Selami YÜCEL
Selamiyucel@hotmail.com
ŞEHİR MİZAHI
İnsanlar asık suratlı olmamalı. Özellikle büyük şehirlerde bir koşturmacadır sürüp gidiyor. Hemen hemen herkes ciddi, somurtkan, üzüntülü, hatta saldırgan. Oysa; şakalaşmak, dünyadan zevk almasını bilebilmek, stresten arınmanın yollarını bulabilmek, küçük şeylerle mutlu olabilmek, mutluluğu bazı hayallerin gerçekleşmesine bağlamamak, hobileri yaşamak, nefsimizi arındırmak temel felsefemiz olmalıdır. Eskiden her şeye sinirlenirdim, iddialarımı ve düşüncelerimi de zorla kabul ettirmeye dahi çalışırdım, bunun sonucunda da stres ve karamsarlığım kendisini belli ederdi. Zamanla bu düşüncemin yanlış olduğunu anladım.
Batman’da görevliyken, bizim evin yanında aynı dairede çalıştığımız bir arkadaşın evi vardı. Hatta bahçe sınırını dahi kaldırmıştık. Arkadaşım, sabah erken saatlerinde bahçede tek başına spor hareketleri yaparak yürüyor, ağaçlara ve de göğe bakıyor, derin derin nefes alıyordu.. Bir gün yav sen ne yapıyorsun?, diye sorduğumda; Selami Abi meditasyon yapıyorum, dedi. Birkaç sene içinde meditasyonun ne olduğunu, stresin nasıl atılacağını, herkesin bir hobisi olması gerektiğini, küçük şeylerden zevk almanın yollarını kısmen de olsa öğrenebildim. Hayata ve her şeye sevgi ile bakabilmeyi öğrenmek inanın çok zor. Hayata kıskançlıkla ve karamsarlıkla bakan çabuk yıpranır. Hayat güzeldir felsefesini yakalamadan ve özümsemeden laf ile güzellik ve insancıllık olmuyor. Karamsarlıkla sevgi zıt kavramlardır. Sevgi karamsarlığı kovduğu gibi insanı genç de tutar.
Hayatın renkli kişileri ve yörenin mizah ustaları, meditasyonumuzu sağlayan en önemli insanlardır. Geçmişin Malatya’sında şakacı, gittiği yerde gülücükler dağıtan, insanı güldüren kişiler mutlaka vardı ama bu mizahi kişilerin fıkralarının çok azı günümüze ulaşmıştır. Bu tür insanlar çölde açan çiçekler gibidirler. Çok az ve nadir açarlar, etrafındakilere neşe saçarlar. Bunlar şehir mizahına damga vurdukları gibi, o şehrin veya yörenin de reklamının yapılmasına, tanınmasına sebep olurlar. Erzurum’un Teyyo Dayısı, Sivrihisar’ın Nasrettin Hocası gibi. İşte, yöremizin mizah ustası da fıkraları ta bugüne kadar gelebilen dedemin babası Bekir Çavuş’tur. Bekir Çavuş’un fıkraları bazen yanımızda da anlatılırdı, ancak isim verilmezdi. O zaman ileriye atılarak, o bizim dedemiz, derdik.
BEKİR ÇAVUŞ
Rahmetli babam, mizahi kişiliği olan Bekir Çavuş’un kırk civarında olayını kaleme almış. O defteri hiç görmedim ama, saklanan gazete, mecmua gibi belgeleri efin tefin ettim; ne yazık ki bulamadım. Keşke o fıkralar elimizde olsa idi, Bekir Çavuş’un nice fıkraları belgelendirilirdi. Gene de gerek babamın, gerekse Malatyalıların, gerekse de büyüklerimizin bana anlattıkları da belge demektir. Ne de olsa ben, Malatya’nın Nasrettin Hocası Bekir Çavuş’un torununun oğluyum. (Oğlunun oğlunun oğlu) Bekir Ağa’nın resmi bana kadar ulaşmamıştır. Eğer aile albümünde olsa idi mutlaka elimde olurdu. Demek ki rahmetli hiç resim çektirmemiş. Belki resmi kayıtlarda aranırsa bulunabilir.
Bekir Çavuş’u uzun zamandan beri yazmaya çalışıyordum ama yazım yarım kaldı. Kısmet bu günde imiş. Yazımın yayınlanması ile babamın ruhunun da şad olacağını düşünüyorum. Çünkü: O, dedesinden her zaman gurur duyarak bahsederdi.
Bekir Çavuş’a ait altı yedi fıkra belleğimde durmaktadır. Bu fıkraların bazılarının Bekir Çavuş ismi zikredilmeden basında ve diğer ortamlarda anlatıldığına tanık oldum. Anlatanlar fıkraların orijininin Bekir Çavuş’a, Akçadağ’a ve Malatya’ya ait olduğunu bilmiyorlar. Aşağıda yer verdiğim fıkraların gerçek olduğunu ve yaşandığını da belirtmek isterim.
Babam, ta 1947 yılında Bekir Çavuş’un hal tercümesini kaleme almış. Bekir Çavuş’un Mahkeme, Kahve, Kundaktaki Bebek, Peygamber Aşı ve de Soba Borulu Yatak hikâyeleri önemli fıkralarındandır. Hikâyeleri ile bu güne kadar gelen Bekir Çavuş’u Malatya mizahına katmak lazım. Bir örnek vermek gerekirse; değerli yazar Raşit Kısacık “Ha babam de babam” isimli kitabında Bekir Çavuş’un kundak hikâyesini anlatmıştır.
Bekir Çavuş; Nasrettin Hoca’ya göre biraz daha argo, biraz daha kaba, biraz daha küfürbaz, biraz daha halka yakın, biraz daha Anadolucu imiş ve de Malatya’lının hassosu.
1907 tarihinde doğan Nazire Halam, 1922 yılında ölen dedesi Bekir Çavuş’u şöyle anlatıyordu:
“Dedem orta boylu, dolgun vücutlu, buğday benizli idi. Bıyıkları çok gürdü. Uzun bıyıklarını kulaklarının üstünden alta doğru dolandırmıştı. Sevecendi ve de insancıldı. Çok da şakacı idi. Halk onu çok sever, herkes ona değer verirdi, onunla sohbet etmek için can atarlardı. ”
Bekir Çavuş’un gelini, 1893 doğumlu babaannem Adile Yücel’de Bekir Çavuş’u şöyle dillendiriyordu:
“Bekir Ağa, Malatya Adafı’da Saka Osman’da bulunan anam gile gelmişti. Evlenmeye niyeti varmış. Evlenmeye çaba gösterirken anam Perize Hanımın evinde aniden öldü. Şimdi Atatürk İlk Mektebinin bulunduğu yer Mücelli Mezarlığı idi. Orada yani Malatya’da defnettiler. Selami işte kayınbabamı şuraya gömdüler.”
BABAMIN 1947 YILINDA KALEME ALDIĞI BEKİR ÇAVUŞ’UN KISA HAYAT HİKÂYESİ
Babam; Bekir Çavuş’un kısa hayat hikâyesini “Dedem Bekir Çavuş’un hal tercümesi “ diye şöyle kaleme almış:
“Dedem Bekir Çavuş’un kısaca hal tercümesi
Malatya’lı Kazazoğullarından 1255 doğumlu Ahmet oğlu Bekir olarak tanınan dedem; orta halli bir aileye mensupmuş. Sultan Aziz zamanında gönüllü olarak jandarmaya yazılmış ve sonra jandarma çavuşu olmuştur. İngiliz Ömer Paşa ve Kaptan Paşa maiyetinde bulunmuş ve iştirak ettiği mücadelelerde gösterdiği başarı dolayısı ile gümüş madalya ve ferman ile taltif edilmiştir. Beş sene Girit’te iki sene Aydın ve havalisinde Çavuşlukta bulunmuş, terhisinden sonra memleketine dönmeyerek İzmir, İstanbul ve Bursa’da serbest ticaretle beş sene iştigal ettikten sonra Malatya’ya gelmiş ve Hicri 1295 (m.1874) de Arga’nın (Akçadağ) ilçe olması üzerine mahkeme mübaşiri olarak Arga’ya gelmiştir. Otuz yıl bila fasıla mübaşirlik yaptıktan sonra oğlu Ahmed’i yerine mübaşir tayin ettirmiş ve mübaşirlik hayatı sona ermiştir.1336 (m.1915) da Malatya’da benim anneannemin evinde misafir olarak bulunmakta iken ani olarak hastalanmış ve vefat etmiştir. Bekir Çavuş olarak dedemin hazır cevaplılığı ve nükteli sözlere sahip ve ahbap canlı olduğu her zaman Arga’da söylenir.
Vazifesi icabı bütün köy halkını tanımakta ve herkesle ahbaplık etmekte ve samimiyet içinde geçinmekte imiş. Atı bile yolda giderken kime rast gelirse gelsin kendiliğinden durur Bekir Çavuş karşılaştığı adamla hiç olmazsa birkaç cümle konuşurmuş.
81 yaşında vefat etmesine rağmen dinç ve sağlıklı bir vücuda sahip bulunmakta imiş. Hatta Malatya’da evlenme teşebbüsünde bulunmuş evlenme hazırlığında iken orada vefat etmiştir.
Dört erkek ve bir kız çocuğu olmuş, kız evladı, bilahare erkek evlatları evlenmişler ve çağa çoluk sahibi olmuşlardır. Hali hazırda Bekir Çavuş’un 17 torunu ve 15 adet de torununun çocuğu bulunmaktadır. 11.3.1947
Bekir Çavuş’un torunu M. Cemal Yücel"
BEKİR ÇAVUŞUN DOĞUM VE ÖLÜM TARİHLERİ İLE AİLE NÜFUS TABLOSUNUN DEĞERLENDİRİLMESİ
Geçen sene hem Akçadağ hem de Malatya Nüfusuna giderek Bekir Çavuş’un izini sürdüm. Bekir Çavuş’un Zeytun’dan olan dört oğlundan ikisi Mehmet Nureddin ve Mahmut, Akçadağ Doğu Mahallesi Cilt: 2 Hane 19 a; diğer iki oğlu Ahmet ve dedem Halil ise 12 Haneye yazılmışlar. Yani nüfus idaresi kardeşler arasında bağ kuramamış ki kardeşleri ayırmış. 19 hanede isim Bekir diye geçmekte, 12 hanede ise Bekir ağadan bahsedilmektedir. Durum bu tabirden kaynaklanmış olabilir. Babamın yazdığı hal tercümesinde yazdığı doğum ve ölüm tarihleri ile nüfustaki doğum ve ölüm tarihleri çelişmektedir. Babamın anlatımına göre Bekir Çavuş hicri veya rumi 1255 yılında doğmuş, 1336 yılında vefat etmiş; yani 81 yaşında. Aldığımız nüfus kayıtlarına göre de büyük dedemiz 1 Temmuz 1832 yılında doğmuş, 1922 yılında vefat etmiş. Yani tam 90 sene yaşamış. Arada dokuz yıllık bir fark var. Babam, Akçadağ ve Malatya’da memurluk yaptığına göre, ailenin nüfus kaydına bu arada Bekir Çavuş’un nüfus kaydına rahatlıkla ulaşmış olmalı. Mutlaka Bekir Çavuş’un doğum ve ölüm tarihleri kayıtları Osmanlıcadır. Bu açıdan kayıtlar alınırken yanlış aktarılmış veyahutta Nüfus İdaresi kayıtları yeni Türkçeye yanlış çevirmiştir.
Akçadağ nüfus idaresi kayıtlarına göre Bekir Çavuş, Malatya’nın Ferhadiye Mahallesinin 41 hanesinden Akçadağ’ın Doğu Mahallesine gelmiş. Malatya Nüfusunun 41 hanesindeki yaprağın eksik olduğunu gördük. 42 hanedeki isimler de bana yabancı gelmedi. Babaannem Bekir Çavuş’un evlerinin Çocuk Sokakta olduğunu söylüyordu. Ancak Bekir Ağanın tüm çocukları Akçadağ’da doğmuşlardır.
Bir de bizim haneye yazılmış iki kayıttan bahsedeyim. Bu iki kayıt Fatma Yücel ve de Hatice Yücel. Fatma Yücel ve Hatice Yücel’in baba adı Abdullah, ana adı da Meryem’dir. İki kardeş oldukları anlaşılıyor. Fatma Yücel Sivas doğumlu olarak gözükmekte; Hatice Yücel’in doğum yeri Akçadağ olarak geçmektedir. Fatma Yücel 1890 yılında doğmuş, genç yaşta 1919 yılında daha 29 yaşında iken vefat etmiştir. Kardeşi Hatice ise 1905 yılında doğmuş ölüm tarihi düşülmemiştir. Bu iki ismi tam olarak çıkaramadık.
Babaannem ile arkadaş gibiydik, saatlerce sohbet ederdik. Bir gün bana” Selami, Kayınbabamın en büyük oğlunun adı Ahmet’di. Biz ona sofu derdik. Sofu üç defa evlendi. Birinci hanımının adı Emine idi, ikinci evliliğini bir Ermeni kızı ile yaptı. Üçüncü hanımını da Polat’tan getirdik. Adı Zeynep’di. Ahmed’in bir Ermeni kızı ile evlenmesine çok içerlenen Emine, Akçadağ’ı terk ederek baba evine, Madene gitti.
Bir ana ile iki Ermeni kızı bir müddet bizde kaldı. Ancak bir müddet sonra akrabaları onları Fransa’ya çağırdılar. Onlar da gittiler, hatta giderken Ahmedin eşi hamile idi. Gidiş o gidiş.
Çok maharetli idiler. Hele de hamur işlerini mükemmel yaparlar, çok güzel baklava açarlardı. Onlarla çok güzel geçinirdik” diye anlatmıştı.
OSMANLI’DA MÜBAŞİR NE DEMEK?
Bu günkü mübaşirlik ile kadılık dönemindeki mübaşirliğin anlamları farklıdır. Osmanlı’da devlet tarafından bir işin gördürülmesine memur edilen kişiye mübaşir denirmiş. Tanzimattan önce mübaşirlere devlet tarafından yol parası, harcırah ve sair masraflar için para verilmez, onların bu türlü zaruri giderleri, gittikleri yerlerin tevzî defterlerine “ mübâşiriyye” adı altında bir gider konarak halktan tahsil edilirmiş. Tanzimat'tan sonra gönderilen memurlara devletçe harcırah, yevmiye verilmeye başlanmış.
Şeriyye sicillerinde bazı mübaşirlerin sorgu hakimi gibi görev yaptıkları da görülmekte imiş. Bazı yerlerde mübaşir kadının yardımcısı olarak görev yapar, yargılamayı bizzat yapan mübaşirlere de rastlanırmış. Mübaşirler kendilerine verilen görev dahilinde sadece mahkemenin bulunduğu yerde değil, her tarafta kadı yardımcısı olarak dolaşır, tebligatları yapar, kadının verdiği diğer görevleri de uygulamaya geçirirlermiş.
Bekir Ağa’ da Akçadağ köylerinde (o zamanlar Hekimhan ve Doğanşehir’de Akçadağ’a bağlıymış) dolaşır ve de yargı organının görevlerini kadı talimatı dahilinde yerine getirirmiş.
MÜBAŞİR BEKİR AĞANIN YANİ BEKİR ÇAVUŞ’UN BİZLERE ULAŞAN FIKRALARI VE HİKÂYELERİ:
OLAY 1:KÖPEK HİKÂYESİ
Bekir Çavuş, Hekimhan civarında bir köye görevli olarak gitmiş, bir eve konuk olmuş. Konakladığı evde geniş bir oda varmış. Odanın bir tarafına Bekir Çavuş’un yatağını sermişler, diğer tarafa da kendileri yatmış. Bir tarafta da beşiğin içinde kundaktaki bebekleri yatıyormuş. Odanın kapısı dışarıya açılıyormuş. Kapının önüne de iri bir çoban köpeği bağlamışlarmış. Çok azgın bir köpek; gelene gidene hırlıyor hücum ediyormuş.
Sabah olmuş. Bekir Çavuş uyanmış. Yataktan etrafına şöyle bir bakınmış. Bakmış ki odada hiç kimse yok. Sadece bebek mışıl mışıl uyuyor. Bekir Ağa yataktan kalkmış. Kendi kendini yoklamış, bir an önce abdesthaneye gitmesi gerektiğini anlamış. Malûm; köy evlerinde hela evin uzağında. Ayak yoluna gitmek için kapıyı aralar aralamaz köpeğin saldırısına maruz kalmış. Kapıyı zor kapatmış. Bekle bekle gelen giden yok. Bir daha kapıya yönelmiş, köpek olmuş aynı bir aslan. Bekir Ağa, odada kıvış kıvış dönerken ve de bir çözüm yolu bulmaya çalışırken kundaktaki çocuğa gözü ilişmiş, çözümü bulmuş.
Eski insanlar bilir, Hepimiz öllükte büyüdük. Bebeklerin birer kundağı vardı. Analarımız öllük dediğimiz toprağı soba üzerinde ısıtırlar, kundağın üzerine yayarlardı. Çocuğun çiş yapacağı kısımların öllüğe gelmesine dikkat edilir, kundak üçgen haline getirilir, kundağın iki bağı bebeğin bedeninden dolandırılarak sıkıca bağlanırdı. Bebeğin kolları dahi kundağın içerisinde kalırdı. Bebeğin çiş yaptığı anlaşılınca da kundak açılır, öllüğün yaş olan kısımları alınır ve atılırdı. Geriye kalan öllük heba edilmez, tekrar kullanılırdı. Öllük yapısı itibarı ile yaş çekici özelliğe sahip olduğundan kundağa yaş ulaşmazdı. Öllüğün satıcıları vardı. Öllüğü eşeğe yüklerler, kendileri de “Öllüüüük ha öllüüüüüüük” diyerek öllüğü satarlardı. Başka yerlerde bu toprağa höllük derlerse de Malatya’da bu killi toprağa öllük denirdi. Gelelim Bekir Ağaya. Kafasındaki çözümü uygulamaya karar vermişti ya.
Kundakta yatan bebeğin kundağını çözmüş, bezi öllükle birlikte yere sermiş, kundakta bulanan öllüğün ortasına güzel bir etmiş. Sonra da kundağı yeniden bebeğe bağlamış. Yatağa yeniden yatmış. Bir iki saat sonra gelen karı koca kapıyı açarak içeriye girmişler. Ev sahibi bayan ağlamakta olan bebeğin yanına vararak kundağı açmış. Hayretle kocasına seslenmiş;
-Ağaaa hele bir bak bu çocuk nasıl bir çiş yapmış ?
Bekir Ağa yattığı yerden kafasını kaldırarak şöyle seslenmiş.
-Siz o yavuz iti kapıya bağlarsanız o çocuk nice nice böyle işler yapar, demiş.
OLAY 2: HAMAM
Bekir Çavuş Hekimhan’a gider. İlçenin ileri gelenleri yeni yapılmış bir hamama Bekir Ağayı davet etmişler. Ağa, hamamda bir güzel yıkanmış. Daha sonra üstünü giymek üzere soyunma yerine varmış, havlusuna sarınmış. Hamamın sahibi Bekir Çavuşa yaklaşmış.
-Bekir Ağa hamamımızı nasıl buldun memnun kaldın mı?
Bekir Ağa:
Hamamınız çok güzel ama üç şey eksik.
-Nedir o ?
Birincisi bir takım kürk, ikincisi bir takım çizme, üçüncüsü de bir adet Kur'an-ı Kerim.
Hamam sahibi şaşırır. Bekir Ağa devamla
- Hamama girerken üşümemek için kürkünü geyeceksin, ikincisi kirlenmemek için çizmelerini çekeceksin, üçüncüsü de Kur'an-ı Kerim’e el basacaksın ki bir daha bu hamama gelmeyesin demiş.
OLAY 3: MAHKEME MASRAFI
Bekir Çavuş Akçadağ adliyesinde mübaşir. Ara sıra yargılama faaliyetlerine de katılıyor. Tabii ki kadının talimatı ile. Günlerden bir gün adliyeye bir şikâyet dilekçesi gelir. Arğa’lının biri diğer bir Arğa’lıya ana arvat düz gitmiş. Küfürü yiyen, istidacıya bir dilekçe yazdırmış. Küfüre maruz kaldığından, çok üzüldüğünden bahsetmiş ve de küfür edenin cezalandırılmasını istemiş. Kadı işi Bekir Çavuşa havale etmiş. Bekir Çavuş’un mutlaka bir muziplik yapacağını düşünen Arğa’lılar mahkeme salonunu doldurmuşlar. Kadı da bir kenarda duruşmayı izliyormuş. Çavuş, kadılık makamına geçmiş, mahkeme başlamış. Şahitler dinlenmiş ve Bekir Çavuş kararını açıklamış. Tabii o zaman şeriat kanunları geçerli kısasa kısas.
Gereği düşünüldü: Küfreden kişiye karşı mağdurun da aynı şekilde küfretmesine karar verildi.
Kalabalık içerisinde mağdur da ezilip büzülerek sanığa karşı,
Ben de senin ananı arvadını sinkaf ederim, demiş.
Herkes işin bittiğini düşünürken, Mahkeme masrafına sıra gelmiş. Bekir Çavuş karara ek olarak;
-80 para mahkeme masrafını verin de savuşun gidin der.
Şikayet eden elini cebine atmış, karıştırmış, beş para bile çıkmamış. Sanıktan da on para çıkmış bunun üzerine Bekir Çavuş kararını açıklamış:
-Ben de mahkeme masrafı yerine her ikinizin anasını arvadını sinkaf ederim demiş.
OLAY 4: SOBA BORUSU
O zamanlar Akçadağ’da otel yok. Misafirler geldiği zaman ileri gelenlerin evlerinde kalıyorlar. Günlerden bir gün Akçadağ’a kalantor bir misafir gelmiş. Bekir Ağa onu ağırlama durumunda kalmış. Misafir de durmadan kaşınıyor, Bekir Çavuş’a laf atıyormuş.
-Bekir ağa beni çok temiz bir yatakta yatırtacaksın. O yatak öyle bir yatak olacak ki;
Yel değmemiş bir yatak olacak, misk-i amberler gibi kokacak. Ben de mışıl mışıl gönül rahatlığı içinde uyuyacağım.
Akşam olmuş, Bekir Ağa misafirinin karnını doyurmuş, yatmaya sıra gelmiş. Bekir ağanın evleri Akçadağ’ın Doğu Mahallesinde idi. Hükümete doğru inerken köşeden itibaren üçüncü evde dedem, yanındaki evde de Muhammet Amca otururdu. Bu evler iki katlı, çıkartmalı ve de kafesli idi. Onun altındaki tek katlı ev de Mahmut Amcaya aitmiş. Ben Mahmut amcayı hatırlamıyorum. Ahmet Amca’nın evi de Belediyenin karşısında imiş. Ama dedem ve Muhammet amca ile çok sohbet ettik. Dedemin evine geniş bir tahta merdiven ile çıkılırdı. Ayakcak (merdiven) başından içeri girince sol tarafta mutfak vardı. Mutfağın önü de geniş bir dama açılırdı. Yazları günlerimiz hep o damda geçerdi. Sağ tarafta geniş bir oturma odası vardı, ayakçak başının sağı da geniş bir misafir odasına açılırdı. Büyük ihtimalle olay bu misafir odasında geçer.
Bekir Ağanın Hanımı Zeytun Hanım misafirin yatağını önceden bu odaya hazırlamış. Bekir Çavuş’un talimatı üzerine yorganı huni gibi yapmış ve ortasına bir soba borusu dikmiş. Gözler mahmurlaşmış, misafir ile Bekir Çavuş arasında şu konuşmalar geçmiş.
-Bekir Ağa ben nerede uyuyacağım?
- Buyur beyim yatağın hazır. Kapı açılır ve yatak ile soba borusunu misafir görür, şaşkınlıkla:
- Bekir Ağa bu ne! soba borusu mu ne? Bu nasıl yatak?
- Ne yapalım. Bizim misafirlerimiz eksik olmaz. Bundan sonra gelenler de yel değmemiş yatak isterler dedik. Sen de mutlaka yellenirsin. Yel bacadan çıkar, biz de senden sonra gelen misafirlere yel değmemiş yatak isterlerse serebilelim dedik, demiş.
OLAY 5 : FİNCANIN KULPU
Bekir Ağa Malatya’da Saka Osmanda bulunan dünürlerinin evine gelir. Adile hanımın anası Peruze hanım ağır misafiri Bekir Çavuş’u ağırlamaya çalışır. Bir kahve pişirilir, kahve tabak ile değil de kulpundan tutularak Bekir Ağa’ya ikram edilir. O zamanlar kahve fincanları dahi Avrupadan, Fransa’dan geliyor. Bekir Ağa fırsatı kaçırır mı? Gür sesi ile haykırarak;
-Arvadını sinkaf ettiğimin Fransız’ı. Fincanı iki kulplu yapmamış ki, bir kulpundan Perize Hanım tuta diğer kulpundan da ben, demiş.
OLAY 6 TEVEK YAPRAĞI:
Olay Saka Osman’da geçer. Saka Osmanlılar Bekir Çavuş’u alt etmek için tüm yolları denerler. Kalabalık bir gurup Adafı’lı Bekir Ağanın etrafını sararlar. İleri gelenlerden biri Bekir Çavuş’a bir yarışma teklif eder. Kim daha çok yellenirse herkese bir sini kadayıf yedirilecek. Anlaşma yapılmış.
Büyük bir kalabalık yarışmanın nasıl sonuçlanacağını ve de nasıl geçeceğini merak ediyorlar ve de yarışmanın bir an önce başlamasını istiyorlarmış. Diğer rakip de kendini hazırlamış. Adafı’lılar Bekir Ağanın iddiayı kaybetmesini arzu ediyor, kendi adaylarına destek veriyorlarmış. Yarışma başlamış. Önce Adafı’lı yellenmeye başlamış. Üç defa yellenmiş ve de seyircilerden büyük alkış almış. Sıra Bekir Çavuş’a gelmiş. Bekir Çavuş sağa dönmüş sola dönmüş, bir dırt çıkmamış. Adafılı’lar gülmeye ve de alay etmeye başlamışlarken, Bekir çavuş adım atmaya başlamış. Birinci adımda bir dırt, ikinci adımda ikinci dırt, üçüncü adımda da üçüncü dırt çıkmış. Millet hayretle bakarken adımlar hızlanmış. Dırtlar otomatiğe bağlanmış. Adafı’lılar dırtlarla yürüyen Bekir Çavuş’a kahkahalarla gülerek
-Tamam Bekir Ağa devam etme, sen kazandın demişler. Bekir Ağa da;
-Yav gardaşlar. Dün Peruze Hanım tevek yarpağından küfde yapmıştı. Herhalde yarpağlardan biri ağıza dayanmış. Onu sökdürmek üçün birez zorlandım emme sonra vaziyeti gurtardım. Demiş.
OLAY 7 KAHVEHANE
Akçadağ’lılar kahvehanelere çok düşkündürler. İşi de çok iyi bilir, zarları kâğıtları çok iyi takip ederler. Yerine göre hilesini de çok güzel yaparlar. Emmioğlu rahmetli Naim Yücel’in on iki on üç yaşlarında iken parasına kılıç çekmesine tanık oldum. Rakibi bir kâğıt isterdi. Naim bana göz eder, istediği kâğıdı kendisine getirirdi. Bazen da rakip çakmasın diye ona ekmek verme kabilinden bilerek kaybederdi. Nasıl bu işi yaptığını sorduğumda da iskambil kâğıdını karıştırır iken işi ayarlıyorum derdi. Naim’in babası Mesut Amca’da (Mesut Yücel) kahvehaneden pek çıkmazdı. Ona Kör Mesut’da derlerdi. Çiçek Hastalığından dolayı gözleri çok az görürdü. Tavlanın zarını atar, tavlaya iyice yaklaşır ve ona göre pulların yerini değiştirirdi. Yenildiğine pek tanık olmadım. Kâğıt oyununda da böyle idi. Mesut Amca’nın babası Muhammet Amca müstantiklik yapmış, Arğa’da ağırlığı olan bir kişi idi. Evdekiler, hatta kardeşleri bile ondan çekinirlerdi.
Eskiden Akçadağ’da her ev mutlaka büyükbaş hayvan beslerdi. Mübarek hayvanlar sabahları sığıra katılır, akşama doğru sürüler ilçeye böğürerek inerlerdi. Hayvanlar evlerini tanırlar, ahırlarına girerlerdi. Çocuklar hayvan mayıslarını (dışkılarını) takip eder ve de toplar götürürlerdi. O mayıslar kurutularak tezek haline getirilerek yakacak olarak kullanılır veya gübre olarak toprağa karıştırılırdı.
Muhammet Amca yeni bir inek almış. Onu da sığıra vermiş. Oğlu Mesut Amcaya da sıkı sıkıya tembih etmiş.
-Ula Mesut; akşama sığırı karşıla, bizim sığır başka yere gitmesin. Mesut da, tamam baba demiş. Dedik ya Muhammet Amca sert bir insan. Mesut Amca sığırı karşılamaya gitmiş amma velakin, aksilik bu ya ineği aramış taramış bulamamış. Hayvanların hepsi yerini bulmuş, Muhammet Amcanın ineği hariç. Akşam ezanı okunmuş, Mesut Amca’yı almış mı bir korku! Babama ne diyeceğim diye. Mecburen eve gelmiş. Mesut, Muhammet Amcanın huzuruna çıkmış.
- Baba vallaha aradım taradım, bizim ineği göremedim. Gözüm de görmüyo ya.
Muhammet Amca hışımla;
- Ula pe..nk, tavlanın zarının noktasını görüyon da, koca ineği mi göremiyon ? demiş.
Hiç unutmam yangından önce Akçadağ çarşısına meydandan girerken sol başlangıçta üç katlı bir kahvehane vardı, adına da yüksek kahve derlerdi. Durmadan orada oyun oynanırdı. Bu kadarlık ön bilgiden sonra gelelim gerçek fıkramıza.
Bekir Çavuş’da diğer Arğa’lılar gibi oyun oynamaya çok düşkünmüş. Diğerleri gibi o da yemeği yer yemez kahveye koşarmış. Ramazan günü bile durum böyleymiş. Teravih namazı kılınır, millet evine uğramadan doğru yüksek kahveye gidermiş. İlçenin imamı da bu durumdan pek hoşlanmaz Arğa’lıları evine bağlamak istermiş. İmam bir gün vaazında;
-Ey Arğalılar: Sizler oyun oynayarak çok günaha giriyorsunuz. Evinizi, eşinizi ihmal ediyorsunuz. Kahvede oyun oynayacağınıza evinizde oturun, eşinizle halvet olun. Böylece günaha girmeyeceğiniz gibi çok da sevap kazanırsınız. demiş.
Bekir Ağa; imamın vaazını olduğu gibi eşi Zeytun Hanıma anlatmış. Zeytun hanım da; İmam yerden göğe kadar haklı, kahveden ne anlıysınız? demiş. Bekir Çavuş bir hafta kadar imamın dediğini yapmış ve evde oturmuş.
Bir haftadan sonra Bekir Çavuş’un kulakları düşmüş. Akşamleyin kahveye gitme zamanı yemenisini giyerek evden çıkmaya hazırlanırken, Zeytun hanım;
-Bekir Ağa imam... demiş arkasını tamamlayamamış
- Başlarım imama da sana da; ben Cennet’e getmekten vaz geçtim, kahveye gidiyim, demiş.
OLAY 8 PEYGAMBER AŞI(KABAK AŞI)
Sulu ve lezzetsiz bir yemekti. Nasıl yapıldığını da şu anda tam olarak hatırlayamıyorum. Rahmetli annem bir iki defa yapmıştı ama bizler yemeği sevmedik, mırın kırın ettik. Malatya Kabak aşı tarifini İbrahim Halil Kılıç’n yemek kitabına baktım ama göremedim. Demek ki Malatya’lılar bu yemeği çoktan unutmuş. Ne ise Bekir Çavuş da benim gibi kabak aşını sevmezmiş. Ablamın tarifi şöyle:
“Peygamber aşı kış kabağından yapılırdı. Bal kabağından veya diğer bildiğimiz kabaktan değil. Soğan ile kıymayı kavururduk. Biraz da salça koyardık. Onun üzerine küp şeklinde doğranmış kış kabağını eklerdik. Karışım kaynayınca da biraz pirinç veya bulgur eklerdik. Üzerine de erik ekşisi ve çok az şeker veya pekmezi suya katardık. Çorba gibi olur, kabak yumuşar ise ateşten indirirdik.
Eskiden Malatya’da kış kabağı çok ekilir, çok da tüketilirdi. Mesela çımdik küfde kış kabağı olmaz ise lezzet vermezdi. “ Bu tanım bana biraz sosyetik geldiğinden 85 yaşındaki Aliye Halam’a Peygamber aşının nasıl yapıldığını sordum. “Anam yapardı. Kış kabağı şeker büyüklüğünde kare kare doğranır, su ile pişirilirdi. Karışımın içerisine de sadece şeker veya dut pekmezi eklenirdi. Olurdu kabak aşı. Pirinç bulgur da eklenmezdi. Tuz ve yağ da kullanılmazdı. “ dedi.
Akşam olur, gün batar, Bekir Çavuş tencerede ne kaynadığını merak eder. Derler ki Peygamber aşı yapıyığ (yapıyoruz). Bu lafı duyan Bekir Çavuş hemen yüzünü ekşitir, başka yemekleri aklından geçirir, biraz da düşünür, kıblenin ne tarafta olduğunu sorar, gösterirler. Bekir Çavuş kıbleye döner ve ellerini havaya kaldırarak duaya başlar.
-“Yarabbi sen bu kullarını affet. Beni de affet, bu gardaşlarımı da affet. Biz peygamber aşı yiyecek olgunluğa erişemedik daha. Haşa, töbe yarabbi töbe biz peygamber miyik ki peygamberlere mahsus peygamber aşı yiyek.? Gıçı boklu bir tavuk neyimize yetmiyi? Der. Tavuk kesilir, doldurulur, pişirilir iştahla yenir.
Bazen internette de dolaşırım. Google Bekir Çavuş, kabak, hikâye falan yazdım. Bir baktım ki karşıma Adanalı Aşık İmami Çıktı. Bekir Çavuş’un Peygamber aşı olayını işlemiş. Bir İmama mal etmiş. Güzel bir klip yapmış. Sabah kabak akşam kabak, yenir mi ya Resulullah diye. Soy ağacımın tepesindeki Bekir Çavuş aklıma geldi. Demek ki Bekir Çavuş namı tam Adana’ya kadar gitmiş. Ama, Adana’lılar onu İmam yapmışlar.
Akçadağlıların en belirgin özelliklerinden biri de çok şakacı olmalarıdır. Hele de kendilerine özgü şiveleri ile şakalaşırlar ki sizde gülmekten yıkılırsınız. Bir kilo doğal bal yiyeceğinize bir Akçadağlı ile sohbet edin yeter. Hele buraya bir de Bekir Çavuş’u katabilirsek gel keyfim gel.
Malatya’nın mizah ustası babamın dedesi Akçadağ’lı Bekir Çavuşu gerçek hikâyeleri ile anlatmaya çalıştım. Gerisi Akçadağlılara ve Malatyalılara kalmış. Yazarlarımız, gazetecilerimiz, müzikçilerimiz, tiyatrocularımız da bu tarihi kişiyi, sık sık anlatsınlar, tiyatrolarda temsil etsinler, Malatya ve Akçadağ ile özdeşleştirsinler.
Akçadağ’ımızın mizahi özelliğinin bir plan ve program çerçevesinde sık sık gündeme getirilmesi, yayılması, daha çok tanıtılması ve bir şehir kimliğine dönüştürülmesi en büyük dileklerimdendir.