Al Kalemi Eline
Bülent KORKMAZ
16. yüzyılın kadın yazarlarından Louise Labe, bir başka kadın yazar Clemence de Bourgesa şunları yazıyor:
Geçmiş bize mutluluk verir ve bize şimdiden daha iyi hizmet eder ama bir zamanlar duyumsadıklarımızın o an yaşanan keyfi geri gelmeyecek biçimde zayıflayacaktır. Olaylar yaşandıkları anda bizi mutlu etmiş olsa da, anıları bizi huzursuz eder. Öteki duyularımız öyle baskındır ki, geri gelen anı bizi o günkü duygularımıza taşıyamaz. Aklımızdaki görüntüler ne denli güçlü olursa olsun, onların geçmişin bizi aldattığını ve kullandığını gösteren gölgeler olduğunu biliriz. Ama düşünce ve duygularımızı yazıya dökersek, yazılı sayfaları elimize aldığımızda aklımız ne büyük bir süratle arada kalan olayları aşacak ve bizi aynı yere ve duygulara taşıyacaktır. (Kaynak: Alberto Manguel/Okumanın Tarihi-Çeviren: Füsun Elioğlu/Yapı Kredi Yayınları)
Özbeöz Mezopotamya çocuğu Sumerli Ludingirra Hocamız günümüzden 4 bin yıl önce, hayata ve aşka dair ne varsa koca tabletlere dökmeden önsöz tuğlasına şunları yazmış:
Ben bir Sumerli öğretmen, şair ve yazarım. Yaşım yetmiş beşi bulduğundan öğretmenliği bıraktım çoktan; fakat şairlik ve yazarlığım ölünceye kadar sürecek herhalde (Kaynak: Muazzez İlmiye Çığ/Sumerli Ludingirra-Geçmişe Dönük Bilimkurgu/Kaynak Yayınları)
Dünyanın en güzel dillerinden Türkçede yazmış dünyalı şair Nazım Hikmet, Salkımsöğüt şiirinde şöyle demiş:
Akıyordu su
gösterip aynasında söğüt ağaçlarını.
Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını!
Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere
koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere!
Birden
bire kuş gibi
vurulmuş gibi
kanadından
yaralı bir atlı yuvarlandı atından!
Bağırmadı,
gidenleri geri çağırmadı,
baktı yalnız dolu gözlerle
uzaklaşan atlıların parıldayan nallarına!
Ah ne yazık!
Ne yazık ki ona
dörtnal giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak,
beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak!
Nal sesleri sönüyor perde perde,
atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde!
****
Bunları neden yazıyoruz?
Amacımız siz sevgili sanal alem sakinlerini TRT-2 kıvamında, AB entelektüel müktesebatına uyumlu bir yurttaş haline getirmek değil.
Haddimize mi düşmüş?
Bilmem farkında mısınız, farkında mıyız, yaşlanıyoruz, giden günler geri gelmiyor. Anılar, çevremizde yaşayan insanlar, binalar, yollar, ağaçlar, kuşlar, balıklar, dereler, çaylar, ilişkiler, gelenekler, amcalar, dayılar, dedeler, nineler, anneler, babalar, şunlar, bunlar akıp gidiyor. Hüzün verici ama; geçmişe özlem, nostalji, tuzağına düşüp gidenlerle yatıp kalkmanın, ölenle ölmenin, ağlayıp da gözden olmanın anlamı yok. Giden gidiyor işte!
Ama tüm bunları gelecek kuşaklara aktarmanın, kayda almanın, derli toplu biçimde bir yerlere koymanın gereği var. Bunu yapma imkanı, eskiye oranla, çok ama çok fazla. Dijital fotoğraf makineleri, ses kayıt cihazları, bilgisayarlar, CDler, kameralar bize bu imkanı sunuyor. Herkesin bu şeytan icadı aletlerden birer tane edinmesi şart değil. Sizde yoksa bir yakınınızda mutlaka vardır. Bunları da boş verin, kalem kağıt diye bir şey var.
Siz o anı yaşarken çok sıradanmış, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir olgu, yıllar sonra unutulabilir, yaşamın tedavülünden kalkabilir, bellekten tamamıyla silinebilir.
Bunları bir şekilde kayıt altına alırsak, yapacağımız işin değeri bugün belli olmasa bile, yıllar sonra ortaya çıkabilir; anlam kazanabilir.
Hiçbir şey bilmiyorsanız babanızı, annenizi, dedenizi karşınıza alırsınız, onları konuşturur, yaşam öykülerini anlattırırsınız. Yaptıkları önemli işler, yaşadıkları hüzün, sevinç, üzüntü, acı, tatlı anlar varsa, anlatmak da istiyorlarsa, söylerler, kaydını tutarsınız. Yiyorsa kendiniz, bizzat, şahsen geçersiniz aletin karşısına, bireysel ideolojik tahrifat yapmadan, konuşursunuz da konuşursunuz; yada yazarsınız, her neyse
Tarih, sadece savaşların, anlaşmaların veya Eflak Boğdan bizde kaldı, Palermo Kontu Habsburglara şu kadar İtalyan lireti haraç ödeyecek, Katerinayı öptük, Prut kuşatmasını kaldırdıkların tarihi olmasa gerek. Herkesin bir öyküsü var; herkesin bir yaşamı var. Önemsenmek, hakkınızda bir yerlere bir şeyler karalanması popüler olmanızı, milyonlar tarafından tanınmanızı gerektirmiyor.
Ancak Tüm bunları yapabilmek için
İnsanlığın en büyük icadı nedir?
Sizi bilmem ama, bana göre insanlığın en büyük icadı, yazıdır. Her kim ki, yazı denen şeyi icat etmiş, bugün elimizde iyi veya kötü ne varsa hepsinin temelini atmıştır. Yazının olmadığını ve kayıt yapamadığımızı bir düşünsenize?
Başka yazılarımda belirtmiş olabilirim, tekrar olacak, sıkıcı olacak biliyorum; ama yinelemek zorundayım: İyi yazmak için, önce iyi okur olmak gerekir. Her ne kadar güzel yurdumuzda, tek bir satır okumadan yazı yazanlarımız varsa da, siz okumanıza bakın ki, iyi kötü bir şeyler yazabilesiniz. Tamamen yazma temelli post modern aletleri doğru, layıkıyla kullanabilesiniz. Fotoğraf makinesine, kameraya, bilgisayara, deftere kaydettiğiniz verileri düzgün tasnif edip, yorumlayabilesiniz; arşivlere yerleştirebilesiniz.
Ne hazindir, bilimin temellerinin atıldığı yerlerden birisi olan mübarekler mübareği Anadolu topraklarında bugün yaşayanlar, ellerini ne kitaba ne kaleme sürdüklerinden, dedelerinin dedesinin adını dahi bilmiyorlar. Elin oğluna sor, sana 8 göbek ötesine aile şeceresini çıkarsın.
Bu ülkede Kurtuluş Savaşı diye bir savaş verilmiş, bu savaşta yer alan insanlar 70li, 80li yıllara kadar hayattaydılar; ama yüz kişiden bir kişinin aklına o insanların yaşadıklarını deftere yazmak gelmemiş.
Daha ötesi var mı?
Saf saf yazı ve kitaba bu kadar uzak bir topluma alın kalemi elinize diyorum ama Ne olur bilmem? Orası, onlara kalmış.
Gavur Hacinin Sineması Üzerine
Sevgili kardeşimiz, Kündübegli Güven Akıncı Malatyahaber.com sitesinde Gavur Hacinin Sineması başlıklı çok güzel bir yazı yazmıştı.
Bu yazı, 1988 İtalyan yapımı, Guiseppe Tarnatorenin yönetip, Philippe Noiret ve Salvatore Cascionun başrollerinde oynadığı Cennet Sineması (Cinema Paradiso) ve bizim Yılmaz Erdoğan ürünü Vizontele filmlerini aklıma getirdi . Yeri gelmişken belirteyim; her iki film de yaşamımda izlediğim en güzel, en duygulu filmler arasında yer alıyor.
Yukarıdaki satırları karalamama sebeplerimden birisi, Güven kardeşimin işte bu yazısı oldu. O yazının fazlası var, eksiği yok. Gerçi Selahattin Gökatalay abimiz, Gavur Hacinin Çırmıhtılı sanatseverlerden 10 sinek ölüsü getirmeleri karşılığı beleş geçişe izin verdiğini, Kündübeglilerin 30 sineğe gandırıldığını söylüyor ama; liberal ekonomide olur böyle vakalar
Ayrıca iki şirin ülke arasında 1,5 kilometre fark olduğundan, Haci Dayı gümrük uygulamış olabilir.
Tek neden bu değil aslında
Maddi anlamda sıkıntılarla dolu olsa da, doğayla uyumlu, mutluluk verici, sevgi dolu bir dostluk ortamında çocukluk ve ilk gençlik geçirmiş, özü bir sözü bir, yalandan riyadan uzak, bırakın Türkiyeyi dünya şartlarında bile eşine benzerine rastlanmayacak düzeyde nitelikli arkadaşlar edinme onuruna erişmiş, o dostlarla o günleri artık yaşayamamanın sıkıntısını yüreğinde ve beyninde hisseden, bazen bu sebepten uykuyu şaşıran birisi olarak derdime çare ararken bu yazı çıktı ortaya. Aslında, merhum Louise Bacımızın, yukarıda özellikle siyah karakterle gösterilmiş, Ama düşünce ve duygularımızı yazıya dökersek, yazılı sayfaları elimize aldığımızda aklımız ne büyük bir süratle arada kalan olayları aşacak ve bizi aynı yere ve duygulara taşıyacaktır cümleleri sorunu çözmeme yardımcı oldu.
Bu esinlenmeyle sizlere de yazın, fotoğraflayın, kaydedin, belleğiniz sizinle yitip gitmesin diye öneride bulunmak istedim.
Ortaya koyacaklarınızın, koyacaklarımızın şaheser olması, Nobeller, Altın Ayılar alması gerekmiyor.
Nazım Babanın Masalların Masalı şiirinden bir parça alıntıladığımız gibi, hepimiz bir gün gideceğiz
Su basında durmuşuz,
çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz.
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarın, benim, kedinin, günesin, bir de ömrümüzün.
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze.
Su basında durmuşuz.
Önce kedi gidecek,
kaybolacak suda sureti.
Sonra ben gideceğim,
kaybolacak suda suretim.
Sonra çınar gidecek,
kaybolacak suda sureti.
Sonra su gidecek
güneş kalacak;
sonra o da gidecek...