SON DAKİKA
SON DEPREMLER
Bülent Korkmaz

Musikişinas İnsanın Önde Gideni

Musikişinas İnsanın Önde Gideni
A- A+ PAYLAŞ

Bülent KORKMAZ

deybayah@gmail.com

Bu yazı türküleriyle büyüdüğüm sevgili dostlarım Münir Engür ve Mustafa Çoban’a gelsin!

Müzikten, şarkıdan, çalgıdan, türküden anlamam. Ne sesim var ne kulağım. Bir türküyü baştan sona söyleyebildiğim görülmüş şey değildir.

Ama bende gerçek yaşamdan alınma musiki öyküleri var. Kimseye türkü çığıramıyorum, bari bu öyküleri aktarayım.

Müzik Hocası

Malatya’yı bilen herkes kabul eder ki Kündübek (Gündüzbey) oldum olası güzel memlekettir. Havası, suyu, doğasıyla gönülleri şenlendirir, ruhu ve bedeni dinlendirir. Hepimizin anası ve babası muhteşem Derme Suyu Kündübek’in biraz ilerisindeki Kozluk Köyünden doğup kuzeyden-güneye akarken yolunun hemen üstündeki bu köyümüzde (Kündübekliler memleketine “köy” der, biz de öyle diyelim) başka pınarlarla birleşip tüm Malatya’ya hayat vermiştir.

Kündübek sadece doğal yapısıyla özgün bir köy değildir. Bilhassa bu köyde doğup büyüyen, köyün pisiklerini (kedi) bile tanıyan sevgili dostum Mustafa Çoban Öğretmenimden dinlemelerime göre yeryüzünün en “gırgır” öykülerini üreten insanlarının yurdudur.

Birkaç Kündübekli amcamız 40-50 yıl kadar önce Erhaç Havaalanının bir bölümü olan Hava İkmal’de çalışmakta, mesai saatleri haricinde ise halkımızın bir bölümünün yaşamının bir bölümünde milli spor olarak icra eylediği eylemi yapmakta, yani subaşlarında içmektedirler. Bu amcalar çalıştıkları işyerinde uçak parçalarının vb. temizlenmesinde “saf alkol” kullanıldığını fark etmişlerdir. Bir yolunu bulup varillerden şişelere alkolü transfer ederler.

Ara not: alkolizm ideolojisi hakkında geniş malumata sahip tanıdıkların dediğine göre, içine biraz limon sıkıldığında saf alkol içilebilir hale gelmektedir.

Sonra bir gün yetkililer fark eder ki “alkol varilde durduğu gibi durmamaktadır” ve bir varil saf alkol eksiktir. Derhal zanlılar hakkında soruşturma açarlar.  Soruşturmada şüphelilere sorulur, bu kadar malı ne yaptınız, diye. Bizimkilerin hepsinin yanıtı İlm-i Kimya mensuplarını hayran bırakacak şekilde şudur:

Alkol, tebahhur etti”.

Yani “buharlaştı, uçtu”. Alkol bu, uçma diyemezsin ki.

Öykümüzün kahramanı Haci Dayı işte böyle bir ekibin üyesidir. Haci Dayı alkolle birlikte müzik icra edilirken türkü söylemeye, uzun hava çekmeye çalışmaktadır. Çalışmaktadır diyoruz çünkü fıkara sesten-soluktan-makamdan yoksundur; bu iş onun işi değildir. Bir gün arkadaşları dayanamaz, “Haci” derler, “istersen sen söyleme, dinle”. Hoşgörülü bir insandır, tamam der, ben dinlerim, bir daha söylemem.

Günlerden bir gün belki yıldızların ışılattığı, ayın parlattığı, kiraz ağaçlarının hemen yanındaki harıklardan ılgıt ılgıt akan Derme Suyunun cilaladığı serin bir Kündübek gecesinde sofrayı kurmuş, et pişsin diye ateşi yellemiş, sazın tellerini tıngırdatmaya, türkü çığırmaya başlamışlardır.

Haci Dayı türküye eşlik etmek istemektedir istemesine ama “sözü sözdür”, çenesini tutacaktır. Bir kıvranır, iki kıvranır, en sonunda dayanamaz ve ayağa kalkıp, hiç ses etmeden, iki elini Kündübek semalarını kucaklarmış gibi açar ve bir orkestra şefi edasında, sağa-sola, öne arkaya sallayarak icra-i sanat eyleyen dostlarına “ayar verir”.

İşte o tarihten sonra Haci Dayımız “müzik hocası” lakabına layık görülür. Haci Dayı, yaşlanır, içkiyi bırakır, hacca gider gelir ama lakap yine müzik hocasıdır.

Işıklar içinde yatsın, rahmet olsun…

Bu da bizim “hocalık”

Yukarıdaki öyküyü dinledikten sonra epey güldüm, sağda-solda anlattım.

Bu hadiseyi kardeşim Hakan Bilir’in bir mevzusuyla harmanlayıp anlattığım da oluyordu. Hakan fi tarihte Elbistan’da bir düğüne katılmış. Düğün ama ne düğün! Halay çekenlerin hepsi, kadın-erkek, sanki Devlet Halk Dansları Topluluğunun kadrolu sanatkârı. Hakan dayanamayıp fırlamış, halaya girmiş, coşmuş da oynuyor ama hep ters ayak. Ne kadar uğraşsa ekibe ayak uyduramıyor. Zurnacı durumu fark ediyor, ağzından enstrümanı çıkaramadığı için eliyle uzaktan, yüzünü de ekşitip, “sen aradan çık” diye uyarı yolluyor.

Milletin meselesine gülüp duruyorum ya… En sonunda benim başıma ne geldi?

Yakın tarihte Amerika’nın şirin vilayetlerinden biri olan Şikago’dan bir müzik grubu gelip Malatya’da konser vermişti. Şikago Üçlüsü ve Arkadaşları adı verilen bu grup konser öncesi prova yaparken ben de Çırmıhtı aksanlı “Niyork Timis” İngilizcemle Türk teknik elemanlarla bağlantılarını kuruyorum. Prova esnasında grubun şefi kemancı Elliott Golub, viyola ve keman çalan Marlou Johnson, piyanist Kay Kim, flütçü Laura Hamm ve bir Türk olup Amerika’da yetişmiş, dolayısıyla Türkçesinden ziyade İngilizcesi iyi olan soprano Suzan Avcı büyük bir titizlikle çalışıp istedikleri sesi yakalamaya çalışıyorlar. Zamanın kısıtlı olması nedeniyle hafif bir gerginlik de var. Şef diğer sanatçıları salonun muhtelif yerlerine gönderip orada çaldırıyor, ses almaya çalışıyor. Konserin başlangıç saatini 15 dakika sonraya aldılar ancak bir türlü nihai karar çıkmıyor.

Sonra halen aklımın almadığı bir hadise gerçekleşiyor. Şef Elliott Dayı şahsıma dönüp, eliyle sahneye birkaç metre ileride, ortada bir yerde durmamı işaret ediyor ve “dinleyin ve karar verin, ses iyi mi?” ricasında bulunuyor.

Ne demek efendim, biz ki tavrımızı hep sanattan, sanatçıdan yana koymuşuz, derhal.

Biraz çalıyorlar, dinliyorum, “tamam hocam, veri gut” diyorum.

Sonra konser başladı sayın seyirciler.

“Kurt” Müzisyenler

Çok bilinen, yazılmış, çizilmiş Malatya öyküsüdür. Duymayanlara tekrar olsun.

1940lı, belki daha eski, yıllarda Malatyalı davulcu Hasan ve zurnacı Abuzer Mezere’de (Yaka Köyü*) bir düğüne giderler. Her ikisi işinin erbabı ve düğünlerin gözdesidir. O yıllarda düğünlerde yapılan hizmet karşılığı sanatkârlara ya para ya da yiyecek verilmektedir.

Yine böyle bir düğünün sonunda Hasan ve Abuzer Dayı’ya buğday verilir. Buğday “emanet” bir eşeğe yüklenir. Yükü şehirde boşalttıktan sonra eşeği tarif edilen birisinin ahırına bırakacaklar ve hayvan oradan alınacaktır. (Mevzu bu değil, genç kuşak bilgilensin diye ayrıntı veriyoruz).

Mevsim kıştır, yer kardır. Bugün Yeşiltepe’de bulunan şehir mezarlığının orada Kanlıdere denen ıssız bir yere yaklaşmışlardır. Birden etraflarını birkaç kurt sarar. Muhtemelen karınları açtır ve doğada aç olan canlıya hareket eden her canlı potansiyel bir yiyecektir. Ne tırmanacak bir ağaç, ne kaçacak bir yer vardır. Adrenalin her iki tarafta had safhaya ulaşmışken sakinliğini koruyan zurnacı Abuzer, “ula Hasen hemen davulunu çalmaya başla” der.

Hasan davula vurmaya başlarken Abuzer de zurnayla eşlik eder. Ellerinden geldiğince yüksek sesle çalarlar, hayvanlar önce irkilir, tekrar üzerlerine gelecek gibi olurlar ama bizimkiler yılmadan çalmaya devam eder, kurtlar sağa-sola sıçramaya başlar ve en sonunda sesten ürküp kaçarlar.

Her ikisi kan-ter içinde bir taşa sırtını verip soluklanırken Abuzer şu yorumu yapar:

“Ula Hasen biz lorke çaldık, kurtlar darino oynadı”.

_________________

*malatyahaber.com sitesinde 28 Ekim 2011 tarihinde yayınlanan “İngiliz Kadın Seyyah ve Malatya” başlıklı yazımda bahsi geçen “Mezere” bugünkü Yaka Köyü olmalı. Bu hususta şahsımı uyaran, uyarmakla kalmayıp vesikadaki mekânı bizzat görelim diye gazeteci ağabeyim Selahattin Gökatalay ile birlikte Mezere’de dedesi Ali Begin bahçesine yemişen, kuşburnu ve davin toplamaya hatta “başak yapmaya” götüren avukat Faik Demez ağabeyime teşekkür ederim.

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız

Bülent Korkmaz yazıları