SON DAKİKA
SON DEPREMLER
Ertaç Önal

Bir Zamanlar Malatya- ARASA II

A- A+ PAYLAŞ

Ertaç ÖNAL
ertaconal@mynet.com

Kızıl alevler gece karanlığını yırtarak çoğalıyor, bekçi düdükleri, çatırtılar, bağırışlar, köpek ulumaları birbirine karışıyordu. Arada bir patlama sesiyle birlikte yanan tahta ve takoz parçaları havada kavisler çizerek etrafa saçılıyor, 1950’li yılların başlarındaki bir yaz gecesinde. Henüz yedi yaşındayım. Benden iki yaş büyük kız kardeşimle evimizin avluya bakan balkonundayız. Bu balkon ayni zamanda bitişik komşumuz küpçü Çekem Osman’ların bahçesini ve Buğday Pazarı meydanının yarısını görür bir konumda. Evimizin bu meydana olan uzaklığı en fazla kırk metre mesafede. Alevlerin sıcaklığını yüzümüzde fazlasıyla hissediyoruz. Rahmetli anam, az önce bizi uykudan uyandırmış; üzgün, titrek ve de ürkek bir ses tonuyla korkmamamızı, ama her an evi terk etmememiz gerekebileceğinden elbiselerimizi giymemizi söylemişti. Belli ki önceden hazırlığını yapmış, halıları toplamış, az da olsa yükte hafif, pahada ağır ziynetlerini çantasına yerleştirmiş, bu arada o tarihlerde her evde bulunmayan zamanın en kıymetli elektronik (!) cihazı Phılıps marka lambalı radyoyu da bohçalamayı ihmal etmemişti.

Etrafta kızıl bir aydınlık hâkim. Azalıp çoğalan alevlerin yansıttığı ışıkla aydınlanan, bahçedeki ağaç dallarının geride kalan gölgeleri "Leyla Ateş'’e nispet yaparcasına"adeta ateş dansı yapıyorlardı. Arasa yanıyordu.

***

— Kimdi bu Leyla Ateş?
Atatürk Heykeli'nin yanındaki İsmet Paşa Parkı'nda şimdi nikâh dairesi olarak kullanılan binanın arkasında bulunan geniş alana (ki o zamanlar ne nikâh dairesi ne de okul vardı park alanının içinde) yaz günleri cambazhane kurulurdu. Bu cambazhanenin, banliyö treninin geldiği küçük istasyon yanındaki ‘’Dutluk’’ denilen alana bayramlarda kurulan açık hava cambazhanesinden farkı; programlarını gece yapıyor olmalarının yanında müzik ve dans showlarının da yapılıyor olmasıydı. Gün batımından gece yarısına kadar devam ederdi program. Bu geniş alanın çevresi üç metre yüksekliğinde kalın hasa bezi ile çevrildiği için amiyane tabirle ‘’beleşçi’’ seyirciler ağaç altlarına bağdaş kurarak programın sadece tel üzerinde geçen kısmını canlı seyretme şansına sahiptiler. Programın orta oyunu tarzındaki skeç bölümünde ise, geçen konuşmaları dinleyerek olup biteni anlamaya çalışırlardı.

Bu skeçler ‘’Dutluk’’ alanında kurulan Açıkhava cambazhanelerindeki oyunlardan pek farklı değildi. Klasikleşmiş oyunları ise, özetle; yüzü, gözü, burnu boyalı, damalı renkli giysili ve başı külahlı ‘’Boncuk’’ bekârlıktan usandığı için yalvarıp, yakararak yakınlarından kendisini evlendirmelerini ister. Kendisine gösterilen çok güzel bir kız yerine oyuna getirilerek çirkin bir kızla evlendirilir. ‘’Boncuk’’ Yine klasikleşmiş manisini okur:

Babamdan miras kaldı
Onu da kızlar aldı
O kızların yüzünden
Bacağımda pantol kalmadı

Oy dingala, dingala Kömür de koydum mangala Ayşe de Fatma dostum var Çalkala boncuk çalkala

Maniyi okurken adımlarını ritme uygun atar, ikinci kıt’a da boynunu ileri, geri çekip uzatır ve çalkala boncuk derken de bulunduğu yerde kalçası ile dairesel hareketler yaparak seyredenleri güldürmeye çalışırdı.

Delikanlılık çağıma gelinceye kadar ben de gülerdim Boncuk'’a. Ve de benzerlerine. Ta ki ismini hatırlayamadığım şairin;

Yıllarca içi kan ağlarken herkesi güldürdü soytarı,
Bir gün bir soytarıyı seyretti soytarı,
Gülmedi,
Gülemedi

mısralarını okuyuncaya kadar..

Bu açık hava salonunda seyircilerin oturduğu bölüm; Futbol sahalarındaki tribünlere benzer nitelikte zeminden yukarıya doğru tahta basamaklarla çıkılan çepeçevre, yine uzun tahta sıralardan ibaretti.

Programın müzik bölümünde kumpanyanın kadrolu saz sanatçılarına takviye olan mahalli saz üstatları eşliğinde bayan sanatçılar pullu, cafcaflı ve o devirde dekolte sayılan sahne kıyafetleri ile arz-ı endam eder, alkış alırlardı. Dinleyiciler sıkılmasın diye her sanatçının arkasından bir dansöz çıkardı sahneye. Sahne dediğim; tam ortada ve daire şeklinde, yaklaşık sekiz veya on metre çapında iki veya üç basamakla çıkılan tahtadan yapılmış bir alandı. Ama tüm salona hâkim bir konumdaydı.

O zamanlar arabesk müzik henüz çıkmamıştı piyasaya. Ne Orhan Gencebay, ne Müslüm Gürses, ne Ferdi Tayfur ne de diğerleri biliniyordu. Sadece Suat Sayın’'ın ve Adnan Varveren'’in fantezi tarzında okudukları parçalar yeni yeni duyuluyordu. Halk müziği de klasik Türk müziği de klasik sazlarla (keman, klarnet, ud, kanun) icra edilirdi. Uvertür okuyucuların sesleri fena sayılmazdı ama usul yönünden noksanlıkları vardı. Assolist olarak sahne alan hanım, diğerlerine göre daha yaşlıca, ağır makyajlı, topuklarına kadar uzanan koyu renk tuvalet giyerdi. Sazendeler herhangi bir makamdan peşrev icra ederken, seyircilerin oturduğu alanı baştan sona dolaşıp selamlayarak assolistliğini tescil ettirmeye çalışırdı.

Müzik programının bir ’’beleşçi’’ dinleyici grubu daha vardı ki bunlar; şimdiki Atatürk Kız Lisesi'’nin arka tarafına denk gelen, program yapılan yere yaklaşık seksen metre mesafede, ne zaman ve ne maksatla konulduğunu bilemediğim ve uzun yıllar konulduğu bu yerde kalan, uçak enkazlarının bulunduğu alanın önünde, yere bağdaş kurup şarap içen, ‘’bitirim geçinen’’ 20’li yaşlardaki gençlerdi. Sahnede şarkı veya gazel okunurken arada bir attıkları nara sesleri yankılanırdı uzaktan.

Programda gazel olur da Sami Kasap olmaz mı? Solist altı çıkardı sahneye. O gençlik yıllarında eşi bulunmaz bir tenordu Sami Kasap. Tabir caizse mikrofon patlatacak kadar yüksek oktav sese sahipti. Programın tek erkek ve mahalli sanatçısıydı. Gazel okurken gecenin sessizliğinde şehir merkezinden rahatlıkla dinlenirdi. Yaz gecelerinin tek eğlence yeri olan bu mekânda; Bazı geceler misafir sanatçı olarak Bedri Karahan’'ın da (Topal Bedo) sahne aldığı olurdu. (Her iki mahalli sanatçımız ile ilgili anekdotları daha sonra sunacağım.)

Programın seyircileri arasında hatırı sayılır sayıda kadın seyirciler de vardı. Bunlar ‘’aile yeri’’ diye ayrılan bölümde oturan, eşleri ve çocukları ile gelen gruptu.

Her konser programının en son sahne alan okuyucusu ast solisti olarak tanımlanır. Ama bu programda en son sahne alan sanatçı(!) bir dansözdür. Dansöz Leyla Ateş…. Kadın, erkek tüm seyirciler sabırla o’nun sahneye çıkmasını beklerler, yerlerinden ayrılmazlardı.

Program sırası geldiğinde; kulis olarak ayrılan özel bölme ile sahne arasına kırmızı renk yolluk ve sahnenin tam ortasına kırmızı renkte bir halı serilir ve yine yüksek ayaklı büyükçe bir mangal konularak içine doldurulan çam çıralar yakılırdı sahnede. Sahneyi aydınlatan tüm ışıklar söndürülür, sadece seyircilerin oturduğu bölümde loş ışıklar bırakılırdı.

Sazlar, ağır-aksak usulde tek ritimli bir makam tutarken tülden yapılı peçesi ve yine geniş kırmızı renkte tül pelerini ile görünürdü Leyla Ateş. Çıplak ayakları ile attığı ritmik adımlarını, vücudunun kıvraklığıyla bütünleştirip dans ederek sahneye doğru ağır ağır ilerlerdi. Devrinin güzellik sembolüydü. Mevzun vücutlu, yosun yeşili gözleri olan, beyaz tenli, hokka burunlu, minyon tipli, beline kadar uzayan sarı saçları ile kadınların kıskanarak, erkek seyircilerin iç geçirerek baktığı bir güzelliğe sahipti. O devirde estetik cerrahi, silikon v.s bilinmediği için şimdiki ‘’yıldız geçinen’’ güzeller gibi yapay değil, Allah vergisi bir güzellikti. Gerek güzelliği gerekse, yaptığı dans showu ile o devrin dansözler kraliçesi Özcan Tekgül’'e kaba tabirle on basardı. Sahnenin ortasındaki alev alev yanan çıraların aydınlattığı kızıl ışığın etrafında dönerken müziğin ritmine uygun çalımlarla önce peçesini sonra da, pelerinini çıkardığı anda; Sami Kasap'’ın mikrofonsuz okuduğu ‘’Ey ahu gözlü kadın ben sana hayran oldum’’ diye kendine has yorumla okuduğu gazel, Leyla Ateş'’in dans show’una efsunlu bir hava verirdi. Yaklaşık yarım saatten fazla süren ‘’ateş dansını’’ bu atmosfer içinde yapardı Leyla Ateş..

Ölümünden birkaç yıl önce Ankara'’da rastladığım Sami Kasap'’la yaptığımız uzunca sohbet esnasında; Leyla Ateş'’i sordum. Kimdi, nereliydi, asıl adı neydi? Gözleri uzaklara daldı bir an ve tek cümle ile cevaplandırdı sorumu: ‘’Herkes O’na, O da bana hayrandı’’ diyerek.. Bir dönem Malatya gençlerinin yüreğini hoplatan Leyla Ateş, Sami Kasap’'ın da gönül hanesinde derin izler bırakmıştı anlaşılan..

***

Alevlerin olanca hızı ile arttığını gören anam, aklına bir şey gelmiş olacak ki hızla balkondan içeriye seğirtti. Fırsattan istifade ben de olup bitenleri görebilmek amacıyla avluya inerek sokağa çıktım. Yangın mahallinde; Malatya Belediyesi'nin iki adet itfaiye aracı, bahçe sulamada kullanılan hortumlardan biraz daha kalınca hortumlarıyla yanan arasa’ya su sıkıyor ama sıkılan su, alevlerin arasında kayboluyordu. Ortalık ana baba günüydü. Mahallenin tüm sakinleri ile Arasa esnafının başta Kâğıt Kebapçı İbrahim (Baba) olmak üzere, büyük bir kısmı kenarda çaresiz bekleşiyorlardı. Bir ara itfaiye çavuşu ile tartışan babamı gördüm. Israrla itfaiye aracının yanlış yerde durduğunu, bitişik komşumuz ‘’Çekem ’’Osman’ların tarafından su sıkmaları gerektiğini, aksi takdirde komşumuzun evine sıçrayacak bir kıvılcımın evlerin çoğunluğunun çam ahşaptan yapılı olması nedeniyle tüm mahallenin yanacağını ısrarla vurguluyordu. Ama bağnaz, dar kafalı çavuş işini iyi bilen(!) edasıyla Nuh diyor peygamber demiyordu.

Rahmetli babam, 42 yıl memuriyet hizmetinden sonra iki yıl önce nahiye müdürlüğünden emekli olmuş, dişinden tırnağından artırdığı tüm birikimi ile üçyüz metrekare bahçesi, bir o kadar da kapalı alanı olan bu evi alarak biraz masraf yapıp, oturulabilir hale getirtmişti.. Babamın çırpınmaları sonuç vermiş, alevlerin evlerden ve zahireci dükkânlarından yana arttığını gören itfaiye çavuşu nihayet kendi iradesiyle(!) itfaiye araçlarını bu tarafa kaydırmıştı. Ama nafile. Yangın tüm hızı ile devam ediyordu..

***

Arasa’nın bir diğer önemli esnafı da Kağıt Kebapçı İbrahim Baba’’ idi. Kırlaşmış sakalı, iri yapısının aksine çalışkan, hareketli, çevresinde sözü ve sohbeti dinlenen saygın bir kişiliği vardı. (Alttaki fotoğrafta dönemin Malatyalı lokantacıları ile birlikte görülen beyaz sakallı kişi) Küçük, mütevazı lokantası bayağı ün yapmıştı Malatya'’da. Alt katta bulunan fırında; kâğıt kebabı, küçük toprak kâselerde tek porsiyonluk güveç, pilav ve patlıcan tava pişirilir, ikişer kişilik on masa sığabilen asma katta müşterilere servis yapılırdı. Sabahları sadece kemik suyunda yapılan mercimek çorbası verilir, yemek servisi de öğle saatlerinde yapılır ama boş masa bulmak sorun olurdu.

Bu mütevazı mekân ayni zamanda aşçı yetiştiren bir okul gibiydi. Burada yetişen ustalar şimdilerde büyük restaurantların hatta yemek fabrikalarının sahibi ve işleticisi oldular. Malatya’'da ‘’Kervansaray’’ düğün ve yemek salonları ile yemek fabrikası’’ kurucu ve işleticisi Mustafa Saygı (Hacı baba), İstanbul Bakırköy sahilindeki, ‘’Buhara Restaurant-Malatya’lı Rıfat Usta’'nın yeri’’ restaurant’ının kurucu ve işletmeni Rıfat Aracı (Aşçı Rıfat Usta) gibi.

Şimdilerde her ikisi de ıslah-ı nefs etmiş bu iki fırın yemekleri ustası o devirde gündüz işlerini dört dörtlük yapan, munis, güleç yüzlü, geceleri ise; sazlı sözlü gece âlemlerinin değişmez bıçkın delikanlıları idiler. Bu ikili, 1970’li yıllarda Kışla (Atatürk) Caddesi üzerinde, Sinan Oteli altındaki bodrum katta, birlikte ‘’Sinan Lokantası’’ adında bir lokanta açarak uzun yıllar birlikte ticaret yaptılar.

Aşçı Rıfat Usta’'nın kardeşi İlhan Aracı, 70 kiloda grekoromen ve karakucak güreşçisiydi. Güreşte zamanının en iyilerinden biriydi. Avrupa şampiyonu, dünya ikincisi Sırrı Acar'’ın yenişemediği tek güreşçiydi.1960’lı yılların başlarında müsabaka yapmak üzere Malatya’'ya gelen Japon Milli Güreş Takımı’na karşı Şekerspor güreş takımından müsabakaya katıldı. Gazi İlkokulu bitişiğindeki İstanbul Sineması'nda yapılan müsabakayı hakem masasında izleyen namağlup Dünya ve Olimpiyat şampiyonumuz Yaşar Doğu’'nun, İlhan Aracı’'nın, rakibine çektiği kafakollarla yerden yere vurmasını, hayranlık ve gururla izlediğine şahit oldum. Sonraki yıllarda Almanya'’ya güreş antrenörü olarak giden İlhan Aracı burada karıştığı bir olay nedeniyle cezaevine girdi.

Bir gün aşçı Rıfat Usta'’nın, kardeşi İlhan Aracı'’nın yattığı cezaevindeki gardiyanları Malatya’ya davet ettiğini duydum. Misafir gelen üç Alman gardiyan en iyi şekilde ağırlanmakta ama en büyük sorun karşılıklı olarak birbirlerinin dillerinden anlamamaları. Ancak işaretlerle ve Malatya tabiriyle ‘’tarzanca’’ anlaşmaya çalışmaları. O günlerde, uzun yıllardır Almanya'’da ikamet eden ve baba ocağını ziyarete gelen dünyaca ünlü Malatya’lı modelist ve erkek terzisi Ayhan Apaydın, bir kurtarıcı olarak görülür. Bin bir rica ile iki gün kendilerine tercümanlık yapmasını ister aşçı Rıfat Usta. İki gün boyunca Alman gardiyanlar ile aşçı Rıfat usta ve yaklaşık 10 arkadaşına tercümanlık yapmaya çalışan Ayhan Apaydın anlatıyor:

"Rıfat Usta, arkadaşları ve Alman gardiyanlar ile iki gün ve gece geç vakitlere kadar beraber oldum. Gündüz mesirelerinde, subaşlarında gece ise müzikli eğlence yerlerinde (pavyon kastediyor) hoşça vakit geçirdik. Rıfat Usta’'nın tembihiyle herkes Alman gardiyanlara olağanüstü ilgi gösteriyor ve onların Malatya'’dan memnun ayrılmaları için hizmette kusur etmiyor. Almanlar hayatlarından son derece memnun. İkinci gün samimiyet oldukça arttığından Rıfat Usta'’nın arkadaşları Almanlardan sormamı istiyorlar,
- Ağabek sor hele Alamanya'’da beyle gözel subaşları var mı?
Sorup, aldığım cevabı iletiyorum.
- Hele sor, Alaman garıları gözel mi?
Soruyu değiştirerek soruyorum, Almanlar 'yeah, yeah' diyerek başlarıyla da onaylayınca soruların dozu artıyor.
- Ağabek çoh marağ ediyim hele sor Almanya'’da genel ev var mı?
Soruyu onlara sormadan ben cevaplandırıyorum. Ama ille de onlara sormam için ısrar ediyor. Ben, soramayacağımı söylüyorum bozuluyor. Bu kez Almanlar ısrarla vatandaşın ne sorduğunu merak ediyor. Ben, soruyu eğlence yerleri, gazinoları güzel mi diye değiştirerek iletiyorum. Sorunun cevabını bana Almanca verirlerken çok değişik ve güzel eğlence yerleri olduğunu el işaretleri ve başları ile de soruyu soranlara anlatmaya çalışıyorlar. Hazırda bulunanlardan birisi işaret parmağı ile önce kendisini sonra Alman gardiyanları gösterip, daha sonra her iki elinin işaret parmağını yan yana getirerek;
- Tüüürk, Alamaaan, ayneeen, kardeeeşş.
Almanlar bu sözü onaylar anlamında başlarını sallayınca arkadaşlarına dönerek
- Ula bu ib….ler Türkçe biliyi namussuzum.
İçlerinden biri,
- Türkçe biliylerse niye sögüysün oğlum ayıp degil mi?
- Yav, bunlar sögmekden anlamaz.
Bir yanda 3 yabancı, diğer yanda Rıfat Usta ve 10 kişilik avenesi arasında alkol duvarlarının aşıldığı günler-geceler boyu tercümanlık yapmak zorunda kalan Ayhan kardeşimiz, sonradan bir hafta hiç konuşamamıştı.

-----------

NOT: Değerli okurlar, Buğday Pazarı meydanını baz alarak 40–-50 yıl önceki Malatya’'yı ve o devrin renkli simalarının biyografilerini, genişleyen bir yelpaze ile farklı bir objektiften sizlere aktarmaya devam edeceğim. Ancak, tek sıkıntımız fotoğraf olmaması. Ellerinde o günlere ait Malatya ve sakinleri ile ilgili belge, fotoğraf, afiş v.s olanlar hiç olmasa mail ile bize aktarırlarsa, kayıt altına alınarak gelecek kuşaklara aktarılması açısından çok değer taşır.

Sevgili Necati Güngör’'den de ‘’arasa’’ başlıklı yazı ile ilgili beğeni ve teşvik edici mailler aldım. ‘’Arasa’’ isminin Arapça ‘’a’ras’’ (meydanlar) sözcüğünden türetildiğini yazmıştım. Necati Güngör, bu ismin ‘’arasta’’dan (çarşı içerisinde ayni işi yapan esnafların bulunduğu bölüm) galat haline (yanlış kelime veya söz) geldiğini düşündüğünü yazdı bana.Ayrıca, Horey Bacı’'nın fasulye taneleri ile değil de alacalı bakla taneleri ile fal baktığını hatırlattı. Kendisine teşekkür ediyorum.

(SÜRECEK Yazılardandır)

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız

Ertaç Önal yazıları