SON DAKİKA
SON DEPREMLER

Özgürlüğü (Sürgü)nlemek Ya da..

0
Güncellendi - 2015-12-27 14:36:29
Özgürlüğü (Sürgü)nlemek Ya da..
A- A+ PAYLAŞ
Özgürlüğü (Sürgü)nlemek Ya da Yeni Bir İslâm İnşa Etmek 
 
Niyazi DOĞAN / 
dogannd@gmail.com
 
Önce, Malatya tarihinin derinliklerinde öksüz kalmış bir Ezilene Kucak Açış öyküsü: 
Efsane / mitoloji değil. 
 
Tarih sosuna batırılarak ilginç hale getirilmiş hoş ama içi boş bir hikâye hiç değil. 
 
Konuya dair bilimsel çalışmaların / araştırmaların ortaya çıkardığı tarihsel gerçeklik. 
 
Rus ve Sırp tarihçiler M.V. Levtchenko ve Ord. Prof. Dr. Georg Ostrogosky başta olmak üzere İngiliz diplomat ve tarihçi  John Julius Norwich’in Bizans Tarihi üzerine yaptığı akademik araştırmaların günümüze taşıdığı, merkezinde Malatya’nın olduğu ve insanlık tarihi / insanlık onuru adına kıvanç duyulacak bir serüven.
 
Mensup oldukları dini, yerleşik ve yaygın anlayışın dışında farklı yorumlamalarının sonucu olarak inançlarından / düşüncelerinden ve siyasal tutumlarından dolayı egemen güç tarafından ezilen / yok edilmeye çalışılan / zulüm altında inleyen insanlara tüm dünyanın gözünü ve kulağını kapattığı bir zamanda Malatya’nın tek başına kucak açmasının özgürlükçü öyküsü.
 
Hatta Malatya’nın zalimin karşısında mazlumun yanında konumlanan genetiğine / kimliğine / ruhuna tanıklık eden, hangi dinden, hangi mezhepten olursa olsun devlet otoritesi tarafından inançlarından dolayı sistematik biçimde şiddete maruz bırakılan bir mazlum topluluğa koruma kalkanı olma destanı…
 
Destan, lakin gerçek hayatta karşılığı olan bir destan. 

Tarihler 9. Yüzyılın ortalarını göstermektedir. 
 
Bizans İmparatorluğu’nun farklı coğrafyalarında yaşamakla birlikte ağırlıklı olarak Balkanlar’da kümelenen Pavlikyan Mezhebi mensupları ortadoks Hristiyanlık karşıtı olarak heterodoks bir Hristiyanlık anlayışı geliştirmiş, yaymış ve yerleşik Hristiyan inançlarını derinden sarsan yeni bir akım başlatmıştır. 
 
‘Hastalık derecesinde erdemli olmayı savunan’, Hristiyanlığa puritan ve özgürlükçü yorum getiren Pavlikyanlar kendilerini ‘Gerçek Hristiyan’ olarak nitelendiriyor, klasik Hristiyan inancındaki teslis (Kutsal Ruh-İsa-Meryem) inancını, kiliseyi, kilisenin kutsal eşyalarını, haçı ve Aziz ikonlarını (tasvirleri) reddediyorlardı. 
 
Kimi tarihçiler tarafından ‘dinsel görünümlü komünistik bir sosyal ve politik hareket’ olarak da nitelenen Pavlikyanizm mensuplarının kendi kiliseleri vardı, ama bu kiliselere herhangi bir kutsallık atfetmiyor, sadece dua mekanı olarak kullanıyorlardı. 
 
Vaftiz ve kommünyon (şarap-ekmek töreni) gibi dinsel ritüelleri de reddeden ve tasvir kırıcılığı ile ünlenen Pavlikyanizm bir süre sonra Bizans İmparatorluğu’nun siyasi ve dini anlamda en büyük iç düşmanı konumuna geldi. Bizans İmparatorluğu, süper güç olma yolunda ilerlediği bu dönemde dış dünyaya karşı mücadelesinde ayak bağı olacağını düşündüğü Pavlikayan Mezhebi mensuplarını önce sisteme entegre etmenin, klasik Hristiyanlık inancı içinde asimile etmenin mücadelesini verdi. Ancak bu mücadelesinde başarısız olması ve Pavlikyanlar’ın inançlarında taviz vermeden cesurca propagandalarına devam etmesi üzerine, Bizans, Pavlikyanlar üzerinde tam bir kırım politikası uygulamaya başladı. İmparatorluk 840’lı yılların ortalarında Pavlikyanlar üzerine büyük ve şiddetli bir sefer düzenledi. Bu sefer sırasında kafaları kesilerek, boğularak veya asılarak 100 bini aşkın Pavlikyan Mezhebi mensubu katledildi. Mülklerine ve diğer tüm varlıklarına el konuldu. 
 
Yapılan tam bir soykırım girişimiydi. 
 
Bu girişim karşısında geride kalan Pavlikayanlar’ın yapabileceği tek bir şey vardı: Dış dünyadan yardım ve sığınma talebinde bulunmak. 
 
Böyle de yaptılar. Ulaşabildikleri hemen her ülkeden ve güçten yardım istediler, sığınma talebinde bulundular. 
 
Ancak dış dünya, tek bir şehir beyliği dışında, Bizans’ın Hristiyanlığın aykırı çocuklarına reva gördüğü katliam karşısında kör-sağır kesildi, anonim suskunluğu tercih etti. 
 
Evet, doğru tahmin ettiniz. Bizans İmparatorluğu’nun Pavlikyanlar’a yönelik soykırım girişimi karşısında Pavlikyanlar’ın sığınma talebinin karşılık bulduğu tek muhatap Malatya Beyliği (Emirliği) oldu. 
 
Sadece bugünkü Malatya sınırlarını değil, Fırat Havzası’nı da kontrol eden Malatya Emirliği’nin başında Ömer ibn Abdullah el-Akta bulunuyordu. Malatya Emiri tüm riskleri göze alarak cesur bir kararla Pavlikyanlar’a topraklarını açtı. Sığınmacıları Akçadağ, Arguvan, Arapgir ve Kemah’a yerleştirdi. Bir bölümü ise Malatya üzerinden Dersim’e geçerek buraya yerleşti. 
 
Böylelikle klasik Hristiyan inancının dışında Hristiyanlığa reformist karakterli bir yorum getirerek kendine özgü bir inanç felsefesi geliştirdikleri, bu felsefeye uygun yaşam biçimi ürettikleri için Bizans otoritesi tarafından katledilmeye mahkum edilen Pavlikyanlar huzur ve güven iklimine kavuştu. Böylece, Müslüman Malatya Emirliği’nin topraklarını açması sayesinde, Anadolu, katı Hristiyanlık anlayışına karşı bayrak açarak Hristiyanlığı devlet ve kilise otoritesinden bağımsız biçimde özgürlük / erdemlilik / sadelik temelinde yorumlayan Heterodoks Hristiyanlık anlayışının serpilip geliştiği bir coğrafya oldu. 
 
Malatya ve Pavlikyanlar ilişkisini bir ya da birkaç sayfada anlatmak mümkün değil elbette. Ama biz, bu kadarını aktarmakla yetinelim ve bu öykü ışığında, dini inançlarından dolayı Bizans’ın soykırım girişimine muhatap olan bir Hristiyan mezhebi mensuplarının sığınma talebine dünya üzerinde tek olumlu cevabı vererek topraklarını farklı bir dinin mensuplarına cömertçe açan Malatya’nın tarihsel miras genetiğinin bugün nasıl bir duruma evrildiğine göz atalım istiyoruz.
 

 
Önce, ‘İçine dolar koyarak İncil dağıtıyorlar, Malatya’yı Hristiyanlaştıracaklar. Din elden gidiyor’ propagandası ile biri Alman ikisi Türk üç Hristiyan misyoner katledildi Malatya’da. 
 
Takvim yaprakları 18 Nisan 2007 tarihini gösteriyordu. Malatya sadece Türkiye değil dünyayı sarsan Zirve Yayınevi katliamına sahne oldu. Hrant Dink cinayeti gibi adeta geliyorum diyen ve devletin kimi mahfillerinde yapılacağı yönünde önceden bilgi sahibi olunduğu halde önlenmeyen / tam tersine belki de teşvik edilen Zirve Yayınevi katliamı Malatya’da hak ettiği tepkiyi görmedi. 
 
Devlet bürokrasisinin yerel medyanın kimi unsurlarını da yedeğine alarak Malatya’daki birkaç Hristiyan misyoner hakkında ürettiği Nefret Söylemi Kampanyası, faşizmin kitle ruhunu harekete geçirmiş, 200-300 İncil’in Malatya’yı Hristiyanlaştıracağı paranoyasına hazırlanan şehir, misyonerlerin katliamına sanki sessiz bir onay vermişti. 
 
Daha önce de yazmıştım, yeniden vurgulamak gerekiyor sanırım: Çoğunluğu Türklerden oluşan Müslümanlar Kutlu Doğum Haftası nedeniyle Hollanda’da, Ajax’ın Amsterdam Arena Stadı’nı hıncahınç doldurup Amsterdam’ı Kur’an-ı Kerim tilaveti ile inletirken, yine çoğunluğu Türkler tarafından Avrupa’nın hemen her caddesinde bir cami inşa edilirken, bu camilerden birine veya birkaçına minare yapma yasağı getirildiğinde kıyamet koparılırken, aynı zaman diliminde Malatya’da 3-5 Hristiyan misyonerin 200-300 İncil dağıtmasını ‘İslam elden gidiyor’ gibi bir paranoya ile katliama dönüştürülmesi Müslümanlar tarafından muhasebesi / özeleştirisi yeterince ya da hiç yapılmayan bir utanç sayfasıdır Malatya açısından. 
 
Misyoner katliamı bazı insanları kesmemiş, küffara karşı yürütülen mücadelede yetersiz ya da eksik girişim olarak değerlendirilmiş olmalı ki, sırada bu defa Malatya’daki Ermeni Mezarlığı içinde yapımı devam eden Son Dua Yeri’nin yıkılması vardı. 
 
Malatya Belediyesi’nin onayı ve bilgisi dahilinde Türkiye Cumhuriyeti’nin İstanbul’daki Malatya kökenli Ermeni vatandaşları tarafından yaptırılan Ermeni Mezarlığı’ndaki Son Dua Yeri, Belediye Başkanı Ahmet Çakır’ın açıklamasına göre kendi bilgisi dışında, Malatya Belediyesi’nin işgüzar yöneticilerinin talimatı ile kepçe ve dozerlerin hedefi olmuş, 3 ayda yapılan Son Dua Yeri birkaç dakika içinde bir defa olsun bir duaya ev sahipliği yapamadan yerle bir edilmişti. 
 
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) Necran Hristiyanları ile yaptığı yazılı anlaşmada ‘Hristiyanların bir kilisesi yıkıldığında Müslümanlar kilisenin onarımında Hristiyanlar’a yardım edecektir’ şeklindeki talimatı ile Hristiyanlar’ın ibadethanelerinin onarımı konusunda Müslümanlar’a kesin bir dille ve hukuki belge ile ödev yüklerken, peygamberin adını dilinden düşürmeyen (!) Malatya Belediyesi yöneticileri tam da Türkiye-Fransa ilişkilerinin Ermeni Tasarısı konusunda kopma noktasına geldiği bir dönemde kahraman olma hevesi ile Ermeni Mezarlığı’nda Son Dua Yeri’ni, yani Ermeniler’e ait bir ibadethaneyi birkaç dakika içinde yıkmanın keyfini yaşıyordu. 
 
Malatya kamuoyu, İslam’ın diğer inançlar ile ilişkisini düzenleyen değerlerine, ilkelerine ve yargılarına kesin biçimde muhalefet eden Malatya Belediyesi’nin bu hoyrat tavrına da sesini çıkarmadı. ‘Malatya’da Ermeni mi kaldı kardeşim, gitsinler Ermenistan’da yapsınlar dua yerlerini’ gibi cümlelerle hem Malatya’da Ermeni kalmadığını söylüyor, buna karşılık şehirden yalıtılmış halde, neredeyse terkedilmiş metruk bir mekana dönen bir yerdeki Ermeni Mezarlığı’nda inşa edilen birkaç metrekarelik dua yerinden rahatsız olduğunu itiraf ediyordu aslında. 
 
Gelelim Sürgü’ye…
 
Zirve Katliamı ve Ermeni Mezarlığı’ndaki ibadethanenin yıkılmasından sonra Sürgü Olayı, oruç tutmayan, tutmadığını da açıkça ilan eden, yani münafıklık yapmayan, oruç tutmadığı için de evinin önünde davul çalınmaması gibi son derece normal ve haklı bir talepte bulunan bir Alevi aileye yöneltilmiş, özünde faşizm barındıran, kendimize benzemeyeni gerekirse şiddet uygulayarak kendimize benzetme eylemidir. 
 
Özgürlüğün sürgüne yollanma provasıdır aslında. 
 
Yaşama hakkına / konut dokunulmazlığına / ifade hürriyetine açık bir saldırıdır. 
 
Allah’ın / İslâm Peygamberi Hz. Muhammed’in / Kur’an-ı Kerim’in insanlara dayatmadığının, kendini İslâm’ın cezalandırıcıları yerine koyan ama İslamî değerler konusunda ‘Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan’ bir kitle tarafından insanlara şiddet yoluyla dayatılmasıdır. 
 
Günümüzün teknolojik koşullarında oruç tutanlar için de artık ihtiyaç olmaktan çıkan / gelenek adı altında adeta kutsallaştırılan / sahurda çalınması neredeyse İslam’ın 6. şartı /  oruç ibadetinin Allah nezdinde kabul edilmesinin de olmazsa olmazıymış gibi lanse edilen davul çalma eyleminin oruç tutmayanlara, yani asla ihtiyacı olmayanlara ısrarla dayatılması ve şiddete giden yolun açılmasıdır. 
 
Ülkenin haçlı zihniyetine teslim olduğu / Malatya’nın Kürecik’e kurulan NATO (Aslında ABD)  Füze Kalkanı Radar Üssü ile İsrail’i koruma üssüne dönüştürüldüğü / yine Malatya’nın İsrail’i koruma üssüne dönüştürülmesini en çok eskinin radikal İslamcıları bugünün Radar Mücahitleri olarak adlandırılan AKP’li politikacılar tarafından savunulduğu bir dönemde tüm bunlara tek bir itiraz cümlesi yükseltmeyenler / Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e iğrenç karikatürlerle yapılan saldırıyı fikir özgürlüğü olarak nitelendiren ve bu karikatürleri savunan Danimarka eski başbakanının NATO Genel Sekreteri olması için desteklerini esirgemeyenlerin ülkeyi yönetmesini dert etmeyenler, kendilerini Allah’ın cezalandırıcıları (haşa) olarak konumlayarak oruç tutmayan Alevi aileyi cezalandırmaya kalkışıyor. 
 
Geçtiğimiz Mayıs ayı sonuydu. 
 
Büyük Doğu Ocakları Genel Merkezi Malatya’da Necip Fazıl Kısakürek’in ölüm yıldönümünde şairi anmak amacıyla bir panel düzenlemişti. Panel konuşmacılarından biri olan K.Maraş Barosu avukatlarından, araştırmacı - yazar Haki Demir, bir bağlamda şöyle konuşmuştu: “Günümüz Türkiye’sinde Müslümanların en büyük sorunu Allah ve peygamberi tarafından inşa edilen dini, yani İslam’ı yeniden inşa etmeye kalkışmaları, hatta Allah tarafından kemale erdirilen İslam’ın beğenilmeyip Müslümanlarca yeniden inşa edilmesidir. İslam Allah ve peygamberi tarafından inşa edilmiştir ve Allah tarafından kemale erdirildiği müjdesi verilmiştir. İslam’ı yeniden inşa etmek hiç kimsenin haddi değildir ve olmamalıdır. Bize düşen dini yeniden inşa etmek değil, hayatımızı dinin öngördüğü güzel ahlak ile inşa etmektir” 
 
Haki Demir’in bu çarpıcı sözlerini aklınızda tutun lütfen. Çünkü aşağıda aktaracağımız bilgilerden sonra Sürgü Olayı ile Allah’ın ve peygamberinin inşa ettiği İslam’ı beğenmeyip kendilerince bir İslam inşa etmek isteyenler arasındaki ilintiyi kuracağız: 
 
Telif Kur’an tefsirleri alanında henüz aşılamayan en nitelikli Kur’an-ı Kerim tefsiri olduğu üzerinde ittifak edilen Hak Dini Kur’an Dili’nde Elmalılı Hamdi Yazır “La ikraha fi'd-dîn” cümlesi ile başlayan Bakara Suresi 256. Ayeti bakın nasıl yorumluyor: 
 
"Dinde zorlama yoktur. Allah onu zorla kimseye vermez. Dini, kişinin kendi tercihi ile dilemesi gerekir. Dinde zorlama kanunu yoktur. Mânânın aslı "zorlama, dinde yoktur" demek olur. Yani sadece dinde değil, her neye olursa olsun, zorlama cinsinden hiçbir şey, İslâm dininde yoktur. Din çerçevesinde zorlama kaldırılmıştır. Dinin konusu, zorunlu fiiller, davranışlar değil, isteğe bağlı fiiller ve davranışlardır. Bunun için isteğe bağlı hareketlerden birisi olan zorlama dinde yasaklanmıştır. Kısaca kaldırılan veya yasaklanan zorlama, yalnız dinde zorlama değil zorlama türünün hepsidir.
 
Zorbalık ve zorlama olursa bu dinin dışında olur. Şu halde din, "zorlayınız" demez, zorlama meşru ve muteber olmaz. Zorlama ile yapılan amelde dinin vaad ettiği sevab bulunmaz, rıza ve iyi niyet bulunmayınca hiçbir amel ibadet olmaz. "Ameller, ancak niyetlere göredir". Dinin isteklerinin hepsi, zorlamasız, iyi niyet ve rıza ile yapılmalıdır. Zorlama ile gösterilen iman, gerçek iman değil, zorlama ile kılınan namaz, namaz değildir. Oruç da öyle, hac da öyledir... Bundan başka bir kimsenin, diğerine saldırıp da her hangi bir işi zorlama ile yaptırması da caiz değildir. Kısaca İslâm'ın hükmü altında herkes görevini isteyerek yapmalı, zorlama olmadan yapmalıdır. 
 
Yine, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır aynı ayeti tefsir ederken aynen şunları söylüyor:Peki ibadette zorlama var mıdır İslam’da? İbadetin olmazsa olmaz şartlarından bir nedir? Niyettir değil mi? Niyet de kalbin işidir. Adam niyet etmezse istediğiniz kadar namaz kıldırın. Adam niyet etmediği takdirde baskı ile namaz kılıyorsa yatıp kalkmış olur sadece. Ona namaz kıldırmış olur musunuz bu durumda? Adam niyet etmemişse ona baskıyla gerçekten oruç tutturabilir misiniz? O zaman öyle ise, dinde gerçekten zorlama olmuyormuş. Onu Allah garanti altına almış. Sen istediğin kadar zorla. Kendini kandırırsın, başka hiçbir şey yapamazsın. Bu yüzden dikkat ederseniz, Allah namaz kılmakla, oruç tutmakla, hacca gitmekle ilgili emirler vermiştir. Ama bunları yapmayanlarla ilgili hiçbir ceza koymamıştır Kur’an-ı Kerim’de. Namaz kılmayana verilen bir ceza yoktur. Oruç tutmayana verilen bir ceza yoktur. Hacca gitmeyene verilen bir ceza yoktur Kur’an’da. Zekat farklı tabii. ‘Zekatı ver’ diyor, ama otoriteye de ‘Zekatı al diyor’ Çünkü zekat bir ibadet olduğu gibi aynı zamanda sosyal tarafı da var. Öyle ise ibadet olan kısımların yerine getirilmemesi durumunda hiçbir zorlama, hiçbir yaptırım yok Kur’an-ı Kerim’de. Peygamber (S.A.V.) efendimizden bize gelen hiçbir yaptırım yok. Sonradan bazı fetvalar çıkarılmış yaptırımlar olmuş. Ama bunlar doğru şeyler değil”.
 
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Mezhepleri Tarihi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Hasan Onat da aynı ayeti, yani Bakara 256’yı şöyle tefsir ediyor:
 
“ -Dinde zorlama yoktur- ayetinin nasıl anlaşıldığı üzerinde birazcık durmakta fayda vardır. İslam uleması, bu ayeti, hiç kimsenin Müslüman olması konusunda, en küçük bir baskıya, zorlamaya maruz kalmayacağı şeklinde anlamıştır. Bu yanlış bir anlama değildir. Nitekim Kur'an, 'Dileyen inanır, dileyen inkar eder'(18/29), 'Sizin dininiz size, benim dinim bana' (109/6) şeklindeki ayetlerle, insanların İslam'ı tamamen kendi hür iradeleriyle benimseyeceklerini ortaya koymuştur. Bu durum, İslam'ın kılıç zoruyla yayıldığı iddiasının da safsatadan öte bir değerinin olmadığını göstermektedir. Hakikaten hiç kimse, Müslüman olması konusunda zorlanamaz. Buraya kadar, anlaşılması zor olan bir taraf yok. 
 
Peki, bir Müslüman, namaz kılma, oruç tutma konusunda zorlanabilir mi? Ya da, namaz kılmayan, oruç tutmayan bir Müslüman'a, niçin namaz kılmadığı, niçin oruç tutmadığı sorulabilir mi? Yaygın algı biçimi, 'Müslüman ise, yapacak' şeklinde özetlenebilir. Oysa, Kur'an, ne namaz kılmayanla, ne de oruç tutmayanla ilgili dünyevi bir müeyyideden söz eder. Hz. Peygamber'in yaşadığı zamanda, namaz kılmayanın, oruç tutmayanın cezalandırıldığına dair elimizde bir bilgi yok. Üstelik Hz. Peygamber, 'Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın' buyurmuştur. Ancak, daha sonraki süreçte, Haricilerle birlikte başlayan hastalıklı bir damarın Müslüman kültüre kök saldığını, 'Namaz kılmayanın küfren katli vaciptir' şeklinde, dinle hiç alakası olmayan, tamamen siyasi olan fetvaların din gibi algılandığını görmezlikten gelmek mümkün değildir”.
 

 
Şimdi; 
 
Hak Dini Kur’an Dili müellifi Elmalılı Hamdi Yazır, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku ABD Öğretim Üyesi Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır ve Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Mezhepleri Tarihi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Hasan Onat’ın ‘İslam’da ibadete zorlama var mıdır? İbadeti terk edene Kur’an-ı Kerim’de öngörülen bir ceza var mıdır?’ sorularına Bakara 256’nın yorumundan hareketle verdikleri cevap ve yaptıkları tefsir ışığında, Sürgü’de oruç tutmadığını söyleyen, bu nedenle de evinin önünde sahur vakti davul çalınmasına karşı çıktığı için sahur davulcusu ile aralarında yaşanan tartışma sonucunda evi kalabalık bir grup tarafından taşlanan, ahırı yakılan, korkutulan, ölümle tehdit edilen ve Sürgü’yü terketmesi istenilen Alevi ailenin durumunu düşünün, bir de Necip Fazıl panelinde konuşan Avukat- araştırmacı yazar Haki Demir’in ‘Türkiye’de Müslümanların en büyük sorunu Allah ve peygamberi tarafından inşa edilen dinin Müslümanlar tarafından beğenilmeyip yeniden inşa edilme girişimidir’ şeklindeki tespitinin analiz edin lütfen…
 
Yeni bir müslüman modeli ile karşı karşıyayız. İslam’dan habersiz, İslam’ın koruyuculuğuna soyunan ve Allah adına cezalandırma küstahlığına kalkışan….Sürgü ’de yaşadığımız budur…
 
Buraya kadar olayın evrensel insan hakları ve İslam’i, daha doğrusu İslam’la ilgisi olmayan boyutunu ele aldık. 
 
Biraz da Sürgü Olayı bağlamında Kriz Yönetimi’ni değerlendirmek gerekiyor. 
 
Madde madde gidelim: 
 
1- Sürgü olayından hemen sonra Kamu Düzeni ve Kamu Güvenliği Müsteşarı olarak atanan Malatya Valisi Ulvi Saran, telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğurabilecek bir toplumsal krize dönüşebilme potansiyelini içinde barındıran Sürgü Krizi’ni yönetememiştir. 
 
2-Hatta Vali Ulvi Saran, Sürgü olayının bir toplumsal bir kriz olduğunu bile düşünmemiş, olaya 2 gün sonra intikal etmiş, bu sürede Sürgü Türkiye’nin odaklandığı bir merkez olmuştur. 
 
3- Vali Ulvi Saran Malatya’da görev yaptığı 3 yıl içinde ilk defa ciddi bir krizle karşı karşıya kalmış ancak krizi yönetme konusunda ilk sınavında sınıfta kalmıştır. Bu haliyle, bir belde olan Sürgü’deki bir toplumsal krizi yönetemeyen bir kamu yöneticisinin Türkiye’nin tamamını kapsayan Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’nı nasıl yöneteceği sorusu tartışılmaya değerdir. Bu soruyu Vali Ulvi Saran'ın Malatya'daki 3 yılını ve yönetsel anlayışını değerlendireceğimiz yazıda irdeleyeceğiz. 
 
4- Vali Ulvi Saran’ın olayı ‘Münferit bir tartışma’ olarak nitelemesi, krizin yok sayılması, pisliğin halı altına süpürülmesi şeklindeki klasik Türk tarzı yönetici refleksidir. Ya da Hrant Dink’in katledilmesinden sonra, cinayeti organize edenlere dair en ufak bir bilgi bile henüz ortada yok iken dönemin Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın ‘Münferit bir hareket’ şeklindeki açıklamasında görüldüğü gibi mağdurun değil saldırganın koruma altına alınması şeklinde mi yorumlanmalıdır? 
 
5- Vali Ulvi Saran ve Sürgü Belediye Başkanı dahil bazı kamu yöneticilerinin saldırıya uğrayan Alevi ailenin sürgüne gönderilmesi yönünde görüş belirtmesi ve bazı siyasiler aracılığı ile sürgün talebinin aileye bildirilmesi devletin / Anayasa’nın öngördüğü kişinin istediği yerde yaşama hakkı ve konut dokunulmazlığı maddelerinin iflasıdır. Çünkü kamu yöneticilerinin ailenin Sürgü’den sürgün edilmesi talebi ‘Devlet, sizi saldırganlara  karşı koruyamaz’ demektir. Utanç vericidir. Ailenin oruç tutmadığı ve evinin önünde davul çaldırmadığı gerekçesiyle yıllardır yaşadığı Sürgü’den sürgün edilme düşüncesi temel insan haklarının ağır ihlali ve gerçekte özgürlüklerin, insanlığın sürgün edilmesidir. Başbakan Erdoğan’ın CHP’yi köşeye sıkıştırmak için açtığı Dersim Katliamı dosyasıyla ilgili konuşması sırasında Seyit Rıza’nın idamına, Dersim’de binlerce insanın sürgün edilmesine başbakanla birlikte ağlayanların yeni bir sürgün yaşatmak konusunda hiçbir çekincelerinin olmaması, akıtılan göz yaşının samimiyetinin sorgulanması zorunluluğunu doğurmuştur
 
6- Malatya dışındaki görsel medyanın sosyal medyadaki dezenformatik bilgilere dayanarak Sürgü’de olayların büyüyerek devam ettiğini aktarmasının yarattığı tehlike, CHP Malatya Milletvekili Veli Ağbaba’nın yaygın ve sosyal medyaya Sürgü’den doğru bilgiler aktarması sonucu bertaraf edilmiştir. Sürgü olaylarının içinde barındırdığı kriz potansiyeli patlamaya dönüşmemişse Veli Ağbaba’nın bu çabası, yerinde ve doğru bilgilendirmesi sayesinde olmuştur. Sürgü’ye ilk olarak giden CHP Malatya İl Başkanı Enver Kiraz’ın tahriklere prim vermeden sorumlu bir tavırla mağdur aileye destek vermesi de not edilmeye değerdir. 
 
7- AKP Malatya Milletvekilleri Öznur Çalık, Mustafa Şahin ve İl Başkanı Bülent Tüfenkçi’nin olay duyulur duyulmaz Sürgü’ye giderek mağdur ailenin karşılaştığı baskı karşısında durması, aileye destek olması ve ‘Buradan asla sürülmeyeceksiniz’ teminatı vermeleri değerlidir, takdir etmek gerekiyor. İnsanların anayasal ve temel insan haklarını kullanmaları konusunda siyasilerin desteğine ihtiyacının olmaması, gazetecilerin de böyle bir desteği takdir etmek zorunda kalmaması gerekiyor aslında. Ancak, burası Türkiye. Kimileri daha eşit bu ülkede ve bu ülkenin hala zencileri var maalesef.
 
8- TBMM'de birbiri ile kıran kırana mücadele eden AKP Malatya Milletvekili Öznur Çalık ve CHP Malatya Milletvekili Veli Ağbaba'nın Malatya'da yaşanan krizin çözüme kavuşturulması yolunda ortak çaba harcaması, CHP-AKP Milletvekilleri'nin saldırıya uğrayan Alevi ailenin evinde beraberce fotoğraf vermeleri toplumsal barışa hizmet etmesi bakımından anlamlıdır.
 
9- Mazlum-Der dışında Malatya’daki İslamcı sivil toplum örgütlerinin olay karşısında tepki koymaması bu örgütlerin gerçek misyonunun sorgulanması gereğini ortaya çıkarmıştır. AKP’nin arka bahçesi olmayı birinci vazife olarak algılayan sözde sivil toplum örgütlerinin biraz da toplumsal barış adına ötekileştirilenlerin haklarını savunması gerekmiyor mu? Kendine demokratlık geri tepen bir hastalıktır. Haksızlıklar karşısında din / dil / mezhep ayrımı yaparak susanlar birgün haksızlığa uğradıklarında kendilerini savunacak kimse olmayacaktır.İslam'ın düsturu 'Ezilene kimliğini sormadan' omuz vermek iken, binlerce kilometre uzaktaki Mynamar Müslümanları'nın uğradığı zulmü Malatya'da dert edinenlerin, yanıbaşlarındaki şiddete bigane kalmaları bu dusturun açıkça ihlalildir. 
 
9- Aileyi ziyaret eden BDP Milletvekili Sabahat Tuncel de dahil olmak üzere hemen herkesin üzerinde ittifak ettiği bir yanlışı da vurgulamak gerekiyor. Çoğunlukla Sürgü olayı bir provakasyon olarak değerlendirildi ve klasik çağrı yapıldı: ‘Provakasyona gelmeyelim’. Keşke provakasyon olsa. Provakasyon deşifre edilir, çözülür, suçlulara ulaşılır ve cezalandırılır belki. 
 
Ama bir anda 100-150 kişinin araştırma, öğrenme ihtiyacı duymadan ve ‘Farkında mıyız, ne yapıyoruz?’ sorusunu sormadan, Ramazan davulcusunun peşine takılarak bir gece yarısı oruç tutmayan ve bu nedenle evinin önünde davul çalınmasına itiraz eden Alevi aileye İstiklal Marşı eşliğinde saldırı gerçekleştiren ve belki de ‘Cihad’ ettiğini düşünerek, İslam’dan bihaber biçimde İslam’ın koruyuculuğuna soyunan zihniyet provakasyondan daha derin bir hastalığın işaretlerini vermektedir. Kenan Evren yönetimi Diyarbakır Cezaevi’nde Ayten Alpman’ın ‘Memleketim’ şarkısı eşliğinde işkence yapıyordu. Aradan 30 yıl geçti, 12 Eylül düzenini ortadan kaldırdığını söyleyen iktidarın döneminde ise İstiklal Marşı eşliğinde sahur davulu çaldırmamanın ve oruç tutmamanın cezası kesiliyor insanlara.
 
11- Sürgü halkı, Sürgü’de toplumsal barışın sürgünlerle değil, farklılıklara saygı göstererek ve farklılıkları bir arada, aynı iklimde yaşatarak sağlanacağını bilmelidir. Filozoflar ötekini anlamanın yolunun, onu kendimize katmaktan, içimizde eritmekten ve kendimize benzetmekten değil ona gitmekten geçtiğini söylerler. Ötekini içimizde eritirsek, kendimize benzetirsek o yok olur. Farklılıkları yok etmek Sürgü’yü / Malatya’yı / Türkiye’yi güzelleştirmez, çirkinleştirir, yangın yerine çevirir. 
 
Peki ne istiyoruz biz? Bir yangın yeri mi, yoksa farklı çiçeklerden / renklerden oluşan renk-ahenk bir çiçek bahçesi mi? 
 
Dini inançlarından dolayı Bizans tarafından soykırıma uğratılmaya çalışılan Hristiyan Pavlikyanlar’a kucak açan / tüm dünyanın Pavlikyan katliamını seyrettiği bir zamanda onlara özgür bir yurt sunarak dinlerini özgürce yaşamalarını sağlayan Malatya hiç kimsenin inanç ve düşüncelerinden ötürü zencileştirilmesine izin verilmeyecek bir çiçek bahçesi olmak zorundadır. Çünkü tarihsel mirasımız ve insanlık onuru bunu dayatmaktadır.

UYARI: Sitemizde çoğunlukla muhabir arkadaşlarımızın imzalarıyla ya da mensubu oldukları basın kuruluşları kaynak belirtilerek yayınlanan üstteki haber benzeri araştırmalar, haberler, röportajlar, maalesef “emek hırsızı” –özellikle de biri sürekli olmak üzere- sözde bazı internet yayıncıları tarafından, ya aynen ya da küçük bazı değişiklikler yapılarak, kendi özel araştırmaları ya da haberleriymiş gibi kendi yayın organlarında yayınlanabilmektedir. Haber kaynağıyla ya da araştırmasıyla, istihbaratıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan, sadece gerçek gazetecilerin ‘kamuoyunun bilgisine sunulmuş’ emeğinin üzerine ‘çöküp’, gazetecilik- habercilik yaptıklarını zanneden ve böylece kamuoyunu da aldatanların bulunduğuna bir kez daha dikkat çekerken, söz konusu unsurları da ‘gerçek gazetecilerin emeğini çalmamaları’ konusunda uyarıyoruz.
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız