SON DAKİKA
SON DEPREMLER

Su Katılmamış Bir Malatyalı: Dilaver Uyanık

A- A+ PAYLAŞ

Necati Güngör

 

 

Malatyalı Anthony Quinn’i Şişli Camii’nin avlusundan uğurladığımız günün üzerinden iki yıl  geçmiş! Tiyatrocular, sinemacılar, radyocular, televizyoncular, uzak uzak  yerlerden kalkıp gelen hemşerileri, okul ya da sınıf arkadaşları, aynı dönemlerde aynı duyarlıkla yetişmiş yarı bıçkın yarı entelektüel taydaşları… Ailesi, aile dostları…

 

Bunların çoğu da nicedir biliyor ve bekliyordu kara bir günde, uhrevi bir hava içinde mermer taşlarından oluşan bir cami avlusunda Dilaver için buluşacaklarını… Çünkü amansız  bir hastalığın pençesinde bir süreden beri azraille boğuşmakta olduğu, artık hiç kimse için sır değildi! Doktor Mesut Parlak, ameliyata bile gerek görmemişti! Yine de her zaman hayata dört elle sarılmış, yaşama umudunu hiçbir zaman yitirmemiş, nice badirelerin içinden dimdik yürüyüp gelmiş o koca adama yakışmıyordu o an musalla taşının üstünde olmak! İstediği kadar gerçek olsun ölüm, insanın içinden inanmak gelmiyordu.

 

Bizler, ortaokulun kapısından henüz girdiğimizde, Dilaver, Malatya gençliğinin önde gelen simalarından biriydi. Tiyatro oyunları sahneler, oyunculuk eder, sunuculuk yapar, reklamcılık yapar, yerel gazetelerde (daha çok da Gayret gazetesinde) yazılar yazar, Sanat Okulu’nun Deneme Radyosu’nda  o davudi sesiyle spikerlik yapardı, Sakine Bacı’nin yetimi… Hem okur, hem ekmeğini taştan çıkarır, hem de “çakallığa meyyal” mahalle delikanlıları arasından kendine özgü parıltısıyla sıyrılıp sanatın yükseklerde duran platformuna doğru iri adımlarlarla yol alırdı.

 

Okuryazar bir babanın çocuğuydu. Yazık ki, babasını erken yaşlarda yitirmiş, anasının, kız kardeşlerinin yanında hayatı omuzlamak durumunda kalmıştı. Liseyi Malatya’da bitirdikten sonra üniversiteye yazılmış, bir süre felsefe öğrenimi görmüş, sonra asıl tutkusu tiyatroculuk onu kolundan çekip büyülü sahnelere doğru uçurmuştu! Hemşeridir, bir el verir diye umutlandığı Cüneyt Gökçer’in kapısını bile çalmaya gönül indirmiş, ama  hayırsız evliyanın yanından düş kırıklığı içinde ayrılmıştı… (O Gökçer ki, Pavarotti’nin sesini bile beğenmeyecek, Türkiye’de kalmasını engelleyecekti!)

 

Takvimler 1965 yılını gösterdiğinde, Dilaver Uyanık asker urbalarıyla Malatya caddelerinde görünür olmuştu. Askerliğin ardından TRT sınavlarını kazanıp Erzurum Radyosu’nda çalışmaya başlamıştı. Bu kurumdaki başarılı çalışmaları, dönemin Erzurum Valisi –ki sonradan TBMM Başkanı olacaktı–  Necmettin Karaduman’ın ilgisini çekecek ve onu bir “takdirname” ile ödüllendirecek; Dilaver de bu belgeyi yaşamı boyunca özenle saklayacaktı. Burada hemşirelik yapan bir İstanbul kızıyla tanışacak, ilişkileri evlilik bağıyla güçlenecek; bu evlilikten iki de kızları olacaktı: Zülal ve Oben…

 

Ne var ki, yetmişli yılların başında sert biçimde esen askeri yönetim rüzgârı, ülkenin birçok evladı gibi Dilaver’i de bulunduğu noktadan koparıp işsizliğin kucağına attı!

 

Ancak Dilaver’in on parmağında on marifet vardı gerçekten! Daha Malatya’dayken, slayt gösterileriyle sinema reklamcılığı yapmaz mıydı? TRT kapıları kapanınca, dönemin gelişmiş alet edavatıyla reklamcılık alanına yeniden döndü. Bu kez, Doğu ileri arasında sanayileşmeye ve dolayısıyla reklamcılığa en elverişli kent olan Gaziantep’te ekmeğini aramaya başladı.

 

Ancak reklam sektörü de, birçok iş alanı gibi az çok sermaye ve ekip beslemek gerektiriyordu! Sanıyorum bu noktada fazla dayanma gücü yoktu. Yine de, o dönemde esnaflıktan sıyrılıp işadamlığına adım atma çabasındaki taşra ticaret eşrafı arasında kendine küçük de olma bir yer edinmiş, biraz para kazanmaya başlamıştı. Hemşerimin altındaki fiyakalı Amerikan arabası bunun bir kanıtıydı.

 

Sonra ekmeğini İstanbul’da aramak üzere, ailesini alıp koca kentin yolunu tuttu Dilaver. Buraya yerleşti ve bir eğlence yerinin (belki bir düğün salonuydu, iyi anımsamıyorum) fotoğraf işlerini üstlendi. Amerikan arabası yine altındaydı. Eşine ve çocuklarına rahat bir yaşam sağlamak için koştururken, burada daha önce gelip yerleşmiş Malatyalı dostlarıyla da arada buluşup anason kokulu üzüm suyundan nasipleniyorlardı. Saçlarına kır düşmüş olsa da, henüz gençlik çağını sürüyordu hemşerim. Kızlarını önüne katıp, akşamları, Marmara’yla Boğaz’ın buluştuğu, dakikada birkaç geminin gelip gittiği mavi sulara bakan çay bahçelerine iniyordu. Geceleyin ışıklandırılan Topkapı Sarayı’nın gizemli görüntüsüne bakarken de, “Şimdi, padişahımız efendimiz de oradan bize bakıyor, öyle değil mi?” demekten kendini alamazdı… Esprili, hoşsohbet, gırgıra düşkün, bir işler yapıp da zengin olma düşleri kurmaktan hoşlanan biriydi. Son işyerini de kapattıktan sonra biraz sıkıntı çeker haldeydi. Bir süre elindeki birikimiyle idare etmiş, arabasını satmış, hatta emektar makinelerini de para çevirmek durumunda kalmıştı sanırım. Birazcık da Malatya’dan destek görüyordu sanırım. Annesinin gönderdiği erzak kutusundan birkaç tane de soğan, patates çıkmasını gülerek anlatıyordu. “Zakine Hanım sanıyor ki, İstanbul’da patates soğan bulunmuyor!” Kuşkusuz biliyordu kadıncağız, ama, ille de Malatya’dan oğluna bir şeycikler göndermek istiyordu ana yüreği… Ona göndermeden, kendi boğazından geçmiyordu elbet.

 

Üsküdar’ın henüz “fakir Üsküdar” imgesini taşıdığı, Salacak kıyılarının yağmalanmadığı o, seksenli yılların başında, yine bir akşam film yönetmeni Aydın Sayman’la tanıştırmıştım Dilaver’i. Aydın, Malatya’nın efsanevi doktoru Fikret Sayman’ın oğluydu. Birbirlerini tanımamışlardı ama, Malatya’dan komşuydular. (Biri, Hükümet Binası’nın arkasında; öteki, yan tarafında oturuyordu ya!) Aydın’nın babası, o yıllarda, tüm Malatya’nın aile doktoru gibiydi. Kim çağırsa, yüksünmez, giderdi. Taksi yerine de faytonla gitmeyi yeğlerdi ki, fazla masraf olmasın. Aydın’ın amcası da Malatya’nın az sayıdaki eczacılarından biriydi. Cumhuriyet Eczanesi mi? Belki… (Yanılıyorsam, Celal Yalvaç ağabey doğrusunu söylesin.-Lütfü Sayman, Cumhuriyet Eczanesi, C.Y.-)

 

Aydın’la Dilaver’in kaynaşması güç olmadı. O günlerde Hülya Koçyiğit’in kocasına ait olan “Gülşah Film”e götürdü onu. Yeni bir filmin çekim hazırlığı yapılıyordu şirkette. Dilaver’e, küçük de olsa bir rol ayarlandı. Ordan da, bir buzdolabı (Arçelik olabilir) reklamında oynamak üzere Ajans Ada’ya götürdü.

 

Hiç unutmam: Dilaver’in suratının, Anthony Quinn’e benzediğini keşfetmişti Aydın. O söyleyince, bu benzerliği ben de fark ettim! Kardeş olsalar ancak bu kadar benzerlik olurdu gerçekten… İkisinin de bıyıksız halleri, yüzlerine bir uzunluk veriyordu. Kaşları kalın, gözkapakları şiş, elmacık kemikleri belirgin… Aydın Sayman, onu bu benzerlikle “lanse” etmişti sinemacılara. Arçelik reklamındaki Dilaver’e, Anthony Quinn’in, (Alain Delon’la birlikte oynadığı) Cezayir Savaşı’nı konu alan filmde giydiği komando giysisinin bir benzerini giydirmişlerdi; iyice anımsatsın diye…

 

Bu benzerlikten bir sonuç elde edilmedi ama, Dilaver Uyanık adı, artık afişlerde, jeneriklerde geçmeye başladı. Yazık ki, Yeşilçam’ın can çekiştiği bir döneme rastladı onun transferi. Kendini kanıtlayacak rollerde pek görünemedi. Yine de, dört elle sarılıyordu verilen rollere. Salon filmlerinde de, kırsal alanlarda çekilen filmlerde de düzgün bir oyunculuk sergiliyordu. Bu arada bazı küçük tiyatro topluluklarında, seslendirme işinde, TV dizilerinde kendince roller üstlendi. Aranan, güvenilerek rol verilen bir karakter çizgisine erişti birkaç yıl içinde…Bir gün, yönetmen arkadaşım Naci Çelik’ten, Dilaver’le ilgili sitayişkâr sözler işitmiş; doğrusu sevinmiştim. Dilaver, iyi bir oyuncu olmanın ötesinde, konuşkanlığı ve nüktedanlığıyla da, içki sofralarının aranan adamıydı. Artık o, bu çevrenin bir üyesiydi; bir kapı kapanırsa öteki açılıyor, mutlaka iş bulabiliyordu sinema dünyasında.

 

Aydın Sayman’ın, kendisine karşı gösterdiği hemşerilik dayanışmasını her fırsatta belirtiyordu. Ne zaman karşılaşsak, “Yahu, şöyle, Aydın’ı da alalım, hep birlikte oturalım!” diyor içtenlikle; ama üçümüzün ayrı yaşam koşulları buna pek elvermiyordu.

 

Dilaver’in yaşamında işsiz kalma korkusu gerilerde kalmıştı artık. Kızları, gönlünce değilse bile, sıkıntıya düşmeden okuttu. Onlarla, geleneksel bir baba gibi değil de, arkadaşça bir diyalog içinde oldu hep…Çocuklar sorunlarını babalarıyla konuşabiliyordu. Yani iyi bir babaydı Dilaver. Sonuçta iki kız da, başarılı çocuklar olarak büyüdü… Üsküdar’da daracık bir evden, daha uygun bir eve taşındılar. Sonradan hemşirelik mesleğine dönen eşi, birkaç yıl daha çalıştıktan sonra emekli oldu. Bir ev sahibi olmayı düşünür duruma geldiler. Ama düşleri gerçekleşmeden, başka bir felaket geldi ailenin kapısını çaldı! Eşini bir kaza sonucu yitirdi!...

 

Neyse ki, çocuklar büyümüş, kendilerini kurtarmıştı.

 

1997 yılıydı. Dilaver, matbaacı Hasan Anlar ve ben, yıllar sonra bir fırsat yaratıp üç günlüğüne bir tatile çıktık. İstanbul’un hemen koltuğundaki Karadeniz kasabasına (Şile’ye) uzandık. Yüz bitmiş, mevsim serin günlere dönmüştü. Gönlümüzün çektiği yere postu serip, gırgır şamata, yiyip içiyorduk. Sonbahardı evet, Karadeniz’e açılan balıkçı tekneleri, kasalar dolusu çingene palamutuyla dönüyordu her sabah. Kiremitte pişmiş çingene palamutu, su katılarak beyaza kestirilen rakıya âlâ meze oluyordu! İkimiz de fotoğraf makinelerini yüklenmiştik, karşılıklı resimler çektik üç gün boyunca… Tatlı bir anı oldu.O üç günün tadı damağımızda kaldı. Hastalığının ileri aşamasına kadar, ne zaman karşılaşsak, bir daha Şile’ye gitme özleminden söz etti Dilaver.

 

O tatil kaçamağında, artık sorunları kalmamış bir Dilaver vardı karşımızda. Yeniden evlenmiş, yeni eşinden bir oğlu olmuş, kızın ailesi de bir apartman dairesi bağışlamıştı onlara. Büyük kızı Zülal evlenmiş, eşiyle yurt dışına gitmiş; küçük kızsa Konservatuar’da müzik eğitimi görüyordu.

 

Nedense bu mutluluğu da çok gördü ona hayat! Bu kez de amansız bir hastalığa kaptırdı yakasını! Uzun süre kemoterapi gördü. İkinci eşi eczacı olduğu için, sağlık sorunlarıyla daha bilinçli olarak ilgileniyordu. Yazık ki tıbbın gücü sınırlıydı ve Dilaver kaçınılmaz sona doğru ilerliyordu… O halde bile yaşama umudunu içinden atmıyordu Dilaver: “Şöyle deniz kenarında, ağaçlar içinde bir evin olacak…” diyerek, doğaya dönük bir yaşamı özlemekten kendini alamıyordu hemşerim!

 

Onunla ilgili son anım, bu sözleri oldu.

 

FOTOĞRAF: Dilaver UYANIK (1938- Ağustos 2004)

UYARI: Sitemizde çoğunlukla muhabir arkadaşlarımızın imzalarıyla ya da mensubu oldukları basın kuruluşları kaynak belirtilerek yayınlanan üstteki haber benzeri araştırmalar, haberler, röportajlar, maalesef “emek hırsızı” –özellikle de biri sürekli olmak üzere- sözde bazı internet yayıncıları tarafından, ya aynen ya da küçük bazı değişiklikler yapılarak, kendi özel araştırmaları ya da haberleriymiş gibi kendi yayın organlarında yayınlanabilmektedir. Haber kaynağıyla ya da araştırmasıyla, istihbaratıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan, sadece gerçek gazetecilerin ‘kamuoyunun bilgisine sunulmuş’ emeğinin üzerine ‘çöküp’, gazetecilik- habercilik yaptıklarını zanneden ve böylece kamuoyunu da aldatanların bulunduğuna bir kez daha dikkat çekerken, söz konusu unsurları da ‘gerçek gazetecilerin emeğini çalmamaları’ konusunda uyarıyoruz.
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız