SON DAKİKA
SON DEPREMLER

"Temelli, Babama Dedi ki.."

0
Güncellendi - 2015-12-27 20:03:40
A- A+ PAYLAŞ

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucularından, büyük devlet adamı ve asker, eski Cumhurbaşkanı ve Başbakanlardan, Malatya eski milletvekillerinden İsmet İnönü'nün hayattaki tek çocuğu, kızı Özden Toker, geçtiğimiz günlerde, babasının ölümünün 40'ıncı, Lozan Antlaşması'nın da 90'ıncı yıldönümü dolayısıyla İnönü Üniversitesi Rektörlüğü tarafından düzenlenen panele katıldı ve babası İsmet Paşa'yı, Malatyalı ailesini anlattı.

İşte, Özden Toker'in panelde yaptığı, son dönemlerin muktedirlerinin hedefinde olan babası İsmet İnönü'yü, ailesini anlattığı, konuşmasının tam metni:

"MALATYALI, İZMİR DOĞUMLU.."

"Buraya geldiğim için onur duyuyorum. Aranızda bulunduğum için kendimi onurlu hissediyorum. Sizlerle birlikte olmaktan çok mutluyum. Bu seferki toplantımızın iki önemi var. Babamı kaybedeli 40 yıl oldu aynı zamanda Lozan da İsviçre de 90 yıl evvel orada atılan imzanın 90. Yıldönümü. O imza Türkiye Cumhuriyeti devletini bağımsız olma hakkını kazandıran imzadır. Ne mutlu bana ki, o imzayı da atan babamdır. Hem babamın ölümünün 40. yıl dönümü hem de o imzanın 90. yıldönümü olması nedeniyle iki kat bir anma töreni oluyor. Bu nedenle de bizi bir araya getirdiği için rektörümüze teşekkür ediyorum. Her iki dönem üzerinde de konuşma imkânını verdi. Şimdi ailemden bahsedeceğim.

Babam İsmet İnönü Malatya kökenli, ama İzmir doğumlu olduğunu biliyorsunuz. Bu çok merak edilir. İsmet Paşa, asırlar önce Orta Asya’dan Bitlis'e göç etmiş. Kürümoğulları sülalesinden Hacı Reşit Bey’in oğlu. Onun babası Abdulfettah Efendi Bitlis’ten gelip Malatya’ya yerleşmiş, ticaretle uğraşıyormuş. Onun oğlu Reşit. Babası kendi mesleğini ve babasının mesleğini yapacağını ümit ediyormuş. Küçük Reşit okumak istemiş ticaretle uğraşmak istememiş. O zamanda sadece İstanbul'da imkan olduğu için kalkıp İstanbul'a gitmiş. Bir nevi kaçmış ve orada hukuk tahsil etmiş. Oradan sorgu yargıcı yardımcısı olarak mezun olmuş. İlk tayin edildiği yer Çatalca olmuş. Reşit Bey, Hakkı beyin kız kardeşi Cevriye Hanım varmış, ona talip olmuş ve onunla evlenmiş. Yani babaannem Rumelili, büyük babam Malatyalı. O şekilde babamın annesi ve babası birbirlerini bulmuşlar. Bunların 5 tane çocukları oluyor. Biri kız 4 tanesi erkek. Babam onların 2. oğlu. Babası tayin olunca da İzmir'e gidiyorlar ve İzmir'de doğuyor. 1884 yılında oraya tayin olduğu için İzmir'de doğuyor o bakımdan İzmirli. 

MALATYALI İBN-İ REŞİT MUSTAFA İSMET

Bir de Lozan antlaşmasında kullandığı mührün üzerinde de Malatyalı İbn-i Reşit Mustafa İsmet yazılı. Yani, Malatyalı Reşit’in oğlu Mustafa İsmet. Ve işte babamın doğum hikâyesi de böyle oluyor. 

Soyadı kanunu çıkınca Kurtuluş Savaşı’nda Batı Cephesi komutanı olarak Birinci İnönü ve İkinci İnönü Meydan Muharebelerinde kazandığı zaferler nedeniyle Atatürk, İsmet Paşa’dan başlamak üzere ailesine İnönü soyadını veriyor. Tabi amcalarım Temelli soyadını alıyor. Hatta Malatya da yaşayan akrabalarımızda bu ismi devam ettiriyorlar. Uzun süre Malatya Belediye Başkanlığını yapmış. (Malatya Belediye Başkanlarından Tevfik Temelli İsmet Paşa'nın amcası oğlu, Turgut Temelli de Tevfik Temelli'nin oğlu).  

KURTULUŞ SAVAŞI VE MALATYA'YA GELİŞ..

Şimdi de ben sizlere evlat olarak İsmet Paşa’nın nasıl bir baba olduğundan bahsedeyim; İsmet Paşa'nın iyi bir aile babası olduğu, iyi bir aile reisi olduğu, hatta sevenler sevmeyenler tarafından da kabul edilen bir konudur. Merak konusudur. Annem hep şaşardı. Bize hep sorulurdu nasıl biriydi babanız? Annem bunlara birazda sinirlenirdi. Bizim başkalarından ne farkımız var, bizim ailemizde her aile gibi bir aileydi. Neden böyle şeyler söylüyorlar, diye terslerdi. Hiç cevap vermek istemezdi. Bizim ailemizde herkesin ailesi gibi derdi.  Ben ailenin 4. çocuğuyum. Büyük abimin adı İzzet’ti. O'nu 2 yaşlarda Malatya'da kaybediyorlar. 

Kurtuluş Savaşı başlayıp İstanbul işgal edilince, Süleymaniye semtinde karşı karşıya iki evde oturan İsmet Paşa ve babası Hacı Reşit beyin aileleri, artık İstanbul'da kalamayacaklarını görerek İstanbul’dan Anadolu’ya geçmeye karar veriyorlar.  Bu şekilde iki aile de toplanıp İstanbul’dan Samsun'a gitmek üzere o niyetle vapura biniyorlar. Fakat ilk bindikleri zaman bekliyorlar ve bir türlü vapur kalkmıyor,  telaşlanıyorlar. Sonra öyle bir laf dolaşıyor ki bir ihbar olmuş birisi kaçıyormuş şeklinde. Daha da heyecanlanıyorlar. Sonra bir şey olmuyor tabi onlar tekrar evlerine dönüyorlar. Bir iki gün sonra tekrar aynı vapura binip Samsun’a çıkıyorlar. Samsun’dan da, o zaman başlarında büyükbabam var. Hacı Reşit Bey var ve babaannemin kucağında da ilk abimiz İzzet varmış o zayıf bir çocukmuş. Sorunları olan bir çocukmuş. Babam onu Anadolu’ya geçerken ve en son 6 aylıkken görmüş bir daha da görememiş, o annem Mevhibe Hanımın kucağında o şekilde oradan iki yaylı araba kiralıyorlar. Arabaya binip 40 günde Samsun’dan Malatya’ya gidiyorlar. Oraya vardıklarında akrabaları karşılıyorlar. Bir yerlere yerleşiyorlar fakat büyükbabam hemen rahatsızlanıyor ve 40 gün sonra vefat ediyor. Ondan kısa bir süre sonrada İzzet abimi  Malatya’dan iyi bir doktor bulmaya tedavi etmeye çalışıyorlar. Tabi o sıralarda birçok ailenin çocukları bakımsızlıktan yeterli beslenememelerinden dolayı mı yoksa annelerinin babalarının çektikleri sıkıntılardan dolayı mı o yaşlarda kayıplar olurmuş. İzzet abimi de  kaybediyorlar. Yani sonunda Malatya'da büyükbabamın ve abim İzzet’in mezarı da buradadır. Buraya geldiğimde her fırsatta ziyaretlerine giderim. Ondan sonraki ağabeylerim de, yani Ömer abim İzmir doğumlu, Erdal abim ve ben Çankaya’daki baba evinde büyüdük. Erdal abim de benim gibi o evde doğdu. Hala o evde yaşıyorum.

BABAM DİĞER BABALARDAN FARKLIYDI.. 

Çocukluğumda ben zannederdim ki herkesin babası benim babam gibi bir baba. Ama etrafında bir sürü insan her işe koşturan bir baba, annem ise o kargaşalığın içerisinde en başta babam olmak üzere hepimizi rahat ettirmeye çalışan güler yüzlü bir hanımefendiydi.  Büyüdükçe babamın diğer babalardan farklı olduğunu anladım. Nasıl anladım? Herkesin ona gösterdiği saygıdan dikkatten ve her gittiğimiz yerde bizlerin İsmet Paşa'nın çocukları olarak ilgi çekmemizden. Biz iki kardeşte olsak üç kardeşte olsak hep ilgi çekerdik. Sonra anladım bunun sebebini. Biz  Cumhurbaşkanının çocuklarıyız. Bizden önce Atatürk'ün çocuğu yoktu. Onun için Cumhurbaşkanı çocukları olmamızın insanlara değişik bir şey vereceği tahmin ediliyordu. Onun için bizi hep kendilerinden farklı görmeye çalışıyorlar, ama bizde hiçbir farlılık değişiklik yok. Biz de hep onlar gibi bir insan olduk. Hepimiz devlet okullarında okuduk. Ama bunun sebebi, babam yoğun çalışmaları arasında her zaman bizimle meşgul olma ilgilenme vakti buldu. Her zaman hayatına bizi kattı. Eğer beraber değilsek, mesela abimler üniversite tahsillerini bitirdikten sonra Amerika'da kaldılar Ömer abim az kaldı, Erdal abim daha çok kaldı. O sırada babam Cumhurbaşkanıydı. İkinci Dünya Savaşı sırası ve babam da onlara haftada iki defa mektup yazardı, onları hiç habersiz bırakmazdı. Onlar uzaktaydılar, fakat gerçekten ailemizin içinde yine Ankara’dalarmış gibi bizim hayatımıza katılırlardı. Onların katılmalarını sağlardı babam. 

ÖĞRETMENİNİN ADINI OĞLUNA VERDİ

Babamın babası farklıymış. Babamızdan farklı bir baba, tabi dönem farklılığı da var. Babam babasını nasıl hatırlıyor? Babam İzmir'de doğdu. 7 yaşındayken babası Sivas'a sorgu hâkimi olarak tayin oluyor. Orada askeri rüştiyeye yani ortaokula başlamış 4 sene. 1 sene sınıfta kaldığı için 4 sene olan okul 5 senede bitirmiş. Niye sınıfta kalmış, Matematik dersinden kalmış. Babam ona çok üzülmüş, ben nasıl sınıfta kalırım diye, ama kabahati hocalarında veya ailesinde anne babasında bulmamış. Düşünmüş taşınmış ve bulmuş ki kabahat kendisinde. Çünkü yeteri kadar çalışmamış. O tarihten sonra yazları bir sene sonraki derslerine çalışmaya başlamış. Hem sınıfının hem de okulunun birincisi olmuş. Hocası Yüzbaşı Ömer Efendi. Onu her zaman şükranla anmış ve hayatındaki başarılarının temelinde o hocasının ona verdiği ders olduğunu söylerdi. Yani insan çalışırsa her şeyi elde edebiliyor, çalışmazsa da sınıfta kalıyor. Ve o kadar çok şükranla anmış ki hocasını, Ömer abimin yani büyük abim doğduğu zaman ismini Ömer koymuş. Ömer dediği zaman onu sınıfta bırakan hocasını hatırlıyormuş. Sonra Sivas'ta oturuyorlar, yine o günlere döneceğim. 

ÇOCUKKEN MALATYA'YA GİDİYOR..

Sivas'tan Malatya’ya çocuk olarak gidiyor ve o zaman büyükbabasıyla tanışıyor. Hacı Reşit Bey’le o zaman beraber gidiyorlar. Büyükbabası Abdulfetttah Efendi. Büyükbabasını, uzun boylu abani sarıklı zayıf bünyeli dedem insan güzeli diye hatırlıyor. Sonra ailesiyle beraber Malatya’ya büyükbabayı ziyarete gidiyor ve sünnet düğünleri orda oluyor. Babam Malatya’yı bu ilk görüşünde günlerce geniş kayısı bahçelerinde koşup eğlendik, diye anlattı. Babası içinse anılarında 'Hacı Reşit Bey, ahlak terakkilerinde her manası ile titiz, samimi bir ‘Müslüman’dı. Terbiyesi sertti. Ben Kolordu Kumandanı iken bile babamla az çok resmi idim. Kendi çocuklarımı arkadaş gibi muamele ederek yetiştirmeye çalıştım.' 

BABAMIN KORKUSU..

Her iki terbiye usulü de ailemize verilmişti. Yurt anılarında babam tahsil zamanında geniş imkânı olmayan orta halli bir aileden yetiştim. Bizim tahsil zamanımızda babam Başbakan sonra Cumhurbaşkanı oldu. İmkânım olmasına rağmen hep orta halli bir aile olarak yaşamaya devam ettik. Babam bizim şımarık işe yaramaz zengin çocukları olarak yetişmemizden çok korkardı. Bunu Pembe Köşk'te sofra arkadaşlarına endişesini anlatırken duydum. Şöyle demişti babam; 'genç subayken zamanın bazı saray ve bab-ı erkân çocuklarının birçok şımarık davranışlarını duyardım. Büyük bir şatafat ve azamet içinde dolaşırlar, bizim gibi insanlara yüz vermezlerdi. Ama sonra harpte subay olarak yanıma geldiklerinde, görevi ne kadar zor kabul ettiklerini gördüm. Benim çocuklarım da böyle şımarık büyüyecekler, işe yaramaz olacaklar diye ödüm kopardı, ama şansım vardı böyle olmadılar.' 

Şimdi size babamın bir mektubunu okumak istiyorum. Bu 1943’te Ömer abime yazdığı bir mektup. O sırada Ömer abim, biz Ankara’da oturuyoruz, ama Ömer abim yeni üniversiteye başladı. İstanbul’a gitti, o sıralarda 19 yaşında. Babamın ona yazdığı bir mektup; 'Canım oğlum Ömer’im seni göndermek bize zor geldi, dayandık. Benim çocukluğum imkânsızlıktan dolayı mahrumiyet içinde geçmiştir. Gençliğini imkânlardan mahrum edeceğin için mağduriyet içinde geçecek. Vazife icaplarını hayatta her şeyden üstün tutan yolun yolcularıyız. Baban bu yol üzerinde yürümekten zararlı çıkmadı.' Oğlu aynı yollardan geçsin, diledi. 

Babamın bize gösterdiği yolda, kendi yaşadığı hayattan aldığı tecrübeleriyle, elimizdeki imkânlardan yararlanmadan, imkânsız bir şekilde ama vazife ruhumuzla yetişmemizi umuyordu. Her zaman için onları önerirdi. 

BİZ DE SIKINTI ÇEKTİK..

Örneğin 1939-1947 yılları İkinci Dünya Savaşı yıllarıydı. Savaşa girmemeyi başarmıştık, fakat çok sıkıntı çekildi. Karneler çıktı, ekmek, şeker, yakacak karneleri.. Bizde Cumhurbaşkanı Köşkünde bizde aynı muameleyi gördük aynı mahrumiyeti çekiyorduk. Biz de karneyle ekmek alıyorduk. Kalorifer yanıyordu, ama kaloriferi yakmak içinde kömür gerekiyordu, kömür de karne ile veriliyordu. 

Yine babamın, ağabeylerime yazdığı mektuplarda şöyle anlatıyor; 'Şimdi yetimhaneye geçtim size mektup gönderiyorum. Kışlık paltomu giydim boğazımı da güzel güzel sardım sıcacık size mektup yazıyorum' diyor. Çünkü çalıştığı, oturduğu yerde kalorifer yanmıyordu, çünkü kömür yetmiyordu. Aynı şekilde bizde ekmek karnesiyle yiyorduk. Biraz önce bahsettiğim Temelli de (Tevfik Temelli) akrabamız, o bize geldiği zaman sofrada o da şikâyet etti. Hocam bir türlü ekmek yetmiyor, bize. Babamda, ekmek yetmiyorsa patates yiyin, dedi. Ama patateste ekmekle yemek lazım, dedi. Böyle sürtüşmeler olmuştu. Yani aynı sıkıntıları bizde çekmiştik. 

İsraftan hep kaçtık hala da kaçıyoruz. Mesela annemin bütün eşyalarını sakladığı için onları şimdi sergileyebiliyorum. Annemin 40-60 senelik kıyafetleri var. Annem gelinliğini saklamış, 40 sene sonra aynı gelinliği benim kızım giydi. Mesela bir paltom vardı gene benim dönemimdeki anılarım, aynı paltoyu 3-4 sene ben giydim. Hepimiz böyle yaşamaktan mutluyduk. Erdal abimin anılarından öğrendiğimize göre, babam bir gün onları karşısına almış ve şöyle demiş; 'Tanınmış bir adamın oğlu olmanız başarılarınızın veya başarısızlıklarınızın başkaları tarafından abartılı bir şekilde değerlendirilmesine yol açacaktır. Bunu unutmazsanız gereksiz övgü veya yergiler karşısında kendinizi daha iyi korursunuz.' Bunu hiç unutmadık ve hep dikkatli yaşadık. 

BİZE DİN DERSİ VEREN HOCAMIZ VARDI..

Aile hayatımızda masa başına geçip, beraber yemek yemenin bambaşka manası vardı bizim için. Küçüklükten beri hep babamın sofrasında oturduk, onunla ve arkadaşlarıyla yemek yedik. Önümüzde en ciddi konuları tartıştılar, şakalaştılar. Sofra adabı bize Atatürk’ten kalmış bir alışkanlık gibiydi. Aslında bütün çağdaş ailelerde icap eden bir düzendir. Aynı masada ramazanlarda iftar sofraları kurulurdu, oruç tutardık. Evde beş vakit namaz kılınırdı, hala da kılınıyor. Ağabeylerime ve bana din dersi vermeye gelen bir hocamız vardı. Annemle camiye, teravih namazına veya mevlitlere beraber gittiğimizi çok iyi hatırlıyorum. 

VAKFI KURDUK..

Babam İsmet İnönü’yü kaybettikten 10 yıl sonra abim Erdal’ın önerisiyle İnönü Vakfını kurmaya karar verdik. Amacımız Cumhuriyetimizin kuruluşunda ve devamlılığında 50 seneyi aşkın sürede sorumluluk alan İsmet Paşa'nın anısını yaşatmak. Annem Mevhibe İnönü'nün büyük bir titizlikle sakladığı belgeler, nesneler, mektuplarla yakın tarihimiz için önemli araştırma merkezini kurmak, genç kuşaklara, sizlere teslim etmektir. Babamı kaybettiğimiz 1973 yılından itibaren her 25 Aralık'ta evimizde mevlit okuttuk. Vakıf kurulduktan sonra da akademik toplantılar düzenlemeye başladık. Ayrıca evimizi, Pembe Köşkü şimdi müze haline getirdik. Senede iki defa açıyoruz ziyaretçilerimize. Sizleri de bekleriz oraya. İlgi o kadar arttı ki dostlarımız evimize sığamaz oldu ve değişik illerdeki üniversitedeki gençlerimizle buluşmaya başladık. 

Bugün güzel üniversitemizde sizinle bulunduğum gibi. 6 Aralık 2001  tarihinde İnönü Üniversitesi ve İnönü Vakfı ortak çalışmaları ile burada Rektörlük binasının bir katında güzel bir İnönü Müzesi açtık. Biraz evvel orayı gezdik, misafirlerimizde beğendiler. Her yaştaki gençlerin de orayı görmesini ümit ederim. İnönü’nün kızı olarak ve İnönü Vakfının Başkanı olarak bizleri bu anlamlı günde sizler gibi Malatyalı bir ailenin çocuğunu anmak için bir araya getiren Sayın Rektör Prof. Dr. Cemil Çelik’e candan teşekkür ederim." 

UYARI: Sitemizde çoğunlukla muhabir arkadaşlarımızın imzalarıyla ya da mensubu oldukları basın kuruluşları kaynak belirtilerek yayınlanan üstteki haber benzeri araştırmalar, haberler, röportajlar, maalesef “emek hırsızı” –özellikle de biri sürekli olmak üzere- sözde bazı internet yayıncıları tarafından, ya aynen ya da küçük bazı değişiklikler yapılarak, kendi özel araştırmaları ya da haberleriymiş gibi kendi yayın organlarında yayınlanabilmektedir. Haber kaynağıyla ya da araştırmasıyla, istihbaratıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan, sadece gerçek gazetecilerin ‘kamuoyunun bilgisine sunulmuş’ emeğinin üzerine ‘çöküp’, gazetecilik- habercilik yaptıklarını zanneden ve böylece kamuoyunu da aldatanların bulunduğuna bir kez daha dikkat çekerken, söz konusu unsurları da ‘gerçek gazetecilerin emeğini çalmamaları’ konusunda uyarıyoruz.
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız