SON DAKİKA
SON DEPREMLER

Teberik

A- A+ PAYLAŞ

Bülent Korkmaz

korkmazbulent@gmail.com

 

Enişte, Mensucat’ta (Sümerbank Bez ve İplik Fabrikası) işçiydi. Kendisi annesinin rahmine düşmemiş veya düşmek üzereyken temeli atılmış, el kadar bebekken motorları dönmeye başlamış, babasının da emekli olduğu fabrikaya, girmek ona da nasip olmuştu.

 

Köylüydü. Zaten Sümerbank işçilerin çoğu köylerden geliyordu. “Şeherliler” Sümerbank işini beğenmiyor, hor görüyordu. Memleket fakir olmaya fakirdi, köylüler gibi şehirlilerin de işe ihtiyacı vardı. Ama şehirlinin yaşamı köylüye göre biraz daha iyiydi.

 

O günün şehirlisi bulgurunu kaynatmış, salçayı, turşuyu yapıp küpe basmış, pestilini, tandır ekmeğini destelemiş, davar alıp kestikten sonra kavurmasını yapmışsa, üstüne üstlük sağdan-soldan, dükkandı-ticaretti az bir geliri varsa, ondan kralı yoktu. “Pavruka” (Fabrika) kapılarına gidip ustabaşı zırıltısı, müdür dırıltısı dinlemenin, insanı insanlıktan çıkaran sonu başı belirsiz mesailerin derdi hiç çekilmezdi.

 

Artı “işsizlik” denen illetin, belanın, acımasızlığın, çürütme mekanizmasının gerçekte ne anlama geldiğini, gün gelip iş beğenme gibi bir lüksün hayal alemine karışacağını kimse bilmiyordu. Çalışıp da ne yapacaklardı?

 

Mahalle bekçileri şehrin çarşısını-kahvesini dolaşır işçi ararlar; kimse kolay kolay yeryüzü, gökyüzü ve cümle Umman’ın en sağlam işi devlet işine girmeye yanaşmazdı.

 

Ama köylü Enişte çalışmak zorundaydı. Evliydi. Karısı ve bebeleri eline bakıyordu. Toprağı hem az, hem o kadar verimli değildi. Genç yaşında fabrikada işbaşı edip, çalışmaya başlamıştı. Diğer arkadaşları gibi vardiyalı çalışıyor; 1 hafta sabah 7’de, ardından öğleden sonra 3’te, en sonunda gece 11.00’de makinesinin başında oluyordu.

 

Yüzlerce makinenin korkunç bir gürültü çıkardığı, ipliklerin, pamukların havada uçup insanın genzini doldurduğu, kumaş daha kaliteli, iplik daha sağlam olsun diye atölyelerin rutubetlendirildiği, boya kokularının nefesi zorladığı fabrika işinin güçlüğü bir yana, işe gidip gelmenin bile “mesele” olduğu yıllardı. Şehirde ev tutamaz, kira veremezdi. Köyde evi vardı. Bağdan-bahçeden sebze, meyve geliyor, geçimlerine katkı sağlıyor, 5 çocuk, anne-baba, bekar kardeşler kocaman bir köy evinde yaşayıp gidiyorlardı.

 

İş başlangıç saatinden çok önce yola koyulmak zorundaydılar. Çalışmaya başladıkları ilk yıllarda, 10 kilometrelik köy ile şehir arasında araç işlemediğinden yürüyerek işe yürüyerek gidiyorlardı. Sabahın körü, gecenin karanlığı onlara yoldaş oluyor, yazın sıcağı, kışın soğuğunu iliklerinde hissediyorlardı. İmanları gevriyor, iflahları kesiliyordu ama ne çare? Sonra araçlar işlemeye başladı da, lüzumsuz yürüme derdinden kurtuldular.

 

Böylece yıllar yılları kovaladı. Enişte, ne kadar devlet kapısında işçi de olsa, toprağıyla olan bağını koparmadı, onu hep işlemeye gayret etti. Çalışkandı. Hatta çok çalışkandı. Vardiyadan gece gelmişse, birkaç saat uykunun veya dinlenmenin ardından, bahçesine gidiyor, sebzesini, meyvesini ekiyor, onları suluyor, yetiştiriyor, biçiyor, hasat ediyordu. Yıllık izinlerin, hafta tatillerinin, resmi tatillerin, hatta bayram günlerinin birkaçının toprağıyla uğraşmakla geçiriyordu. “Yoruldum” dediğini duyan olmamıştı. İş yoruluyor, o yorulmuyordu.

 

Köy yeri hayvansız olur muydu? Ahırdan en az 1 inek, eşek, tavuklar eksik olmuyordu. Dışarıdan süt, peynir, yumurta alamazlardı. Paraları olsa bile alamazlardı. Çünkü satan yoktu. Herkes her şeyini evinde hazırlıyor, evinde yiyordu.

 

Bağ-bahçe işleri, hayvanların bakımı, ekmek pişirmeden çamaşıra kadar her işin insan eline ve alın terine bakıyordu.

 

Yorulan, çırpınan sadece Enişte değildi.

 

Karısı Hala da gece-gündüz çalışmak zorundaydı. Ardı sıra dünyaya gelen bebeklerle uğraşmak, yemeği hazırlamak, çamaşırı yıkamak, koca evi silip süpürmek, “boş zamanlarında” hayvanların bakımını yapmak, sütünü sağmak, pekmezdi, bulgurdu, salçaydı kış hazırlığını yazdan tamam etmek, bahçe işlerinde kocasına yardımcı olmak ve aklını itaat edip-itaat ettirmeyle bozmuş “gara yerin altına giresice” yurdum kültürünün bilumum psikopatlıklarına (büyüklere saygı olarak bilinen kavram) katlanmak zorundaydı.

 

Çocuklar da boş durmuyordu. Ayaklarının üzerinde dikeldikleri andan itibaren davar yaymak, meyve toplamak, çalışan büyüklere bohçayla yemek taşımak, sırtına yük vurulmuş eşeği eve götürüp boşaltmak gibi sayısız görev onları bekliyordu. Onlar için ucu-bucağı, önü-arkası belirsiz işlerden tek kurtuluş, okul günleriydi

 

Çalışmak, çalışmak, çalışmak zorundaydılar. Zengin olmak, hanlar-hamamlar almak için değil, sadece yaşamak için!

 

Ama yaşamın zevkli ve mutluluk dolu anları yok değildi. İşlerin durduğu demeyelim ama önemli oranda azaldığı kış günleri ve geceleri eve şenlik havası geliyordu. Yakındaki kasabadan akrabaların çocukları gelince mutluluk daha artıyordu.

 

O akşamlar yok muydu o akşamlar? Dışarının insanı ürperten karı, soğuğunu unutturan, kerpiç evin odasını cennete çeviren sobada çaylar demleniyor; dünyanın en iyi aşçısı Hala hakiki ve saf tereyağından esmer renkte “şareli bulgur pilovu” (şehriyeli bulgur pilavı) pişiriyor, meyvenin her türlüsü sofraya konuyor, pestil geliyor, ceviz gidiyor, gündöndü (ay çekirdeği) çıtlatılıyor, gecenin geç saatlerine kadar çocuklar-gençler arasında sohbetin muhabbetin alası yapılıyordu. Kimse yatağa girip uyumak istemiyordu.

 

Hala’nın odun ateşinde, sacda pişirdiği bir ekmek vardı ki, tadından yenmiyordu. “Eşgili ekmek” denen bu ekmeği başka kadınlar da pişiriyordu; ama Hala kesinlikle ve kesinlikle bu ekmeğin lezzet profesörü, piri, prensesi, kraliçesiydi. O ocağı yakınca çocuklar, yeğenler, torunlar başına üşüşüyor, sıcacık eşgilinin üzerine tereyağını sürüp çatlayana kadar yiyorlardı.

 

Yıllar yıllar kovaladı; yaşam bu minval üzere devam etti. Enişte 25 yıllık işçiliğin ardından emekliliğini istedi. Tazminatını aldı. Tamamen köyüne, topraklarına döndü. Emekliliğin hayrına bir mevlit okutmayı ihmal etmedi. Yaşlandıkça toprağa bağlılığı daha artıyor, “varsa, yoksa toprak” diyordu. Alın teriyle zaman içerisinde babadan-dededen kalma mallara bir-iki küçük parça eklemeyi başarmıştı.

 

Bir gün küçük Yeğen ile eşek sırtında bağdan dönerken “Toprak deyip geçme… Bir gün gelecek yeryüzünde insan sayısı o kadar artacak ki, mezar bile parayla olacak” demişti. Yeğen, “Mavi gökyüzünün altındaki ucu bucağı belirsiz kara topraklar hepimize yetmez mi?” diye şaşkın şaşkın düşündü. Ne Enişte ne Yeğen, hocaların hocası Hoca Nasrettin gibi eşeğin sırtına ters binme akıllığını gösterecek öngörüye sahip olmadıklarından, eşitsiz gelişme yasası, toprak reformu, gelir dağılımındaki adaletsizlik gibi konuları irdeleyemediler; dolayısıyla mezarlıkların özelleştirilmesine karşı bir tez (anti olan) geliştiremediler.

 

Çocuklar büyüdü, genç oldular. Köy yerinde yuvadan önce dişi kuşlar uçardı. İki katlı, geniş avlulu, bol odalı evden yıllar önce Enişte’nin kardeşleri ev bark sahibi olup ayrılmış, baba vefat etmişti; şimdi de kızlar gidiyordu. Önce büyük, sonra ortanca oğlan evlendi, bir süre orada yaşadı, torunlar oldu, ardından o da ayrılıp gitti.

 

Yıllar su gibi akıyor, yaşam mücadelesinin bir yerlere savurduğu, meşgul ettiği yeğenler eskisi kadar gelemiyordu. Ama koca ev yine de sessiz değildi; 2 oğlan, ahırın kadrolu elemanları inek ve eşek, arada gelip gidenler, bayramlar, yaşamın tüm zorluğuna karşın gülmeyi-güldürmeyi ihmal etmeyen Hala ve Enişte’yi mutlu kılıyordu.

 

Neşeliydiler. Şaka yapmayı seviyor, kendilerine yapılan şakalara da alınmıyor, gülüyorlardı. Bazen birbirlerine yaramaz çocuk gibi takılıyor, işletiyorlardı. Enişte’nin bir yere saklanıp, Hala’ya kendini aratması, Hala’nın, çocuklarıyla işbirliği yaparak eşini makaraya sarması sıradan eylemleriydi. Gülmecenin eksik olmadığı yaşam tarzı çocuklarını da etkilemişti. Sürekli gülünecek bir şeyler üretmekten kendilerini alamıyorlardı. Eve gelen konukların tamamına (özellikle yaşlılara) yutturdukları bir numaraları vardı: Kerpiç ve ağaç malzeme kullanılarak yapılmış evin yan odalarından birine gidip bir direğe sarılarak evi “sallayabiliyorlar”, konukların oturduğu altı boş salon deprem olmuş gibi gidip geliyordu. Tezgahtan haberdar ev halkı yalandan bir panikle “yer sallanıyı…” diye kaçarken, zavallı konuklar ardı sıra koşuyordu. Deprem (!) geçtikten sonra “bizim köyün arazisi daşlıh; sağlam. Allah bülür şeher yıhılmıştır” yorumları ihmal edilmiyordu.

 

Doğal yaşam ve gülmeceydi Yeğen’i her fırsatta köye çeken. Yaşadığı yere yakındı. İki taraflı ağaç, tenha bir yoldan yürüyerek 20 dakikada köye varabiliyordu. Kahveden, orada oynanan oyunlardan nefret eder, zaman kaybı olarak görürdü. Ama köy evinde durum başkaydı. Akşam yemeğinin ardından yere bağdaş kuruluyor, demlenen çay, halis muhlis meyveler getiriliyor, Enişte, 2 halaoğlu ve 1 yeğen fanti (kağıt) oynamaya başlıyorlardı. Gözde oyunları pişti ve elli bir idi. Ne oyunun önemi vardı, ne kimin kazandığının? Oyun sırasında üretilen esprinin haddi hesabı yoktu. Gülmekten karınlar yırtılıyordu.

 

Gün geldi, küçük oğlan askere gitti, ortanca oğlan evlendi, çoluk çocuk sahibi oldu. Bahçeden gelecek üç-beş çuval ürünle geçim olmayacağından, iş-güç peşinde koşmaya başladı. Enişte, oğlunun vakti varsa onunla, yoksa yalnız başına bahçelere gidip geliyordu. Küçük yaşlardan beri işten başka bir şey bilmeyen bedeni yorgun düşmüş, hastalık belirmişti. O doktor senin, bu doktor benim derken durumunun o kadar iyi olmadığı belli olmuştu. Çevreye pek belli edilmiyordu ama bilen biliyordu.

 

Yaprakların sararmaya başladığı, havaların az da olsa sıcak olduğu bir Eylül günü, vakti zamanında 1000 en eski Türk lirasına satın aldığı 14 yaşındaki eşeğini ahırdan çıkardı. Eşeği arabasına koştu. Eşek arabasının arkasına ineği bağladı, bahçeye gitti. Yalnızdı. Kendince bahçede işler gördü. İnek bir ağaca bağlı yayılıyordu.

 

Akşama doğru kadınların bağrışmasıyla evin önünde bir kıyamet koptu. Enişte, eşek arabasının üstünde öylece yatıyordu. Durmak, yorulmak bilmez bedeni ondan öte köy olmayan ölüme, henüz 55 yaşında yenik düşmüştü. Hala, komşular dövünüyor, ağlaşıyorlardı, ama nafile! Ölmüştü işte!

 

Sonradan anlaşılacaktı ki, bahçede çalışırken inek bir şekilde ölmüştü. Artık yılan mı sokmuş, ipe mi dolanmıştı, başka bir neden miydi kimse bilemeyecekti. Şüphesiz ineğin ölümüne üzülmüş, eşeğini arabaya koşmuş, eve gelmek üzere yola koyulmuştu. Yolda rastladığı bir köylüye selam verip selam almış, az ileride kalbi durmuştu. Cebinden çıkardığı, ama ağzına götüremediği ‘dilaltı’ avucunun içinde duruyordu.

 

Enişte’nin ölümünü takip eden yıllarda ortanca oğlan başka bir şehirde işe girip köyden ayrıldı. Küçük oğlan askerden geldi, o da başka bir yerde iş bulup köyü terk etti. Hala, bir zamanlar dolup taşan koca evde yapayalnız kalmıştı.

 

Aslında yapayalnız sayılmazdı. Yıllarca eve hizmet etmiş, hayat arkadaşının cansız bedenini eve getirmiş eşek ahırda duruyordu. Ne eskisi kadar bağa bahçeye giden ne de eşeğin taşıyacağı yük kalmıştı. Tarımla geçinen olmadığı gibi arabaların sayısı artmaya başlamıştı.  Çocukları, eşeği satmasını veya akrabaların bulunduğu başka köye göndermesini istiyor, bakımının zor olduğunu söylüyorlar, ama o kabul etmiyordu. Eşek, evde olunca kendisi de eve bağlanıyordu. Çünkü düzenli olarak suyunun-yeminin verilmesi gerekiyordu.

 

Eşeği bıraksa, evi de bırakacak, sırayla kendisini çok seven çocuklarında, bacılarında kalacak; onların da gözü arkada kalmayacaktı. Onlara yük olmaktan çekindiğinden değil, ama eşeği bakımsız bırakmayı göze alamadığından, hayvanı bir yere bırakmıyor, satmıyordu. Onu bile bile ölüme terk etmek demek ‘azatlamayı’ yapmak vicdanının kaldıracağı bir şey değildi. Ailenin en muzibi ortanca oğlanın Mister Dörtnal  adını taktığı eşek, çok şanslıydı. Çünkü, Hala onu arpa, burma gibi klasik eşek mutfağı ürünlerinin yanı sıra kuru siyah üzümle besliyordu.

 

Eşeği bırakmıyordu, eşeği seviyordu, eşeğe gözü gibi bakıyordu. Çünkü, önce sırtında, sonra 2 tekerlekli, demir ve tahtadan imalat arabasıyla evin yükünü taşımış eşek, hayat arkadaşından kendisine teberik idi. Yani, yadigar… Hayvanı bir yere bırakamaz, emanete hıyanet edemezdi. Eşek ölene kadar onu besleyecekti. Öyle de koca evde bir başına yapayalnız, eşekle nasıl yaşayacaktı? Gündüzleri tamam da geceleri ne olacaktı? Bir-iki defa torunlar yanında kaldı; devamını getiremediler.

 

İşte o zaman Yeğen imdada yetişti. Çok sevdiği halasıyla, binlerce güzel anıyı yaşadığı köy evine akşamları gelebilir, sabah kalkıp işine gidebilirdi. Ona bir yük değil, kutsal görev hiç değil, zevkti, mutluluktu. Hala’yı gündüz komşular, gece kendisi bekleyebilirdi. Birlikte yiyip, birlikte içtiler, güldüler, eğlendiler, sohbet ettiler. Eşeğin bakıcısı bir iken iki olmuştu. Yeğen, halasının evde olmadığı günler erinmeden teberiğin yemini, suyunu vermeye köye gidiyor, bazen köyde kalıyor, bazen kendi evine gidiyordu.

 

Aylar ayları, yıllar yılları kovaladı. Başka şehirde çalışan küçük oğlan tayinini annesinin bulunduğu ile aldırdı. Böylece Yeğen, nöbetini devretti.

 

Küçük oğlan evlendi. Yeni torunlar oldu. Hep beraber bir süre köyde yaşadılar. Eşek krizi aşılmış gözüküyordu. Bakımı sorun olmuyordu. Bebeler büyüdü. Köy evi yeni kuşağın istek ve beklentilerine yanıt verebilecek yapıdan yoksundu. Zaten, köy yerinde köylü gibi yaşayan da kalmamıştı. Çatılar çanak anten ve güneş enerjisi doluydu. Bir zamanlar tüm yörenin yoğurt ve ayran gereksinimini karşılayan köyde inek besleyen kalmamıştı. Teberik ise köyde türünün tek örneğiydi. Mübarek eşek görmeye görmeye eşek olduğunu unutacaktı.

 

Oğlan şehirden bir apartman dairesi aldı. Köyde yaşamanın anlamı kalmamıştı. Eski güç ve zindeliği yaşamın acımasız kurallarına yenik düşmüş, sağlığı bozulmaya başlamıştı. Annesini de kendisiyle beraber kaloriferli eve götürmek istiyordu.

 

Peki Mister Dörtnal  ne olacaktı? Hala, doluya koydu olmadı, boşa koydu olmadı. Çaresiz, eşeğin başka bir köyde yaşayan akrabalara verilmesine razı oldu. Eşekle birlikte arpasını, samanını, üzümünü, üstüne üstlük iyi baksınlar diye bir miktar para vermeyi de ihmal etmedi.

 

Eşek giderken Hala’nın şöyle dediği duyuldu:

 

“Hasen şimdi öldü”

 

 

* Yukarıdaki öyküde geçen yer ve kişiler gerçektir. Hala, benim büyük halam (teyze) Cemile, Enişte onun eşi Hasan’dır. Yeğen, ben oluyorum. Mekan, Kileyig (Yakınca) kasabasıdır. 27 yaşındaki Dörtnal Efendi uğradığı post-modern sürgün nedeniyle Şahnahan’da yaşamaya devam etmektedir. Ona, halama ve kendime sağlıklı, uzun ömür diliyorum.

 

* Yerel söylenişi teberik olan sözcüğün doğrusu teberrük. Arapça kökenli bir sözcük günümüz Türkçesinde kullanılmıyor. Türk Dil Kurumu Sözlüğü anlamını “uğur sayma” olarak açıklıyor. Ancak bu yeterli değil. Tam karşılığı, sözcüklerin Osmanlıca yazılışlarıyla birlikte günümüzde kullanılmayan veya pek kullanılmayan sözcüklerin de yer aldığı, Türkçe-İngilizce Redhouse Sözlüğü’nde yer alıyor. Sözlük, bu sözcüğün ‘kutsal bir kişi veya varlıktan geçen yadigar, kalıt” anlamına geldiğini belirtiyor. Teberrük olarak korunan varlığın uğur getireceğine de inanılıyor. Anadolu’da, sahibi öldükten sonra yakınlarının bakmaya devam ettiği bizim eşek gibi canlılar için, işte bu teberik (teberrük) sözcüğü kullanılıyor.

UYARI: Sitemizde çoğunlukla muhabir arkadaşlarımızın imzalarıyla ya da mensubu oldukları basın kuruluşları kaynak belirtilerek yayınlanan üstteki haber benzeri araştırmalar, haberler, röportajlar, maalesef “emek hırsızı” –özellikle de biri sürekli olmak üzere- sözde bazı internet yayıncıları tarafından, ya aynen ya da küçük bazı değişiklikler yapılarak, kendi özel araştırmaları ya da haberleriymiş gibi kendi yayın organlarında yayınlanabilmektedir. Haber kaynağıyla ya da araştırmasıyla, istihbaratıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan, sadece gerçek gazetecilerin ‘kamuoyunun bilgisine sunulmuş’ emeğinin üzerine ‘çöküp’, gazetecilik- habercilik yaptıklarını zanneden ve böylece kamuoyunu da aldatanların bulunduğuna bir kez daha dikkat çekerken, söz konusu unsurları da ‘gerçek gazetecilerin emeğini çalmamaları’ konusunda uyarıyoruz.
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız