SON DAKİKA
SON DEPREMLER
Bülent Korkmaz

Öz Malatya Suyu ve Kitapları

A- A+ PAYLAŞ

Öz Malatya Suyu ve Kitapları

Bülent KORKMAZ Yazdı

 

Yalan yok, yazımızın başlığını “Öz Malatya Öyküleri (7)’ koymayı düşünüyorduk. Yaşamakta olduğumuz şu “tahlilsel” günlerin aziz hatırasına “rotayı” değiştirip, “sulu” bir öyküyle ney taksiminin ardından, kitabi kıssalardan oluşan ana hisseyi kıymetli okurlarımıza pay etmek ve ardından bir Malatya tatlısıyla mevzuları nihayetlendirmeye niyet ettik.

 

Kabul oluna!

 

***

 

Susuz İçiniz

 

1970li yıllarda Pütürge köylerinden birinin talebi üzerine, köydeki kaynak suyunun tahlili için YSE'den (Sonraki adı Köy Hizmetleri) bir ekip görevlendirir. Ekip, köye kadar gidecek, steril şişeye suyu koyacak ve dönecektir. Yapılacak tahlilin ardından, Malatya tabiriyle, kaynak suyu “aksu” ise içilecek “karasu” ise içilmeyecektir.


Ekibin içerisinde, o yıllarda belirtilen kurumda çalışan merhum gazeteci Erhan Kırçuval ve saz arkadaşları bulunmaktadır. Bu ağabeylerimizin hepsi “Sınır Tanımayan Rakıseverler Birliği”nin daimi delegeleri olduklarından, Pütürge’ye varmadan önce Orduzu Pınarbaşı’nda mola verme gereği duyarlar. Su başında yenilir, yaz günü bulut görülene kadar içilir, sonra Pütürge seyahatinden vazgeçilir; “aha şu Orduzu gaynağından suyu alah, şişeye goyah! Aman adam, o da su, bu da su; nolacah?” denir ve oracıkta şişeleme işlemine geçilir.

 

O günleri yaşayanlar bilirler. Toplum, tepeden tırnağa tüketim bunağı olmadığından bir torba, şişe vesaire bulmak meseledir. Evlerde kavanoz dahi bulunmamakta, kahveci akrabalardan rica minnet boşalmış ‘oralet’ şişeleri alınmaktadır. Toplumsal dinamik ve hatta sosyo ekonomi politik, steril edilmiş rakı şişesine su konulmasını zorunlu kılmıştır. Şişe steril olduktan sonra ha rakı şişesi, ha reçel kavanozu!

 

Bu andan itibaren bilim tarihinin karanlık noktalarından birinin kaldırım taşları döşenmeye başlanmıştır. O esnada nasıl olmuşsa, steril küçük rakı şişesiyle oynayan değerli bir ağabeyimiz şişeyi kırmıştır. Tahlilcilikte çare tükenmeyeceğinden bir başka 35 ccl güzelce yıkanır, kurulanır, durulanır ve içerisine Orduzu’nun mis suyu konulur. Daireye getirilip görevlisine teslim edilir.

 

Tahlil yapılır, açıklama anı gelir ve işlemi yapan zat-ı muhterem, “Allah, Allah”, “Töbe, töbe” dedikten sonra şu beyanatı verir: “Bunca yıllık meslek hayatımda ilk kez kaynak suyunda alkole rastlıyorum”

 

İnsanın bunu dinleyince, “behey gafiller” diyesi geliyor… Rakının içine suyu anladıkta, suyun içine rakı koymak nereden çıktı?

 

Ek: Steril şişeyi kıran şahsiyete ne yapıldığını bilmiyoruz.

 

Fantom’u da Vururlar

 

Sevgili kardeşim Erhan Ertem, 1980lere denk gelen ilkokul yıllarında, evlerinde babasının yanında, babasının ağabeyinin kitaplarını sobaya atışına nezaret etmektedir. Erhan’ın dediğine göre, “abisi biraz solcudur” ve Marks, Lenin, Engels gibi zatların faideli bilgiler içerdiğini düşündüğü neşriyattan bir Halk Kütüphanesi oluşturmuştur. Merhum babası Hüseyin Dayı, hem evladının zarar görmesini, hem de muhtemel bir jandarma baskını sonrası TRT-1 ana haber bülteninde “bir grup terörist yasadışı yayınla birlikte yakalandı…” diye başlayan haberlere konu mankeni olmak istemediğinden, koruyucu babalık görevini huşu içerisinde yapmaktadır. Kitapları tek tek sobaya doldururken, tanımadığı, bilmediği türden bir eser eline geçer. Erhan’a dönüp, “bu kitap ney?” diye sorar. Erhan, safça “Kızıl Maske” diye cevaplar. Baba, panik katsayısı artmış bir halde, bu “kızıl” eseri hınçla ateşin içine basar. Erhan, neye uğradığını şaşırmış, babasına bir şey diyememiş, cehennem alevlerinin içerisinde cayır cayır yanan çizgi romanı “Kızıl Maske”sinin ardından bakakalmıştır. Erhan, bugün bile hadiseyi anlatırken, “Keşke Fantom deseydim” diye hayıflanıyor.

 

Yaşı tutmayanlara, tutup unutanlara ve diğer bilmezlere izahat: O yıllarda piyasada çizgi roman furyası vardı. Onların en gözdelerinden biri Kızıl Maske idi. Aslında, romanın özgün adı, başka anlamlarının yanı sıra İngilizce ‘hayalet’ anlamına gelen ‘Phantom’un Türkçe söylenmiş hali Fantom’du. Kızıl Maske maceradan maceraya koşarken, üst başlıklarda “Fantom, ormanda on kaplan gücündedir” veya “Fantom’un yüzünü gören ölür”, ya da “Fantom, bazen şehre iner” veyahut “Fantom, nahana küftesini teze gavrılmış Mamurek soğanıyla sever; şahane yarma aşı yapar, çalı berkitir, davar yayar” şeklinde reklam edilirdi.*

 

Amcam Nasıl Yazar Oldu?

 

Çocukluk yıllarımızda çizgi romanlardan bol miktarda okurduk. Her çıkan sayıyı bulmak, bulsan bile almak mümkün değildi. O nedenle “Teksas-Tommiks değişirdik”. Gariptir, bu kitapların üzerinde yazarlarının kim olduğu yazmazdı. Belki de yazıyordu, bizim dikkatimizi çekmedi. Zaten yazarının ne önemi vardı ki? Elimizde dolaşan kitaplardan bahsederken, sahiplerini söylerdik.

 

Ortaokul 2’ye yeni başlamışım. Hoca, tatilde herkese ne yaptığını soruyor. Ben de okuduğum kitaplardan bahsediyorum, ama çizgi romanlardan değil, niyeyse o kitapları okumak okul ortamında ayıp karşılanıyordu. Neyse... Hocaya, “72. Koğuş’u okudum” dedim. Hoca, gerçekten okuyup okumadığımı anlamak için mi bilemiyorum, “kitap kimin?” diye sordu. Ben, tereddüt etmeksizin “Ahmet Amcamın” karşılığını verdim. Doğru ya, kitabı amcamdan almıştım. Sınıfta kimse manzarayı çakmadı ama ben bozuldum, hoca gülümseyerek “onu sormuyorum. Yazarı kim?” deyince “Orhan Kemal” cevabı verildi; sulh olundu.

 

Yalçın Küçük, Kitabı Büyük

 

Prof. Dr. Sayın Yalçın Küçük’ü bilirsiniz. İnanılmaz derecede üretken bu özgün fikirli, zeki, savaşçı, düşünen insanımız sayısız eser vermiştir. Titrlerinden biri iktisatçı olmasıdır; onu, yanlış anımsamıyorsam, pek beğenmez ve kullanmaz. Bana kalsa, çok büyük bir mizah yazarı olurdu; sanıyorum memleketin her bir tarafı geyik olduğundan gerek görmedi.

 

Yalçın Hoca’nın yazdığı kitapların belirgin bir özelliği kalın olmasıdır. Kitapları yükte, fikirde hem pahada epey ağırdır. “Pahalılığın sebebi nedir?” diye sorulan bir röportajında “bir sebebi de, kalın olmasıdır” karşılığını veriyor.

 

Küçük, birkaç yıl önce bir dava için Malatya’ya geldiğinde, DGM’deki davayı izlemeye giden gazeteci ağabeyimiz Selahattin Gökatalay’dan bu sebeple “hafif tertip” sitem işitir. “Hocam” der Gökatalay, “Duruyorsunuz, duruyorsunuz, kalın kalın kitaplar yazıyorsunuz! Zaten anlaşılması zor. Okuyamıyoruz. Şu kitapları biraz ince yazsanız olmaz mı?”

 

Yalçın Hoca kimi dinlemiş ki, Selahattin abiye kulak asa! O gün bu gündür “kalın kalın” yazmaya devam ediyor.

 

Teheyyyy

 

Bu hikayeyi duyduğumda, hikayenin oluşturan kişilerin yapısı ve ortamı gözümün önünde canlandırıp, epey güldüm. Aklıma geldikçe gülmeye de devam ediyorum. Okuyanların gülümseyeceğinin garantisi olmamakla birlikte; yazıyorum.

 

Haci Dayı 70li yıllarda Eskişehir’de çalışan oğlunun yanına ziyarete gidecektir. Dayımız, diğer akranları gibi, Malatya’da yaşadığı süre içerisinde, şalvar, yelek, mevsime göre ceket, sekiz köşe şapkadan oluşan yerel kıyafetleri giymektedir. Tabaka, baston, yelek cebinden sarkan köstekli saat tamamlayıcı unsurlardır.

 

Yola çıkmadan, Cenabı Allah bizlere ettikleri tüm zulümlere karşın cümlesini başımızdan eksik etmesin, hanımı “pantolon geyeceksin, şalvar olmaz, elin şeherinde ayıp gaçar” tantanalarıyla Haci Dayı’nın başına Versace kesilir. Allem eder, gullem eder ama ne çare! Haci Dayı civarda, “bulaşık”, dediği dedik birisi olarak tanınır ama bunlar Bibimize sökmez. Çünkü bizde, ezelden beri “avradın dediği olur”.

 

Bizimki pantolondan nefret etmekte, icat edenin yedi sülalesini saygıyla anmaktadır. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, kasık bölgesinde kaşıntısı vardır. Şalvar giyenlerin bilmesi, benim gibi hiç giymeyenlerin zekasını kullanıp tahmin etmesi gerekir ki; bu geniş, bol giysi, ferah, klimalı güzelim giysi, bir erkeğin düşebileceği bu tür aciz hallerde imdada yetişir, yüksek sosyeteye rezil olmadan içeriden operasyonu yönlendirmesini sağlar.

 

Haci Dayım, bu minval üzere, Eskişehir sokaklarında torunuyla gezerken iyice sıkıntı basmış, kan-ter içinde kalmıştır. Pantolon sıkmaktadır, kasıklar kaşınmaktadır. El atılsa, utanılmaktadır. Küfürler havada uçarken Dayımın gözüne karşıdan gelen bir yurdum genci ilişir. O tarihlerde erkeklerde, bugün güzel kızlarımızın moda anlayışının atası sayılan, bir zihniyet hakimdir. Göbek açıkta görünecek şekilde tişört  giyilmektedir. İşte böyle bir oğlumuz ‘mahsimleyin’ Haci Dayı’ya doğru gelmektedir. Genç, yaklaşır; Haci Dayı, karşı tarafın şaşkın bakışları altında, bastonunu oğlanın gözüne doğru sallayarak kızgın bir şekilde lafını eder:

 

“Teheyyyy…Barsakların dişeri sarhmış. Baban da oğlum oldu diye sevindi, goç kestiydi dey mi?”

 

Malatyaca bilmeyenlere, bilip unutanlara anımsatma: Buradaki “teheyyy” “kalkın ey ehli vatan” formatında söylenmektedir. “Barsak”, bağırsak demektir, ama burada karnı anlatmaktadır.

 

Osman Abi, şehr-i Malatya’da..

“Mıh Osman” nam Osman Çağlı büyük büyük ağabeyimiz Malatya’ya döndü. Malum, onun tatil dönemi “Leglekler (leylekler) gelir, ben giderim.. Leglekler gider, ben dönerim..”dir.. Bu sene de öyle oldu, kış kendini göstermeye yüz tuttu, leylekler gitti, Osman ağabey 5 aylık tatilinden döndü..

 

Malum, Osman ağabey bu seneki uzun tatiline çıkmadan önce, Kapalı Yüzme Havuzu’na adı verildiydi.. Osman ağabey, tatile çıkmadan önce kocaman çerçeveli bir fotoğrafını  Gençlik ve Spor İl Müdürlüğüne göndermiş, havuzun girişine asılsın diye.. O da gıyabında asılmış, bu ara teftişe gider..

 

Osman ağabey, tatilde de, adının verildiği bu tesise ilgisiz kalmamış. Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü’nün havuz sorumlusu Abidin Bey’i sık sık arar, havuz hakkında bilgi alırmış. Abidin Bey, geçirdiği bir rahatsızlık nedeniyle İstanbul’da ameliyat olmuş ve hastanede yatmaktadır. Yine cep telefonu çalar.. Güçlükle açar.. Karşısında Osman Ağabey.. “Abidin, haviz (havuz) yerinde duruy mu?”diye sormaktadır.. Abidin bey, “He ağabey, duruyu..” der, kapatır..

 

…

 

Malatya’da amatör futbol maçları, özellikle yağışlı mevsimlerde “pancar tarlası”na dönen Şeker Stadı’nda oynanmaktadır.. Bugünkü gibi, suni çim, doğal çim saha ya da alternatif saha imkanı yoktur.. İşte o dönem, amatör bir takımın yöneticisi olan “Belmando Recep” nam Recep Menekşe, Beden Terbiyesi İl Müdürü olan Osman Çağlı’nın yanına gider.. Başka kulüp yöneticileri de vardır yanında, sözcülüğü o üstlenir.. Pazar günü maç oynanacaktır ama, sahanın durumu berbattır. Hele bir de yağış tehlikesi vardır ki, bu Menekşe’yi endişelendirmektedir. Talebi, sahanın önceden silindirlenmesi, düzeltilmesi, drenajının yapılmasıdır.. Osman Ağabey, Menekşe’yi dinler, sonra “Maçın ne vakit?” diye sorar..

 

Menekşe, “Pazar günü saat 2’de..” diye cevap verince, Osman Ağabey, “İyi o zaman, Pazar günü saat 10’da burada olun. Yanınıza fazla top, esvap filan da alın..” diye konuşur.. Menekşe, “Tamam” der ve “Tamam da, ne olacak?” diye sorar. Osman Ağabey, gayet ciddi, “Sizi teyyare tutup (kiralayıp) Arabistan’a salacam.. Orada yağmur yağmaz.. Rahat rahat oynarsınız!..” diye yanıt verir.. Menekşe, şaşkındır.. Sonra Osman Ağabey noktayı koyar.. “Ula Allah’ın yağmuruna da ben karışacam.. Yağarsa yağar.. Oynamazsan oynama..” Recep Menekşe, şikayete gittiğine bin pişman odadan çıkar.. Aynı Pazar günü, saat 2’de, çamur deryası sahada maçını oynar..

 

***

Çizgi romanlar hususunda sanal yazarınızın engin bilgilerinden yararlanmak isterseniz şu linke tıklayınız:

http://sansursuz.com/haberler/templates/sansursuz_yazar.asp?articleid=9676&zoneid=7&y=13

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız

Bülent Korkmaz yazıları