm ve yolum ayrıldı. En çok eleştiriyi partideki milletvekilinin yapması gerekiyor. Yoksa orada temiz siyaset bitmiştir.

-AKP’de dediğiniz şekilde bir eleştiri ya da özeleştiri yapılabiliyor mu? 

-Yok, hayır. Hiçbir partide bu yapılamıyor. Türkiye’nin genel siyasi zemininde yapılamıyor. Neden? Çünkü Siyasi Partiler Kanunu da eleştirinin önünü tıkayan, siyasal partiyi lidere bağımlı kılan yönetim tarzının önünü açıyor. 12 Eylül rejiminin Siyasi Partiler Kanunu lidere bağlı bir sistem yapılandırmış. Tek kişinin her şeyi belirlediği, her şeye egemen olduğu bir sistem. Siyasete meslek olarak bakan zihniyetler de  ‘Ben Genel Başkanın her dediğine evet diyeyim ve bir dönem daha aday olayım’ diye düşünüyor.

-Sizin milletvekili seçildiğiniz dönemde bir başka AKP Malatya Milletvekili Ali Osman Başkurt ile hep kavgalı olduğunuz yansıdı basına...

-Hayır. Ali Osman Bey’le hiç öyle bir  kavgamız yoktu. Siyasi zeminde zaman zaman tartışmalar olur tabii, ama bu asla kavga değildi.

-TBMM Çevre Komisyonu Başkanı olduğunuz dönemde komisyon başkanına tahsis edilen kırmızı plakalı araç ile Malatya’ya gelmeniz çok eleştirilmişti...

-Onun eleştirilmesini de hiç anlamıyorum. Dediğiniz gibi o dönem TBMM’de Çevre Komisyonu Başkanı olmuştum. Komisyon başkanlığı demek yarı bakanlık demek. Milletvekilin gitmiş, Mecliste komisyon başkanı olmuş. Meclis ona kırmızı plakalı araba tahsis etmiş ve o arabasıyla vekil seçildiği ile gelmiş.Yahu niye gurur duymuyorsun ki? Şimdi yalvarıyorsun ‘Niye bakanımız yok’ diye. Bakanın olsa kırmızı plaka ile gelecek ve gurur duyacaksın. Bununla niye gurur duymuyorsun. O zaman gidin TBMM başkanlığına deyin ki ‘Kırmızı plakalı araç vermeyin’. TBMM yönetimi de normal araç versin, beni onunla geleyim. Yani bunu eleştirmenin mantığı da, tutarlı bir tarafı da yok. Bu eleştirinin mantığını hala anlayabilmiş değilim.

-Bugüne gelelim artık. Malatya Belediyesi’nin son 15 yıllık belediyecilik anlayışını nasıl değerlendiriyorsunuz? MHP’li ve AKP’li 3 farklı belediye belediye başkanının görev yaptığı bu sürede Malatya hak ettiği hizmetleri alabildi mi, çağdaş anlamda yerel yönetim sergilenebildi mi yoksa kaybedilen bir 15 yıl mı yaşadık sizce? 

-Malatya’nın belediyecilik alanındaki son 15 yılı kesinlikle kayıp yıllardır. Neden kayıp yıllar? Ben 1989’da Malatya Belediye Başkanı olarak seçildiğimde 25 yıllık bir stratejik hedefler manzumesi ortaya koymuş ve şunu demiştim: Bir kent sadece lineer (çizgisel) doğrusal bir hat üzerinde gelişemez. Bu ancak kasaba belediyeciliği projesidir. Çevreyolunu 1989’da söylemişim, sınırlarımızdan geçmediği halde, yani belediye uhdesinde olmadığı halde tescil ettirmişim ve o günden bugüne 15 yıl geçmiş, sen 1 metre yol açamamışsın. Yani bir kere demek ki sorun tespitinde aramızda çok ciddi uçurumlar var. Eleştirdikleri Fahri Kayahan Bulvarı’nı açmışım, şimdi yeni bir merkez inşa edilmiş orada. Ama siz bir yol dahi açamamışsınız.  Bu yolların Kuzey –Güney istikametinde 50 km’lik akslarla bağlanması gerekiyor. Kuzeye doğru açılması gerekiyor çünkü Güney’de Beydağları var ve bunu da açacak bir şey yapamamışsınız.  Allah aşkına ne yaptınız siz bugüne kadar? 10 km’lik alanda belediyecilik yapılıyor. Çarşı tek çarşı. Merkez tek merkez. Trafik arapsaçı. Yani bu kadar ufuk ve vizyon probleminin olduğu yerde ben ‘Kayıp yıllar’ terimini nezaketen söylüyorum. 15 yılın birikimi bu kadar para nereye gitti?  Sadece yaptığım otogar 20-25 milyon dolardı. Ya bir tane de sen ona onun yanına yaklaşabilecek bir eser yap. Ben ta o yıllarda yazmışım: Uluslararası kongre oteli, kongre merkezi.  Yap Malatya’ya bir tane kongre oteli. Niye yapmamışsın?  Biraz turist gelsin. Malatya’nın turizm potansiyeli artsın. Karakaya Baraj Gölü’ne niye turizm master planı yapmıyorsun? Malatya’da Karakaya Baraj Gölü var. Neden bunu yapmıyorsun? Niye? Malatya’nın tarihi açısından Battalgazi bölgesi önemli bir bölge. Surlar ve diğer eski eserler. Buranın çok ciddi tarihi bir alan olarak planlanması, komple özel bir alan haline getirilip, özel, ses, ışık, yürüme yolları ile tarihi görsel ziyafet verilmesi mümkün iken niye bunu yapmıyorsun?  Bunları yapmaz iseniz bir kent nasıl gelişir? Bunu bana birisi izah etsin. Belediyecilik nasıl bir iştir? Belediyeciliğin yüzde 70-80’i imar işidir. Bunu yapmak zorundasınız. Kanundaki görevler bellidir.  Malatya kent merkezine, kazık çakarak, demir çakarak iş yapılıyorsa birileri bizimle dalga geçiyor demektir. Belediyecilik, öngörülü olma işidir. Planlama işidir. Geleceği görme işidir. Kontrollü ve dengeli büyümenin şartı öngörülü olmaktır. Bugün oturduğunuz yerden Malatya’nın 3 yıl sonra otopark sıkıntısı çekeceğini görüp şimdiden yapmaya başlamıyorsanız bu işin altından kalkamazsınız. Her yıl artan araç sayısı belli. Otopark kapasiten belli. Yerini buldun, istimlak ettin, projesini hazırlardın, ihaleye çıktın, yer teslimi yaptın, inşaata başladın derken, zaten 3 yıla yakın bir zaman geçiyor.  Bunu görüyorsunuz. Ama yapmıyorsunuz. Yahu belediyecilik nedir?  O zaman bana bunu izah edin.

-1989-1999 yılları arasında 10 yıl Malatya Belediye başkanlığı yaptınız. 2002-2007 yılları arasında ise Malatya Milletvekili olarak TBMM’de görev yaptınız. Bugün büyükşehir statüsüne dönüştürülmüş Malatya Belediyesi için yeniden yarışıyorsunuz. Şayet kazanırsanız neler öngörüyorsunuz, Malatya için hayaliniz nedir?

-Benim Malatya’ya dair hayalim şu: Hedef 2040 diye yazdım. Ama Malatya tarihinde ilk kez büyükşehir olduğu için Malatya Büyükşehir Belediye Başkanı, kurucu belediye başkanı olarak yazılacak. Bu kelimenin altını çok kalın bir çizgi ile çiziyorum. Tarihinde ilk defa çünkü. Kurucu irade ve kurucu başkan. Malatya Büyükşehir Belediye Başkanı Malatya Büyükşehrin Kurucu Başkanıdır. Seçim broşürüne de böyle yazdım. Birlikte Malatya’yı ilk kez ilin tüm sınırlarını kapsayacak şekilde yeniden kuracağız. Yoksa ben böyle bir slogan yazmam.  İlçeler semt haline geliyor ve Malatya Belediyesi’nin sorumluluk ve yetki alanı 57 kat büyüyor. 21 bin 500 hektardan 1 milyon 231 bin hektara çıkıyorsunuz. Biz mimarlar, bize verilen alan büyüklüğüne göre sosyal ve teknik alt yapıyı planlarız.  Bize verilen alan büyüklüğüne ve talebe göre kent planlaması yaparız. Yani Büyükşehir Belediye Başkanı,  57 kez daha büyümüş bir alanı planlayacak. Şimdi Malatya’nın bütün veri tabanı değişiyor. 57 kere daha büyük alanı planlayacağınız Malatya’nın kent meydanı yok.

-Malatya’da kent meydanının olmamasının sorumlularından birisi de siz değil misiniz?

-Neden?

-Çünkü 10 yıl belediye başkanlığı yaptınız. Kent meydanı ya da meydanlar yapılmamasında sizin sorumluluk payınız yok mu? 

-Ama bakın şimdi o 2015 projesi o zaman tekrar gündeme getirelim. Bakın Kuzey Çevreyolunun açılması demek aslında yeni bir kent merkezinin kurulması demektir.  Siz Kuzey Çevreyolu’nu açtığınız anda, şimdi 54 km’lik yol açılsaydı orada yeni bir merkez oluşmuştu zaten. Dolayıyla, meydanı, yolu, kavşağı her şey olacaktı. 

-Göreve geldiğinizde sorululuk ve yetki alanı 57 kat büyüyen bir belediye yönetimi olarak Malatya’yı nasıl planlayacaksınız? 

-Biz şayet bu göreve gelirsek, uluslar arası kent planlamacılarının da içinde yer aldığı bir konsorsiyum kuracağız. Sadece yerel ve ulusal ölçekteki şehir plancılarıyla çalışmayı planlamıyorum, uluslararası isimlerin de yer aldığı bir konsorsiyum kurarak kenti planlayacağız. Mesela Berlin’i kim planlamış? Barselona’yı kim planlamış? Bu mimarlarla, şehir plancıları, dünyanın en önemli şehircilik projelerine imza atan şehircilik alanındaki bilim insanları ile çalışacağız. Ben iddialı bir adamım. 1989’da,  2015’i yani 26 yıl öncesinden bugünü planladığımda Malatya’da derin düşünme yetisinden yoksun, stratejik planlamayı bilmeyen birtakım kişiler bana güldü. Sadece Malatya’da değil o yıllarda başka şehirlerde de yoktu uzun vadeli şehircilik planlamaları. En fazla 5 yıllık planlar vardı. Kanun da böyle diyordu zaten. Ben küçük işlerle uğraşmam. Malatya insanına hizmet üretmek üzere yola çıktığımızda yol haritamızı en uzman kişilerle birlikte hazırlayacağız, kenti planlayacağız. Malatya halkına mektubumda da yazdım: Malatya ilk kez büyükşehir olacağı için yapılacak planlarla, esasında Malatya’nın gelecek 100 yılını planlamış olacaksınız ve bu planlardan sonra geri dönüşünüz yok. Yapılaşma başladı mı bir daha geriye dönemezsiniz. İstimlâk etmeye devletin gücü yetmez.

 -İnsanlar neden size oy vermeli diye bir soru sorarsak, 'Çünkü' deyip başladığınızda cevabınızın devamında ne olurdu?

Yani insanlar bir yerel yöneticiyi seçerken herkesin birikimine, kimliğine, referansına bakmalı. Malatya’nın şeklini şemailini kökten değiştirecek kişiyi seçecekler. Birisine oy verecekse bu referanslara bakmalı. Teknik referanslarına, birikimine bakmalı. Kurucu başkan rolünü üstlenip kurucu iradeyi temsil edecekse bu mesuliyet duygusuyla tercih ve takdir hakkını kullanmalı. Evrensel ölçüleri dikkate alacak, adil yönetecek, kamu kaynaklarını yandaşa peşkeş çekmeyecek, şeffaf ve hesap verebilir olacak, ehliyetli liyakatli olacak. Malatya halkının 30 Mart’ta seçeceği başkan adayı 1 milyon insanın yaşadığı bir şehrin 100 yıllık geleceğini kuracak bilgi ve birikime sahip olmalı. 

-Malatya Belediyesi’nde parasal kaynakların doğru projelerde ve doğru yerlerde kullanıldığını düşünüyor musunuz? 

-Hangi projeden bahsediyorsunuz? Proje var mı ki doğrusunu yanlışını konuşalım? Parasal kaynakların peşkeş çekildiği yönünde son derece ciddi iddialar var. Kamuoyu bu iddiaları konuşuyor ve tartışıyor haklı olarak. Belediye yönetimi ile ilgili onlarca iddia var ama olmayan tek şey var o da hizmet. Peki hizmet yoksa bu kadar devasa parasal kaynak nereye gitti? Bunu soruyorum halkımıza. Ortada hizmet yoksa kaynaklar nereye gitti? Malatya halkı bunu düşünsün, tartışsın ve buna göre karar versin. 

Bu kadar para kavuna benzeyen kayısı heykelleri için mi harcandı? Kaldırım için mi harcandı? Soruyorum ben. Benim dönemimden sonra 1 metre yol açılmadı, imar alanı açılmadı diyorum. Trafik felç diyorum. Makyaj yaptılar. Farklı bir şey yaptılarsa çıkıp söylesinler. Şehirciliğin temel ilkeleri üzerine konuşuyorum.  Bu kadar para makyaja mı harcandı? Birileri çıkıp kaynakları nereye harcadığını açıklasın o zaman.

-Belediye başkan adayları Başbakan Erdoğan’ın açtığı yolda ilerleyerek çılgın proje açıklama hastalığına yakalandı. Sizin de ‘Çılgın proje’ olarak nitelenecek bir projeniz var mı? Ya da iş başına geldiğiniz takdirde öncelik ve önem vereceğiniz kentsel projeleriniz hakkında bilgi verebilir misiniz?

-Bakın, biz, birilerinin taklitçiliği ile yola çıkacak kadar birikimden, bilgiden ve vizyondan yoksun siyasiler değiliz. Tam tersine bizim Malatya’da 1989-1999 döneminde gerçekleştirdiğimiz projeler Türkiye’ye ilham oldu. Farklı şehirlerde bizim projelerimizi örnek alarak belediyecilik yapıldı. Bu yüzden çılgın proje nitelemesini sevmiyorum. 

En büyük projem şudur: Malatya halkı, 30 Mart seçimleri ile yeniden yapılanacak olan Malatya’nın kurucu başkannı ve kurucu iradesinin temsilcilerini seçecek. Saygıdeğer Malatya halkı 30 Mart’ta takdirini bizden yana kullandığı takdirde, Malatya kentinin planlamasını bitirip maketini, sinevizyonunu, animasyonunu Türkiye kamuoyuna ve Malatya’nın önüne koyduğumuz zaman Türkiye heyecanlanacaktır. Planlamadan sonra Malatya’nın plan maketini halka göstereceğiz. Karakaya Baraj Gölü’nün turizm master planı, çevre yolları, alt merkezleri, raylı sistem. Metronun planlanması veya raylı sistem. Böyle bir yapılanma ve bütün ilçelerin potansiyeline uygun yapılanmalar. Bütün sistem sil baştan, bunun altını çiziyorum. Bakın bütün sistem sil baştan üretilecek. Ben şunu söylüyorum bir kez daha:  Malatya, belediyecilik anlamında 30 Mart’tan sonra 57 kez daha büyük bir yer olacak ve 57 kez daha büyük bir yerin planlanmasını yapamayacak olan girmesin bu işe. 

-Mevcut Başkan Sayın Ahmet Çakır projelerini açıkladı kısa süre önce. Siz Sayın Çakır’ın projelerini incelediniz mi, ne düşünüyorsunuz  

-Hayır incelemedim. Proje yapmak önemlidir ama daha önemli olan uygulamadır. Uygulama iradeniz yoksa, projeleriniz kağıt üzerinde kalır. 

Bakın, Malatya’nın içme suyu kanalizasyon alt yapısını bugünkü kaynaklarla kıyaslandığında son derece dar imkân ve kaynaklara biz bitirdik. Önemli olan uygulama iradesidir. 

-Altyapı konusunda her dönem aynı iddialı açıklamalar yapılıyor, ama Malatya’nın altyapı sorunları da bitmiyor. Sizden sonra Mehmet Yaşar Çerçi de Cemal Akın da benzer söylemlerle kamuoyunun karşısına çıktı…

-Allah aşkına rakamlar ortada. Kimse kimseyi kandırmasın. Benim çabamla onlarınki bir mi? Bütün şehri kazdık. Şehir adeta bir şantiye görünümündeydi.  Tabii halkın hayatını kolaylaştıracak tedbirleri de alarak altyapı çalışmaları konusunda ciddi işler yaptık. Seçime girerken Ankara yolunu kazmıştım hatırlayın. Rakamları veririz ayıp olur. Benim harcadığım para İller Bankası kayıtlarında var. Bugüne güncelleyin ortaya çıkar. Ama yeni yerleşim yerlerini tabi yapacaksınız. Mecbursunuz. 3 katlı yere 8 kat verirseniz o da sizin hatanız ve yeniden yapmak zorundasınız.  Çünkü sistem yetmiyor.

- Yerel seçimlerde AKP’ye karşı yarışan adayların gerçekte rakibi başbakandır. Siz Malatya’da Ahmet Çakır’a karşı değil, başbakana karşı yarışıyorsunuz. Bu kadar zorlu bir yarış olmasına karşın sizin aday olmanız sonrasında ‘Münir Bey yenilgiyi kabullenecek biri değildir, bir ışık görmese gelmezdi’ yorumu yapılıyor…Ne diyorsunuz bu yorum için?

-Bir kere yenilgiyi kabul etmez cümlesine katılmıyorum. Çünkü ben, bir konuda üstüme düşen sorumluluklarımı yerine getirdikten ve tüm çalışmalarımı yaptıktan sonra Allah’ın takdirine derin bir inançla bağlanırım. Tevekkül sahibi bir Müslüman olarak Allah’ın takdirinin, Cenab-ı Hakk’ın nasip etmesinin ya da nasip etmemesinin söz konusu olduğu bir olayda yenilgi ya da zafer bağlamında bir değerlendirme yapmam ben. Ben üstüme düşen vazifeyi yaparım ve şunu söylerim: Gayret bizden tevfik Allah’tandır. 

Bir de birilerinin hesaplamadığı şöyle bir husus var: Bir olayın gerçekleşmesi için diyelim ki bin tane parametre varsa en zeki insan bile ancak bunun yüzde 20’sini yönlendirir. Yüzde 80’i yine sizin dışınızdaki faktörler tarafından belirlenir. Mesela birileri bir başkası için kaset çıkarır, ayrılmak zorunda  kalır siyasetten. Deniz bey (Deniz Baykal) öyle oldu. Ben bir kere inancım gereği neticeyi hep Allah’a bırakırım. Netice Allah’ındır. Neden? Çünkü bu parametreleri ben hesaplayamam.  Yani bir olayın vaka haline gelmesinde ancak şartların yüzde 20’sini biz belirlersiniz. Dünyanın en zeki insanı da olsanız bu böyledir. Diğer yüzde 80’i sizin dışınızdaki koşulların; konjonktürün belirlediği durumlardır. O yüzden akıllı olacaksınız. Yani bir işe teşebbüs ederken, aklınızı, gücünüzü, parametreleri hesaplayacaksınız. Buraya gelirken bir yıl istişare ettim. Bir kere Malatya’da bir değişim talebi var. Her siyasi görüşten insanın görüşü bana geldi.  Ve ısrarla, büyük bir istekle adaylığım için talep oldu. Özellikle Malatya’nın büyükşehir olması nedeniyle kentin planlanmasının ağır bir vebal olduğu kanaati doğdu halk arasında. Bu adaylık işini düşünmem için çok talep geldi. Günlerce telefonlarım kilitlendi. Dediğim gibi talebi gördüm ve geldim. Her kesimden gördüm. Ama nihai tahlilde netice Allah’ındır.

-17 Aralık süreci, İslamcı hassasiyetle politika yaptığını ileri süren politik aktörlerin dünya malına düşkünlüklerine ilişkin üzerinde düşünülmesi gereken ilginç veriler de sundu.  İslamcı olduğunu iddia eden kimi politik karakterlerin paraya, mala mülke bu kadar düşkün olmalarının sizde bir izahı var mı?

-Bu acınacak bir durum tabii, ama dikkat ederseniz ben siyasi analizlerimi yaparken hiç isim zikretmedim. Hep sistemi eleştirdim. Ben bir çerçeve çizdim ve hemşehrilerimizin vicdanına, basiretine emanet ettim. Bu şablonu alınız kimin üzerine oturtuyorsanız oturtun. Bir ülkenin yetkilileri etkilileri, isterse oda başkanı olsun, ister milletvekili, ister bakan olsun,  kim olursa olsun, kendisine verilen emaneti şahsi çıkarları için kullanıyorsa, onlar bu ülkenin baş belasıdır. Bu bir kere her açıdan siyasetteki çöküşün ifadesidir. İki tane siyasi damar vardır: Birinci damar güç, rant ve iktidar merkezlidir. ‘Rant bende olsun, güç bende olsun, iktidar da bende olsun’ derseniz her şeyi mubah görürsünüz. Ben Türkiye siyasetinin bu dediğimiz anlamda ilkeli, özeleştiriye açık, otokritiği olmayan bir yapısı olmadığını başta söyledim. Türkiye’de dikkat ederseniz siyaset hiç normalleşmedi. Birileri olağanüstü ve anormal durumları konjonktur haline getirerek hep siyaseti onun üzerinden yönlendirdi. Hukuku manipüle ederseniz hukuk biter, doğal hukuk başlar ve nefsi müdafaa başlar. Sonrasında ise ülkenin Teksas’a dönmesini hiçbir güç engelleyemez.

-30 Mart seçimlerinin belediye başkanlarının seçimi dışında, Türkiye’nin siyasi ve toplumsal yapısını nasıl değiştireceğini düşünüyorsunuz?

-Bu yerel seçimlerin Türkiye açısından bir kırılma olacağını düşünüyorum. Siyasetin akış süreci bizim temel ilkelerimize inanç değerlerimize uymadığını görüyorum. İnsanlarımızın ferasetine ve basiretine güveniyorum. Kalp akl-ı selimine güveniyorum. Ama burada çok acı ve üzücü bir hususu vurgulamalıyım: Bu ülkenin aydınları, ülkenin ve siyasetin doğruları-yanlışları konusunda üstlerine düşen görevi yapmayarak büyük bir vebal altına girmektedir.  Bu ülkenin aydınları son yıllarda sus-pus oldu. Doğru için, hak değerleri için doğruyu söyleyen insanların olması gerektiğine inanıyorum. Fakat aydınlar konusunda hayal kırıklığına uğradım maalesef.

-Yeni bir siyasi hareketten söz edilebilir mi 30 Mart sonrasındaki süreçte? 

-Az önce saydığım değerlerden kopuk bir şekilde siyaset sürerse, olağanüstü konjonkturla manipüle edilirse Türkiye’de yeni siyasi oluşumların meydana gelmesi sürpriz olmayacaktır. 

-Bazı çevreler sizi Malatya Büyükşehir Belediye Başkanlığı adaylığınızın arka planındaki asıl hedefin SP Genel Başkanlığı olduğunu ileri sürüyor. Var mı böyle bir hedefiniz gerçekten? 

-Daha önce de söylemiştim: Şayet bir potansiyeliniz varsa, bu potansiyeliniz milletvekilliği, muhtarlık, oda başkanlığı da olabilir. Potansiyeliniz buna uygunsa, sizin de öz itibariyle kalbinizde ruhunuzda insanlara yanlış yapmama iradeniz varsa oraya gelmenizi hiçbir güç engelleyemez. İnsanlar hak yer, ama Allah adil-i mutlaktır. Sizin hak ettiğiniz yeri size teslim eder. Yani o potansiyeli teslim eder. Ben bu ülkenin sürekli vurguladığım gibi dürüst, ehliyetli, liyakatli ve meşverete önem veren insanlarla yönetilmesi gerektiğine inanıyorum.

- Vakit ayırıp sorularımızı cevaplandırdığınız için teşekkür ederiz. 

-Ben de size teşekkür ediyorum. 

Söyleşi – Fotoğraf: Niyazi DOĞAN – Güler HAZAR, malatyahaber.com- yenimalatya.com.tr

UYARI: Sitemizde çoğunlukla muhabir arkadaşlarımızın imzalarıyla ya da mensubu oldukları basın kuruluşları kaynak belirtilerek yayınlanan üstteki haber benzeri araştırmalar, haberler, röportajlar, maalesef “emek hırsızı” –özellikle de biri sürekli olmak üzere- sözde bazı internet yayıncıları tarafından, ya aynen ya da küçük bazı değişiklikler yapılarak, kendi özel araştırmaları ya da haberleriymiş gibi kendi yayın organlarında yayınlanabilmektedir. Haber kaynağıyla ya da araştırmasıyla, istihbaratıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan, sadece gerçek gazetecilerin ‘kamuoyunun bilgisine sunulmuş’ emeğinin üzerine ‘çöküp’, gazetecilik- habercilik yaptıklarını zanneden ve böylece kamuoyunu da aldatanların bulunduğuna bir kez daha dikkat çekerken, söz konusu unsurları da ‘gerçek gazetecilerin emeğini çalmamaları’ konusunda uyarıyoruz.
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız