SON DAKİKA
SON DEPREMLER

Zamanın Birinde, Malatya'da..

0
Güncellendi - 2015-12-27 12:59:07
Zamanın Birinde, Malatya'da..
A- A+ PAYLAŞ

MALATYA'NIN AYILARI..

Av. Selami YÜCEL

selamiyucel@hotmail.com

Bu sözcüğü duyunca Malatyalılar “uy anam Malatya’da ayı mı varmış?” diyebilirler. Vakti zamanında Malatya’da evveeeet gerçek ayılar vardı. Şimdi de; mekanımızda iki ayaklı ayıların az olmadığını belirtmeden geçemeyeceğim. Bazı gün görmüş, mürekkep yalamış Malatyalılar Malatya’nın ayıları başlığını ilk okuduklarında Malatya’nın insanlarından bahsedeceğimi sanabilirler. İşin aslı öyle değil. Malatya’nın gerçek ayıları ve Malatya’nın insanları gerçek konumuz.

Ayılar, çok sevdiğim hayvanlardandır. Çocukların da oyuncak olarak arzu ettikleri yaratıklardandır. Yavrularımız oyuncak ayılarla çok vakit geçirirler. Benim oğlum Hüseyin Evren’in de Yumoş diye bir oyuncak ayısı vardı. O Yumoş olmadan uyuyamazdı. Nasıl oldu ise bilmiyorum, oğlumun Yumoş’u kayboldu. Ona çok benzeyen bir oyuncak Yumoş bulduk, ama herhalde Yumoş’un kokusu kendisi ile uyum sağlamadı ki; birkaç gün sonra Yumoş ile uyumayı bıraktı.

Ayılar çok cana yakındırlar, insanlara çok benzeyen özelliklere sahiptirler. Bizlerin tabiri ile potuk gibidirler, yani yuvarlak, sevimli, tombalak. Bazı yerlerde develere de potuk derler ama ben develerden ziyade “potuk” kelimesini ayılara yakıştırıyorum. Çünkü develere nazaran ayılar daha tıknaz ve tüylüdürler. Tombul, yuvarlak, sevimli ve candan.

Ayıların Genel Özellikleri

Türkiye’de yaşayan ayı türü “boz ayı”dır. Suriye sınırına yakın bölgelerde bir takım ayıların bulunduğu ve kaçak avcılık sonucu yok olduğu bilinmektedir. Dişi ayılar ortalama yüz elli kiloya, erkek ayılar ise iki yüz elli kiloya ulaşabilirler. Ayılar boz, kahverengi ve beyaz renkte olabilirler.

Anadolu’nun ayı kısmeti boz ayıdan oluşmaktadır, dolayısı ile bizim ayımız olan boz ayıdan daha çok bahsedeceğiz. Boz ayı her türlü besin ile beslenir ise de daha çok bitkisel yiyecekleri seçerler. Her türlü canlılardan, balıklardan tutun da, kuş yumurtalarından, böcek ve larvalarına kadar her şeyi yiyebilirler. Özellikle arı kovanlarındaki ballara, yonca tarlalarına, meyvelere hele güzel armutlara ve kızlara bayılırlar. Genellikle onlar meyve ve sebzelerin en olgun zamanını beklerler. Boşuna atalarımız dememişler “Armudun iyisini ayılar yer” diye.

Ayılar yeterli yiyecek bulamadıkları zaman kış uykusuna yatarlar. Uyku zamanında ayıları vücut ısıları sadece bir iki derece düşer. Ancak ayıların bu uyku zamanları kesintisiz uyku değildir. Ayılar sıklıkla kış uykusundan uyanabilirler.

Boz ayılar kış uykusunda yemek yemez, su içmezler. Ancak çok kilo kaybederler. Kışın dişi ayılar kış uykusunda iken yavru yapabilir ve yavrularını emzirebilirler.

Ayılar ortalama olarak otuz beş yıl yaşarlar. Boz ayılar çok eşlidir. Birkaç ayı birden bir dişi ayının peşinden gidebilir. Bir dişi aynı gün iki erkek ile çiftleşebilir. Yavrular yarım kilo civarında ocak veya şubat ayında doğarlar. Anneden ayrılan yavrular uzak yerlere gidebilirler.

Ormanın en büyük canlısı olmasına rağmen genellikle ürkek canlılardır. İnsanlardan kaçmaya çalışır. İnsanlarla ani karşılaşmalarında gizlenebilecekleri yere kadar koşabilirler.

Ayıların iri vücut yapıları, büyük kafaları, küçük gözleri, yuvarlak kulakları, kısa ve güçlü bacakları vardır. İnsanlarda olduğu gibi ayıların da ayaklarında beş parmak olup, uçlarında içeri çekip çıkarabildikleri tırnakları vardır. Ayılar; genellikle kuytu orman alanlarında, mağaralarda, kaya kovuklarında, inlerde yaşarlar.

Ayılar ve İnsanlar

Bilim adamları maymunları insanlara çok benzetirler. Bu kişilerin ayılar ile insanları karşılaştırdıklarına pek rastlamadım. Oysaki ayılar ile insanların yapıları ve genleri birbirine çok yakındır. Onlar,yani ayılar iki ayaklarının üzerine kalktığı zaman insanların iki ayak üzerinde yürümelerine eş değer yürüyüşler gerçekleştirmiyorlar mı? Hele o ayıların insanlarla güreşmeleri yok mu? Onların seyrine hiç doyum olmaz. Ayılar boğuşmayı ve güreşmeyi çok severler, fakat yenilmeyi ve özellikle sırtlarının yere gelmesini hiç arzu etmezler. Onları yenecek insanlar bir takım rizikoları göze almalı. Çünkü ayılar yenildikleri anda birden bire hırçınlaşırlar, işi ciddiye bindirirler, başarıya kadar da işin peşini bırakmazlar.

Ayılar aç kaldıkları zamanlarda ve yavrusu ile kendilerinin hayati tehlikesi olduğu zamanlarda yırtıcı ve yiyici olabilirler, bir pençe darbesi ile iri bir timsahı alt edebilirler. Onlar insanlık örneği göstererek mecbur kalmadıkça güçlerini göstermezler.

Oysa insanlar tok iken aç insanlara nazaran daha bencil olabiliyorlar ve “hep bana Rab bana” deyip duruyorlar. İşte dünyanın sonu gelir ise ki mutlaka bu gidişle yakın diyebileceğimiz bir zamanda olacaktır, insanların bu bencilliğinden olacaktır. Diğer canlılar dünyanın ekolojik dengesini bozmuyorlar, onu koruyorlar. İnsanlar kendilerini ayılara benzetmekten gocunmasınlar, onlar güzel, sempatik ve dost yaratıklardır. Ancak biraz kaba gibi gözükebilirler. İnsanların onları yok olma sınırına getirdiğini biliyoruz. O zaman sormak lazım insanlar mı bencil yoksa ayılar mı?

Haci Kadir’in Mustafa ve Polat Ayıları

Daha önceki yazılarımda da belirtmiş idim baba tarafından aslen Akçadağ Bekirçavuşlar Sülalesi’ndenim. Zamanında nasıl olmuşsa bilemiyorum. Babamın amcası Sofu lakaplı Ahmet Amca’ya Polat’tan Zeynep isimli bir eş getirmişler. Zeynep, Haci Kadir’in kızı, Mustafa Karaman’ın da kız kardeşidir. Bunun üzerine Polat-Akçadağ trafiği hızlanır, halam Nazire, Polat’a gelin gider. Bu olaydan sonra sülalemize Polat’tan epeyi gelin gelir. Babaannemin kardeşi Osman Dayı’nın hanımı Elif Abla da Polat’tan geldi.

Osman Dayı’nın hanımı Elif Abla beni çok sever, Sakaosman’da bulunan bahçelerinde sadece benim meyveleri yememe razı oludu. Babam ve dolayısı ile ben nazlı idim. Elif Abla aynen “Gel Selami gurban olam, bağçayı (bahçeyi) dolaş, ağaçlara çığ (çık) neyi beğenirsen ye” derdi. Ben de fırsat bu fırsat diyerek o bahçeyi dolaşır, nimetlerinden istifade ederdim. İşte o bahçe yakın zamana kadar imara açılmamış idi, en sonunda birkaç sene önce yıkıldığına ve yerinin de apartmanlara teslim olduğunu öğrendim. O bahçede bir kızılcık ağacı vardı.İşte o kızılcık ağacının altında yalan söylemeyeyim; yüz kişi piknik yapardık. Maalesef miras ve paylaşma kaygısı o müthiş ceviz ağacını, kızılcığı dutları, ata yurdunu yerle bir etti.

Halamın eşi Mustafa Karaman tam anlamı ile bir dağ ve av aşığı idi. Onun av ve ayı hikayelerini defalarca dinledim. Rahmetli Sofu (dedemin abisi) üç evlilik yapmış. Birinci evliliği Ergani Bakır Madeni’nden olmuş. Dal Emine derlermiş. Sofu, Zeynep’ten başka diğer evliliğini ise bir ermeni kızıyla yapmış. Akçadağ’da Ermeni ana ve iki kızı açıkta kalmışlar. Bu üçünü de Bekirçavuşlar himayelerine almışlar. Kızların biri de Ahmet Amcamız ile evlenmiş. Sene 1910 civarı… Babaannemin anlattıklarına göre onlar bizlere çok yardımcı olmuşlar. Çok da hünerli imişler. Özellikle yaptıkları hamur işlerinin tadına doyulmazmış. Bir iki sene kaldıktan sonra yurt dışından akrabaları çağrı yapmışlar. Bu çağrı üzerine üç bayan da bizlerden ayrılmışlar. Giderken Ermeni gelinimiz de hamile imiş. Onlardan halen haber yok. Onların Fransa’ya gittiklerini tahmin ediyorum. Amerika da olabilir.

Sene 1950’ler... İri burunlu bir otobüs ile Polat’a, halamlara gidiyoruz. Çamurlu yollardan aşarak, çamurlara saplanarak, otobüs itilerek zorlukla Polat’a vardık. Halamlarda iken bir baktım evde bir ayı yavrusu var. Mustafa Dayı onu Şakşak Dağı’nda bulmuş ve getirmiş.Tam sevimli zamanı. Onunla vakit geçiriyoruz, oynuyoruz. O da biz de çok mutluyuz. Rahmetli Kadir Karaman da benim çağlarda. O ayı yavrusu ile sık sık güreş tutardı. Ayı yavrusu diyip geçmeyin. O kuralları insanlardan iyi biliyor. Sırtının yere geldiği anda ondan sakınacaksınız. Bunu çok iyi bilen Kadir ayı yavrusunu biraz zorluyor, ancak onu yenmiyordu. Daha sonra ayı yavrusunun saldırısı üzerine yalandan sırt üstü yere düşüyordu. O zaman dünyalar ayıcığın oluyordu. Ayı adeta uçuyor ve oynuyordu. O ayıcığın psikolojisini çok yakından tanımış, onunla adeta kardeş olmuştu. Daha sonra anlatacağım Ayı Nevzat olayında, Nevzat ayıların psikolojisini bilmediği için az daha parçalanıyordu.

Ayıcık, Polat’ın gülü olmuştu. o daha küçüktü, Polat çarşılarında dolaşıyordu. Bir gün birisi ayıcığa iyilik olsun diye bir parça et verdi. Ayıcık sıçramaya başladı, biz oyun oynuyor sandık, ne ise verilen et parçası ayıcığın nefes borusuna kaçmış. Yavru ayıcık orada ölmez mi? Bizler adeta yasa büründük. Mustafa Dayı zaten sinirli. Polat’ı birbirine kattı ama ne çare ki giden geri gelmiyordu. Biz de böylece Kadir ile birlikte bir arkadaştan yani ayıcıktan mahrum kaldık.

Mustafa Dayı efsunlu olduğunu söyler dağ taş ve çalıların altında yılan çayan arardı. Cebinde yılanları gezdirir, avcılık hikayeleri anlatırdı. Ayıların nasıl peşine düştüklerine gelince. Bunları anlatırdı:

 “Bir gün mağarada iki üç ayının olduğunu işittik. Birkaç kişi mavzerlerimizi alarak mağaraya onları vurmaya gittik. Mağaranın üzerinde saatlerce bekledik ama ayılar çıkmadı. Onun üzerine ben mağaranın önüne atladım. Tütsü yaparak mağaranın içine yolladım. Mavzerle de ayıları beklemeye başladım. Ayının biri inden çıktı, kaçmaya çalışır iken mavzerle ayıya sıktım. Kurşun ayının kıçını sıyırdı. Ancak bunu gören erkek ayı mağaradan hışımla çıkarak üzerime saldırdı. Kaçmaktan başka çarem yok idi. Kayalıklara doğru tırmandım. Ayı pençesini attı, tırnakları yemenimin altını çizdi. O anda kafamdan yalım(alev) çıktığını hissettim. Ben de ayı da kurtulmuştuk.

O günden sonra bu ayıyı görenler kıçındaki kermeden (yara izi) dolayı Haci Kadirin Mustafa’nın ayısı derlerdi.”

“Bir gün Polat dağlarına keklik avına gittim. Evsin dediğimiz taşla yapılan barınakta bekliyorum. Meri kekliği de biraz ileriye taşların arasına kurdum, keklik beklerken birden bire bir homurtu ve hışırtı duydum. Ayağa kalkar kalkmaz ne göreyim, kocamış, çok iri bir ayı. Beni görünce o da ayağa kalktı. Çok korkmuştum. Ayı benim boyumdan çok daha uzundu. Ellerini omuzuma koydu, birbirimize bakıştık. Ayının şorikleri (salyası) yüzüme doğru akıyordu. Şaşırdım kaldım. Ona, karşımda ayı değil de bir adam gibi yalvarırcasına “Ayı gardaş ben sana ne yaptım, benden sana zarar gelmez, haydi yoluna” dedim. O da mutlaka anladı ki homurdanarak yere indi ve yavaş yavaş uzaklaştı. Elimi dudaklarıma doğru götürdüm, elim kanlandı. Korkudan dudaklarımın çatladığını anladım.”

“ Gene, bir gün gene Polat Dağları’nda dolaşıyorum. Bir tepenin başına vardım. Aşağıyı seyrediyorum. Birden gözüme bir hareketlilik ilişti. Dağ armudunun etrafında bir ayı iki yavrusu ile armut ağacının altında dolaşıyorlar. Yavrular daha minik beş altı kilo ancak var. Ana ayı yerden büyük bir taş alıyor armudun gövdesine taşı vuruyor, armutlar yere düşerken birden bire yavrular onları kapmaya çalışıyorlar. Ana ayı yavrularına kızmaya çalıştı ama onlar çok şımarıktı. Laf dinlemiyorlardı. Ana ayı baktı ki olmayacak çocuklara birer Osmanlı tokatı vurdu. Bu dahi işe yaramadı. En sonunda ana ayı derin bir çukur açtı, yavruları çukurun içine koyarak üstüne de iri bir taş koydu. Ana ayı başladı armutları silkelemeye . Armudun tüm armutları indikten sonra, armutları bir araya yığdı ve taşın yanına giderek taşı kaldırdı. Bir de ne görelim yavrulardan biri sizlere ömür. Ana ayı başladı böğürmeye ve ağlamaya. İşte böyle Malatyalılar. Ayı bile olsa ana değil mi?

Polat hikayelerini bırakarak Malatya merkeze, özellikle bit pazarına gelip oradaki ayıya ve serüvenlere geçmek istiyorum.

Bit pazarının devamlı müşterisi Deli Gaffar

Eskiden Malatya’da bit pazarı denen bir yer vardı. O zamanlar konfeksiyon ve giyim sanayii bu kadar gelişmemiş. Bit pazarı esnafı eski elbiseleri alır, tamir eder, düzeltir, yıkar ve ütüleyerek yeni nesillere aktarırdı. Ancak bu esnaf çok sert diyeceğim derecede şakalar yapar, kimliklerini o şekilde gösterirlerdi. Deli Gaffar dediğimiz delimiz de hemen hemen her gün bu esnafın kurbanı olmuştur. Hiç unutmam bir gün esnaf toplanmıştı. Deli Gaffar’ın etrafında belki on beş kişi vardı. Gaffara kimi bir şapka, kimi bir gömlek, kimi bir ceket, kimi bir köynek, kimi bir külot hediye ediyordu. Gaffar da gayet memnun bunları teker teker giyiyordu. Gaffar’ın tüm giysileri giymesinden sonra hep bir ağızdan esnaf başlıyordu. “Gaffar ölü elbisesi giymiş” diye. Bağırtılar Gaffar’ı çileden çıkarır, Gaffar şapkadan başlar ve en sonra da tumanını da çıkarır dal daşşak kalırdı. Artık Gaffar’ın Malatya sokaklarında dolaşma zamanı gelmişti. Malatya’lı onu fazla üzmezdi, ancak kadınlar onu o vaziyette görünce “Uy anam bu kim?” diye hayret eder ama Gaffar’ın alt tarafına bakmayı da ihmal etmezlerdi.

Arenada; Ayı ile Malatya’lı Bir Pehlivanın Güreşi

Ayı Nevzat denince hemen durun. Asıl adı Erdoğan Altürk.. O Malatya’ya çok büyük hizmetler vermiştir ve hizmetler vermeye de devam ediyor. Şu anda yaşı yetmişin üzerinde, eski pehlivanlardan. Malatya’da o zamanlar hangi yana baksan pehlivanlara rastlardın. Nasıl olmasın ki. Her taraf yemyeşil, çimenlik ve sulak. Oralarda güçlü adamlar ve pehlivanlar yetişmez mi? Battal Gazi boşuna mı Malatya’dan çıkmış?

Ayı Nevzat’ın anlatacağım olaya kadar isminde ayı yakıştırması yoktu. Başka bir ismi vardı. Olay; pehlivanımıza “Ayı Nevzat” yaftasının yapıştırılmasına sebep olmuştur. Şu anda da ismi televizyonlarda ve radyolarda daha başka zikrediliyor. O güçlü bir ressam, Malatya televizyonlarında daha önce de Renklerin Dansı’nda boy gösterdi, o programı yaptı, yönetti, sunuculuğunu yaptı... Sonra da ulusal bir kanalımızda resim yaparak Malatya’nın tarihini bizlere anlatmaya çalıştı. Malatya’mızın yetiştirdiği en kuvvetli ve yararlı ve gönlü zengin simalarından birisidir. Halen de gönlü Malatya sevdası ve aşkı ile dolu.

O da Malatya geleneğine uyarak doğa ile bütünleşerek, vücudunu güçlendirerek tabiat dediğimiz doğaya meydan okumuş ve onla özdeşleşmiştir. Bileği ve pazuları o kadar güçlüdür ki, o ayıların bile sırtını yere getirmiştir. Ayı Nevzat vücudu, yapısı, pazuları ve güzelliği ile örnek bir Malatyalı’dır. Güreşin de ustası olup, salto, künde, dış ve iç çangal, brawle, kafakol gibi güreş oyunlarını çok güzel öğrenmişti. Ne bilecekti ki bit pazarı esnafı kendisini ayı ile kapıştıracak.

Yıllardan 1961 yılının Mart ayı gibi, Eskici pazarı Akpınar’daki Hamikoğlu Hanı’ndan bu günkü Bakırcılar Çarşısı’nın yerine taşınır. Buraya müstamel pazarı da denir. Ahalideki ismi ise “bit pazarıdır”.

Takriben iki dönümlük bir alan, ortasında müzayede yeri ve tellal kulübesi var. Etrafında baraka şeklinde dükkanlar sıralanmış. Bu dükkanlardan birisi de “Ayı Nevzat”a ait. Nevzat’ın on parmağında on marifet var. Bir yandan gramofon, plak, buzdolabı tamiri gibi işler yapıyor, bir taraftan da vakıflardan Taş Camii’nin iç süslemelerini ve tonluk avizelerini yapmaktadır. Basit bir de aparat yapmış, bununla 40x10 ebadındaki lamaları bilek gücü ile bükerek verilen resimlere göre şekillendirmektedir.

 Bunları anlatırken Nevzat şöyle mırıldanır. “Tellal Hacı Bayram’ın tiz sesi kulaklarımda yankılanır. “Evvel mezat, bu koltuk üç yüz lira”. Hacı Ahmet gür ve pürüzsüz sesi ile bir lira yükselttim demesi ile artırma kızışır. Son sözü tellal söylüyor. “Sattım.”.

Bit pazarları her zaman dostlukların pekiştiği, şakaların ve yardımlaşmaların alayına çok olan yerlerdendir.

Yıllardan 1961 yılı, aylardan ise Haziran ayı. Olayın geçtiği Mekan Malatya Bit Pazarı. Ayı Nevzat başına geleceklerden habersizdir. Pazar’ın iki kapısı vardır.

Alt kapıdan elinde tefi ile bir ayı oynatıcısı çok iri bir boz ayı ile alana girer. Ayının içeriye girdiğinden Nevzat’ın haberi yoktur. Şakacı Pazar esnafı aralarında hemen anlaşarak, ayıcıya yaklaşarak şu teklifi yaparlar. “Senin ayıyı bizim Nevzat ile güreştirelim, bizimki yenerse sen ayıyı bedava oynat, ayı yenerse sana istediğin kadar para vereceğiz, ayrıca sana bir takım elbise... Ayıcı pazarlıktan çok mutlu, teklif cazip, ayısına da güveniyor. Ancak işin zor yanı Ayı Nevzat’ı güreşe razı etmek. Nevzat’ın psikolojisini bilen esnaf meseleyi o kadar güzel anlatırlar, dolduruşa getirirler ki; Nevzat hiç itiraz etmeden güreşi kabul eder. O çok güçlüdür, güreşten, er meydanından kaçmak olmaz. Güreşi Nevzat’ın kabul etmesine sebep olan şeyler de ayının dişlerinin olmaması, kendisine çok güvenmesi, ayının zincire bağlı ve dört ayağı üzerinde sakin sakin durmasıdır.

Ayıcı, ayıyı iki ayağının üzerine kaldırır ve ayı ile Ayı Nevzat başlarlar göz göze el ele birbirlerini yoklamaya. O anda Nevzat’ta şafak atar. Ayının boyu kendisine göre çok uzundur, Kafası da çok büyüktür.

Ayıya göre bizim Nevzat’ın bir avantajı vardır, güreş oyunu bilmektedir. Ancak böyle bir durumla ilk defa karşılaşmaktadır. El ense çekerek ayıyı sendeletemezdi, çift dalsa o da olmazdı. Ayının bacakları çok güçlü idi. O anda ayı ağırlığı ile Nevzat’ı çökertebilirdi. Boyunduruk çekemezdi ayının boyu çok uzundu, boynunu yakalayamazdı. Tek kol da atılmazdı. Salto çekmenin de mümkünatı yoktu. Tek kol çekip ayının arkasına dolansa idi ayıyı kündeleyemezdi, bacak arası dalsa ayıyı omuzuna alamazdı. Kaçsa kaçamazdı.

Ama boz ayıyı yıkması lazımdı. Yoksa pazar esnafının iyice diline düşer, üstelik pehlivanlığı ile dahi alay ederlerdi. Velhasıl aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyıktı. Yüzlerce pazarcı ve ahali halka olmuş güreşi izliyordu.

Nevzat birden bire hangi oyunu ayıya uygulayacağına karar verdi. Ayıya kafakol çekecek, dış çengelle de ayının sağ ayağına çengel atacak, böylece ayı sırt üstü yere serilecekti. Dediği gibi de yaptı. Ayının sırtı yere gelmiş, ayıcı da dahil herkes ayının mağlubiyetini kabul etmişti. Ancak Pehlivan bir şeyi göz önüne getirmemişti. Ayının yenilgiye tahammül edemediğini. Ayı ayağa kalmış, deliye dönmüştü. Hem pençeleri ile, hem de ağzı ile Nevzat’ı hırpalamaya başlamıştı. Tırnaklarını Ayı Nevzat’ın göğsüne batırmış, birkaç yerini de parçalamıştı. Güreş adeta dövüşe dönmüştü. Ne ayıcı, ne de esnaf ayıyı zaptedemiyordu. Esnaf çil yavrusu gibi dağılıyordu. Bu dövüşün sonu ne olacaktı. Yardım eden de yoktu. En sonunda Pehlivanımız son bir hamle ile ayının zincirini eline geçirir ve tellal kulübesine bağlar. Hem Nevzat hem esnaf, hem de ayıcı derin bir nefes alır.

Nevzat Abi’ye, şunu sormayı unuttum. O gün iddiayı kazanan esnaf ayıyı oynatabildi mi? Ayının morali yerine geldi mi? Ayının kırılan kalbi nasıl düzeltildi?

Vakti zamanında Malatya’da ayılardan, hatta aslanlardan güçlü, çok iriyarı bir babayiğit varmış. Adına da Ayı Nevzat derlermiş. O isim birkaç nesil sonra tekrar ayı ile güreşen meşhur ressamda filizlenmiş. “ Ayı Nevzat”  Anladınız değil mi ?

Bizler o günleri, doğamızı, dağlarımızı, yaylalarımızı, ormanlarımızı  özlemle yad ediyoruz.

Sayın Malatyalı’lar, ülkedaşlar, gardaşlar:  yaylaların, ve dağların uç noktalarına, ormanlık alanların içlerine ve dağların yüksek noktalarına kadar otomobil yolu götürmeyin. Lütfen; hayvanlara da yaşam hakkı tanıyın, onların yaşam alanlarına müdahale etmeyin, onları öldürmeyin, hatta açlıklarını gidermek için zaman zaman doyurun. Vahşi doğadaki hayvanların da bir canı olduğunu, korunması gerektiğini aklınızdan hiç mi ama hiç çıkarmayın. 

UYARI: Sitemizde çoğunlukla muhabir arkadaşlarımızın imzalarıyla ya da mensubu oldukları basın kuruluşları kaynak belirtilerek yayınlanan üstteki haber benzeri araştırmalar, haberler, röportajlar, maalesef “emek hırsızı” –özellikle de biri sürekli olmak üzere- sözde bazı internet yayıncıları tarafından, ya aynen ya da küçük bazı değişiklikler yapılarak, kendi özel araştırmaları ya da haberleriymiş gibi kendi yayın organlarında yayınlanabilmektedir. Haber kaynağıyla ya da araştırmasıyla, istihbaratıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan, sadece gerçek gazetecilerin ‘kamuoyunun bilgisine sunulmuş’ emeğinin üzerine ‘çöküp’, gazetecilik- habercilik yaptıklarını zanneden ve böylece kamuoyunu da aldatanların bulunduğuna bir kez daha dikkat çekerken, söz konusu unsurları da ‘gerçek gazetecilerin emeğini çalmamaları’ konusunda uyarıyoruz.
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız