SON DAKİKA
SON DEPREMLER

Malatya'da Aşure Geleneği

A- A+ PAYLAŞ

Necati Güngör

 

Başka yerlerde bir tür tatlı olarak bilinir, öyle söylenir  ve o niyetle yenilir; ama Malatya’daki adı  “aşure çorbası”dır… Herkesler aşureyi soğutur, dolaba koyar, dondurur; ama Malatyalılar ol mübareği daha dumanı tüterken, ağzının derisi sıcaktan soyulasıya kaşıklardı! Doyulmazdı kaşıklamakla, soğuyunca aynı tadı vermeyeceğinden korkulurdu sanki…

 

Aşure haftası ne zamandı, hangi mevsimde yapılırdı, ya da hangi ayda? Biz çocuklar bilmezdik ayrıntısını; o kadarını büyüklerimiz bilirdi… Yılda bir kez, bir gün bakardık ki, analarımız, (evimizin, hayatımızın bel direği olan analarımız, evet!) aşure hazırlığında… Eski ay adlarını bilirler, bu ayların kutsal günlerini ıskalamazlardı. Varlıklı evlerde mutlaka aşure tenceresi kaynar, zengin yoksul demeden herkes birbiriyle paylaşırdı…

 

Bir söylenceye göre, “Nuh Peygamberin aşı”ydı aşure. Tufan zamanı, öyle bir gün gelmiş ki, Nuh’un Gemisi’nde erzak çuvalları boşalmış. Her çuvalın dibinde birkaç avuç bir şeyler kalmış. Nuh Peygamber o çuval diplerindeki nohudu, fasulyeyi, buğdayı, ve saireyi kazana atıp çorba yapmış; adına da aşure demiş…

 

Bir inanca göre de, Kerbela’da şehit edilen Peygamber torunu Hüseyin’in can aşı olarak pişirilmekteymiş…

 

Malatya’da mezhep ayrımının bilinmediği, bilinse de yapılmadığı, insanların yaftalanmadığı yıllardı… Çarşıda pazarda, düğünde dernekte, fabrikalarda, atölyelerde, mahallede, cegette, okulda, sınıfta yan yana, iç içe yaşandığı zamanlardı. Ayrım bir tek noktada yapılırdı hakçası: Ev hanımının temizliğine titizliğine dikkat edilir, ona göre, o evden gelen aşurenin ya da başka bir şeyin yenilip yenilmeyeceğine karar verilirdi… Kalender meşrep kişiler o ayrımı da yapmazdı. (Teyzemin oğlu mesela, annesinin açtığı baklava dışında kimselerin baklavasını yemezdi bayramlarda!)

 

Annemin aşuresi başkalarınkinden daha farklı bir lezzette olurdu gerçekten… Kaşıkladıkça yiyesi gelirdi insanın. Doymak istemezdiniz adeta. Meğer, başka hanımlarınkiyle önemli bir malzeme farkı varmış bizimkinin: Başkalarının suyla pişirdiği buğdayı, annem sütle pişirirmiş. Ucuza çıksın diye pekmezle tatlandıranlar olurmuş; ama annem hep şeker koyarmış… (Pekmezin bolluğunu düşünsenize, şekerden bile daha ucuz! Çünkü her evin avlusunda, bağında dut ağaçları vardı ve o dutların suyundan bol bol pekmez kaynatılırdı. Şimdi pekmez şekerden pahalı; çünkü dut ağaçları giderek yok edildi! Vah, başıma gelenler!)

 

Aşurelik malzeme özenle hazırlanırdı... Fındık çiğ konulmaz, rayiha versin diye kavrulurdu mesela. Ceviz suya yatırılır, kabukları soyulurdu ki, aşureyi karartmasın, sütün beyazı bozulmasın… Kuşüzümü yıkanır, yeniden kurulanırdı ki, tozu toprağı kalmasın. En az on çeşit  olmasına dikkat edilirdi malzemenin. Yaz ve bahar aylarına denk gelen aşurelerde portakal kabuğu bulunmadığından, kokulandırmak için karanfil, tarçın dövülüp serpilirdi üzerine. Ceviz hem içine konulur, hem de dövülüp üzerine serpilirdi. Bu malzemelerin çoğu çarşıdan alınmazdı; çünkü evlerde bulunurdu. Bir tek kuşüzümü, fındık Malatya’da yetişmediği için çarşıdan parayla alınırdı. Bir de şeker…

 

Lezzetli aşure yemek için annemin yapacağı günü bekleyen komşularımızı bilirim. Çarşıda dükkân komşularımız vardı öyle. “Mahmut, bu yıl aşure pişmedi mi?” diye soranlar olurdu bazen.  

 

Aşureyi mahallede en az yedi kapıya dağıtmak gerektiğine inanırdı annem. Taslara, çukur tabaklara doldurulmuş aşure çorbasını komşulara taşımak göreviyse biz çocuklara düşerdi. Dağıtılan aşurenin miktarı, o evin nüfusuna göre ayarlanırdı. Komşulara dağıttıktan sonra, akrabalara (özellikle pişirmeyenlere), çarşıya taşınırdı. Bunları taşımak da birer kutsal görevdi. Öyle gelirdi bana. Çarşıya iki sitil gönderilirdi. Büyük sitille (kalaylı yoğurt bakracı) bizim dükkâna; küçük sitille de dayımın dükkânına. Dayımın, Afyon Han’ın girişinde attar dükkânı vardı o yıllarda. Bizim dükkâna (Kasap Pazarı’nda) giden sitilin yanına beş altı tane de kaşık konulurdu elbet. Götürür götürmez komşulara haber verilir, kaşığı kapan çökerdi sitilin başına. Doyup kalkan da, “Allah kabul etsin!” demeyi ihmal etmezdi.

 

Sonradan gelenlerse, soğuk aşureye gönül indirmek durumunda kalırlardı.

 

Bir şenlik, bir bayram, bir bereket ve bolluk havası içinde yaşanırdı aşure günleri. Mahallede hanımlar bir araya gelirler önceden, aşure pişecek günleri sıraya koyarlardı. Her gün bir evde pişer, dağıtılır; böylece hafta boyunca aşure yenilmiş olurdu!

 

Ne o mahalleler, ne o komşuluklar, ne de o elleri öpülesi analar kaldı hayatımızda! Dünyamız ıssızlaştı… Aşurede çocukluğumuzun tadı lezzeti yok!

UYARI: Sitemizde çoğunlukla muhabir arkadaşlarımızın imzalarıyla ya da mensubu oldukları basın kuruluşları kaynak belirtilerek yayınlanan üstteki haber benzeri araştırmalar, haberler, röportajlar, maalesef “emek hırsızı” –özellikle de biri sürekli olmak üzere- sözde bazı internet yayıncıları tarafından, ya aynen ya da küçük bazı değişiklikler yapılarak, kendi özel araştırmaları ya da haberleriymiş gibi kendi yayın organlarında yayınlanabilmektedir. Haber kaynağıyla ya da araştırmasıyla, istihbaratıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan, sadece gerçek gazetecilerin ‘kamuoyunun bilgisine sunulmuş’ emeğinin üzerine ‘çöküp’, gazetecilik- habercilik yaptıklarını zanneden ve böylece kamuoyunu da aldatanların bulunduğuna bir kez daha dikkat çekerken, söz konusu unsurları da ‘gerçek gazetecilerin emeğini çalmamaları’ konusunda uyarıyoruz.
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız