SON DAKİKA
SON DEPREMLER

Sokaklar Oyun Bahçelerimizdi Malatya'da..

A- A+ PAYLAŞ

Necati Güngör

ngungor@gazetevatan.com

 

Çocuktuk, ekmek elden su göldendi o çağlarda... Ne ekmek kaygısı, ne geçim derdi omuzlarımızdaydı. Ne dünyanın gidişatını düşünür, ne gelecek kaygısı çekerdik. Başımızda büyüklerimiz vardı; onlar her şeyi bizim adımıza düşünür, onlar çalışıp çabalar, bulup buluşturur, hayat kavgasını çoğu zaman bizlere sezdirmeden yürütür, yemez yedirir, giymez giydirir, soframızdan aşı ekmeği eksik etmezlerdi…  Buna karşılık da bizden tek şey isterlerdi: “Oku, derslerine çalış, adam ol!”

 

O, “adam ol” sözünün içinde neler saklıydı, neler… İyi ve yararlı bir insan ol topluma, ülkeye, insanlığa ve biz yakınlarına da birazcık yararın dokunsun, seninle övünelim, göğsümüz kabarsın… demek isterlerdi.

 

Adam olmanın, biraz ders çalışmak, biraz uslu çocuk olmak, konu komşuya zarar vermemek, okullar bitirip meslek edinmek olduğunu az çok bilsek de, üzerinde durmaz, bu konularda kafa yormaz, yaşımızın enerjisini daha çok sokakta bizi bekleyen oyunlar için saklardık… Bütün çocuklar gibi!

 

Sokaklar oyun bahçelerimizdi… Oyun oynamanın günü, saati, mevsimi yoktu… Baharla birlikte yeşeren kayısı, erik ağaçları cağla vermeye başlayınca artık elimden kurtulası olmazdı! Temmuz, ağustosta elma ağaçlarını, kızılcıkları, dutları, şamşeftalilerini gözlerdik, meyveleri ne zaman büyüyecek diye… Yaz sonunda, eylül başında havlayan cevizleri taşlamaktan yorulurduk!

 

Derdimiz karın doyurmak değil; derdimiz, ağaçların meyvesini dalından koparmaktı! Bu da bir oyundu.

 

Şimdilerde ne ölçüde yaşanıyor, bilemem ama, bizim çocukluğumuzda mahalle hayatı vardı kentimizde; mahallenin camisi, mahallenin çeşmesi, mahallenin sokusu, mahallenin arsası, büyükten küçüğüne bir mahallenin insanları, hatta hatta, mahallenin köpeği vardı… İyisiyle kötüsüyle her mahalle bir dünyaydı ve çocuklar, mahallenin can damarlarıydı sanki. Kapı önlerinde, boş bir arsada, geniş bahçelerde beşerli onarlı bölükler bir araya gelir,  oyunlar oynardı. Çocukların cıvıltılı seslerle oyun oynaması, büyüklerin gönüllerine bir ferahlık, bir gün ışığı aydınlığı düşürürdü sanki… Bizleri oyun oynamalara iterlerdi: “Hadi git sen de arkadaşlarınla oyna çağam! Ama kimseyle kavga etme. Güzel güzel oyna. Sakın kötü söz söyleme kimseye…” sözlerindeki tatlılık, kadife yumuşaklığı, erdem, terbiye unutulur gibi değil!

 

Ve biz çocukların kendi aralarında icat ettiği ya da büyüklerimizin çocukluğundan devralınmış, belki yüzlerce yıldan beri oynanagelen oyunlarımız vardı: Göz yumma, sobe, istop, yedi tuğla, hollik, hombek, sülü değnek, develeme, bilye, hamam yapma,  elim sende, çizgi atlama, tiyare (tayyare) uçurma…

 

Oyun oynamak, aslında çok küçük yaşlarda başlarda evlerimizde. Daha iki üç yaşlarından itibaren… “Gel, bahçe yapalım!” diyerek kolumuzu ısırdı büyükler, örneğin. Isırmazlar da, ısırırmış gibi yaparlardı. Dişlerinin izi, daire biçiminde narin kollara çıkar, o dairenin ortasına bir saman çöpü dikerek sözde ağaç yaparlardı. Biz çocuklar da, bahçemiz var diye avunurduk.

 

Biraz daha büyüyünce, yani dört beş yaşlarımızda; “el el, elpenek” ya da “bu kapının kilidi n’oldu?”  oyunu oynardık, büyüklü küçüklü. Ya da, “burada bir havuz varmış” oyunu…

 

El el elpenek oyununda, çocuklar bir büyüğün çevresine dizüstü oturarak toplanır, ellerini da dizlerinin üzerine koyarlar. Büyük kişi, sırayla ellere dokunarak, -anımsadığım kadarıyla şöyle söylerdi: “El el elpenek, elden çıkan kepenek. Kepeneğin yarısı, yumurtanın sarısı, yere düştü yarısı…” En son hangi elin üstüne dokunursa, o el oyundan çıkardı.

 

Yine o yaşlarımızda, “bu kapının n’oldu?” oynamak, nedense pek eğlenceli gelirdi. Oyunu yöneten büyük kişi, yumruğunu sıkar, siz de parmağınızı anahtar gibi kullanarak o yumruğu açmaya çalışırsınız, ama kapı açılmaz… Ve bu arada siz (çocuk) sorar, büyük de soruyu yanıtlar: - Bu kapının kilidi n’du? /  Suya düştüü. / Su n’oldu? / İnek içtii. / İnek n’oldu?/  Beydağı’na kaçtı. /  Dağ n’oldu?/  Yandı bitti kül olduuu… (Bu sözle oyun biterdi.)

 

“Burada bir havuz varmış” oyunu da küçük yaşlarda oynanırdı. Avucunuzu açarsınız, bir büyüğünüz de sözleri sıralayarak parmaklarınızı teker teker kapatırdı. Sözler şöyle: “Burada bir havuz varmış. Havuza bir kuş konmuş.  Bu, tutmuş. Bu, tüyünü yolmuş.  Bu, pişirmiş. Bu, yemiş. Bu da, hani bana, hani bana! demiş.”

 

Bir yaş daha büyüdünüz mü, sokakta, yaşıtınız olan arkadaşlarınızla oynamaya başlardınız. Sokaklar, tozlu topraklıdır. Ne gam! Şu var ki, sokaklardan öyle dakka başı motorlu taşıt geçmez. Kırk yılda bir taksi,  günde bir iki payton, hepsi o kadar. Atların nal sesleri bir konak öteden duyulur zaten… Her saat sokaklar, arsalar, bahçeler, tüm mahalle sizindir! Evlerde şehir şebeke suyu yok. Artezyen ya da kuyulardan su alınmaktadır. Ama sokak başındaki kunt görünüşlü dökme demirden mahalle çeşmesinin koluna asıldınız mı, gürül gürül ve de berrak bir su akardı geceli gündüzlü. Gider çeşmeye, elinizi,  yüzünüzü, ayağını bir güzel yıkar, öyle görünüzdünüz annenize.

 

Sokağın toprağını avuç avuç toplayıp hamam yapardık. Yaptığımız tümsek, hamamın kubbesini andırırdı. Üzerine çeşmeden şişelere doldurup taşıdığımız suyu döker, toprağı berkitir. Sonra arabesk mimarinin ilkel bir örneği olarak, kavisli kapılar, açardık, Üstü çamur, ortası kuru toprak olar kubbemizin içini usul usul boşaltır, hamamın iskeletini ortaya çıkarırdık sabırla. Tepesine yine bir delik açar ordan suyu akıtır, öteki gözlerden gidişini izlerdik başarının mutluluğuyla! Bu işleri yaparken de işimizle ilgili bir nakarat tuttururduk! “Karga bana su getir ki, sana yuva yapam! / Karga bana su getir ki, sana yuva yapam…”

 

Oyun biter bitmez de soluğu çeşme başında alırdık ki, annelerimiz, eve girmemize izin versin.

 

Sokak oyunlarının en itişip kakışmasız olanı göz yummadır. İçinizden biri ebe olur. Gözünü yumup yüzünü duvara döner. Ötekiler saklanır. Ebe içinden on’a kadar sayar. “Sonra, “Önüm, arkam, sağım, solum sobe!” sözleriyle gözünü açar, çevresine bakınır, yerini gördüğü arkadaşlarını sobeler. Kendini iyi gizleyen sonuna kadar saklanır, fırsatını kollar, en sonunda ortaya çıkıp Ebeyi atlatarak sobeler. Bunu da öyle herkes başaramazdı tabii. Heyecanlı, gözaçıklık, çeviklik isteyen bir oyundu bu… Hemen her gün, bıkıp usanmadan oynardık.

 

Başlarda, yani yedi sekiz yaşlarında kız erkek karışık oynanırdı oyunlar. Sonraki yıllarda, annelerin yönlendirmesiyle kızlar kendi aralarında, erkek çocuklar kendi aralarında, oynamaya başlanırdı.

 

Kızlar daha duyarlı, daha geçimli, daha terbiyeli olur, daha düzgün konuşmaya özenerek oyunlar oynar, ilerideki kişiliklerini ele veren tavırlar sergilerlerdi. Erkek çocuklarsa, “cığızlık” etme alışkanlığına o yaşlarda başlardı. Oyunbozanlığın, bencilliğin, kabalığın, kavgacılığın, küfürbazlığın ipuçlarını elle tutmaya o günlerden başlardınız. Böylece çocukların, ilerde nasıl bir kişilik göstereceği mahalle  oyunlarından belli olurdu. Yetenekler, yeteneksizler, liderlik, sevecenlik, idarecilik, hak yemezlik, zayıfı kollama ya da zayıfa yüklenme bu sahnede kendini gösterirdi.

 

Baharda, körpe söğüt dalından süpsübü (düdük) çıkarırdık.  Gevrek söğüt dalından sapanlar yapardık, ama, annelerimizden gizli; çünkü kuş vurmayı iyi saymazdı büyüklerimiz. Vurulan kuş, yuvadaki yavrusuna yiyecek götürmek durumunda olabilir diye uyarırlardı! Kuşlara acımayı, yani ucundan kıyısından insan olmayı öğrenirdik böylece.

 

Yaz günleri uçurtma (tiyare) uçurur, hollik oynar, yedi tuğla ile coşardık. Yedi tuğla, büyükten küçüğe yedi tane düz taşın üst üste dizilmesiyle yapılırdı. Belli bir mesafeden el topunu yuvarlar, yedi tuğlanın yedisini de devirmeye çalışırdık. Bunu başaran, oyundan çıkar, kenarda beklerdi.

 

İstop oyununda, beş altı çocuk yerdeki topa el uzatır. Kim önce kaparsa, “istop!” diye bağırır; herkes olduğu yerde dururdu. İçlerinden birine topu yapıştırırdı o an. Topu yiyen, oyundan elenmiş olurdu.

 

Hombek, başka yörelerde “uzun eşek” adıyla oynanan oyundu.

 

Hollik, üst üste konulmuş, taş kümesini yassı ve keskin başka bir taşla yıkma esasına dayanırdı ki, taş fırlatmak gerçekten biraz beceri isterdi.

 

“Develeme”  adını verdiğimiz topacı çevirmek, her çocuğun üstesinden gelebildiği bir beceri değildi. “Kökleme” , “kaytan çekme” gibi teknikleri vardı bu oyunun. Önce, göz okşayıcı renklerle bezeli, okkalı bir develeme  edinmek gerekirdi. Bu da en azından yirmi beş, otuz kuruş demekti! Pörsümeye eğilimli olmayan, yani gergin bir de kaytan…  Bazen iddiaya girilir; yerde dönmekte olan topacın üstüne “köklenirdi.” Bu tehlikeliydi biraz; çünkü esaslı bir köklemeyle, yerdeki topacı ikiye bölmek mümkündü. Kimilerinin iki üç topacı, pardon, develemesi olur, onunla yarışa girmeye çekinirdi ötekiler. Develemenin dönüş hızı ve süresi de önemliydi. Çünkü bu ustalık, deneyim isteyen bir şeydi. Herkes beceremezdi. Bir başka ustalık da, yerde dönmekte olan develemeyi avucunuza almaktı.

 

Çizgi atlama, ip atlama,  salıncakta sallanma, elim sende, daha çok “kız kısmı”nın oynadığı oyunlardı.

 

Sonbahar gelince, patpat ağacının dalından boru yapar, davin çekirdeği üflerdik. Ama bu konuda da, büyüklerimizce uyarılırdık: “Kimsenin yüzüne doğru üfürmeyin. Maazallah gözüne gelir!”

 

Kızlar, annelerinin izin verdiği süreler içinde oyun oynardı. Akşam karanlığına kadar sokakta oynamak yasaktı kızlara mesela. Evde, annelerine yardım etmeleri gerektiği için, oyundan hevesini alır almaz evlerine koşarlardı uslu uslu. Sonra daha düzenli öğrenci olmalarından ötürü, oyuna daha az zaman ayırırlardı. 

 

İşin gerçeği, erkek çocuklara anneler daha fazla oyun hakkı tanırdı. Onlar, geç saatlere kadar sokakta oynama hakkına sahipti.  Arada bir, başlarını sokak kapısından uzatıp, “Ders orda beklesin! Akşam baban gelir nasılsa…” diyerek yumuşak bir korkutma yoluna başvursalar da; akşamleyin babaya bir şey çıtlatılmazdı çoğunca. Çocuklarsa bu gözdağını, “Şimdi geliyorum!” diye savuşturmaya çalışırlardı. Çünkü oyuna doyulmazdı bir türlü.

 

Bir kent mahalle yaşamını yitirdi mi, o mahallelerde biçimlenen kültürünü ve folklorunu da yitirir… Sosyal yaşamını, dayanışmasını, giderek insanlığını yitirir… Apartmanlaşmanın bir olumsuz etkisi de bu oldu Malatya’da: Folklorunu yitirdi koca şehir! Bana da böyle, oturup geçmiş zamanın anılarıyla avunmak, oyalanmak kaldı!   

UYARI: Sitemizde çoğunlukla muhabir arkadaşlarımızın imzalarıyla ya da mensubu oldukları basın kuruluşları kaynak belirtilerek yayınlanan üstteki haber benzeri araştırmalar, haberler, röportajlar, maalesef “emek hırsızı” –özellikle de biri sürekli olmak üzere- sözde bazı internet yayıncıları tarafından, ya aynen ya da küçük bazı değişiklikler yapılarak, kendi özel araştırmaları ya da haberleriymiş gibi kendi yayın organlarında yayınlanabilmektedir. Haber kaynağıyla ya da araştırmasıyla, istihbaratıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan, sadece gerçek gazetecilerin ‘kamuoyunun bilgisine sunulmuş’ emeğinin üzerine ‘çöküp’, gazetecilik- habercilik yaptıklarını zanneden ve böylece kamuoyunu da aldatanların bulunduğuna bir kez daha dikkat çekerken, söz konusu unsurları da ‘gerçek gazetecilerin emeğini çalmamaları’ konusunda uyarıyoruz.
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız