Türk sinemasının yüzlerce filme imza atan yakışıklı, romantik, çevreye ve yaşama duyarlı "jön"lerinden olan, Diş Hekimliği, Çevre Bilimleri ve Biyoloji dallarında akademisyenlik de yapan Ediz Hun, AA muhabirine açıklamalarda bulundu.
İlk kez tiyatro sahnesine çıktığı Agatha Christie'nin gerilim - polisiye türündeki romanından uyarlanan "On Küçük Zenci - And Then They Were None" oyunuyla başarılarına bir yenisini ekleyen usta sanatçı, sinema sektörünün dünden bugünlere gelişinin yanı sıra siyaset yılları ve özel hayatıyla ilgili çok özel detayları anlattı.
Felsefe öğretmeni bir anne, makine mühendisi bir babanın tek çocuğusunuz. Biraz çocukluğunuz ve yetişme ortamınızdan bahsedebilir misiniz? Tek çocuk olmanın mutluluğu ya da mutsuzluğunu yaşadınız mı hiç?
Yani kardeşim olsaydı bu yaşlarda veya orta yaşlarda ailenin varlığını daha çok hissedebilirdim. Şimdi çok yalnız kaldım. Çünkü annemi de kaybettim tabiatıyla zaman aktı. Babam da tabii hayata veda etti. Eşiniz, çocuklarınız, torunlarınız var ama bir kız kardeşim, ağabeyim ya da erkek kardeşim olsaydı zaman zaman oturur, konuşur moral sağlardım diye düşünüyorum. O zamanlar herhangi bir sıkıntı çekmedim. Umumiyetle denilebilir ki tek çocuk egoist, bencil olur, ben merkezci davranışlar sergiler. Ben daima paylaşımcı oldum hayatımda ve bu hep devam etti. Ergenlik, gençlik ve daha sonra sinema hayatımda hep paylaştım. Paylaştıkça da mutlu oldum. Herhangi bir yalnızlık çekmiş değilim. Hobilerim vardı küçük yaşlardan itibaren. Hayvanlara, çiçeklere merakım vardı. Araştırmalar yapardım. Böcekleri toplar gelir, evimde yuvarlak cam fanus -akvaryum diyebiliriz- içine koyar onları nasıl beslendiklerine bakardım. Böyle oyalanmalarla hayatım geçti. Sonra Avusturya Lisesi’nde biyolojiden hep 10 aldım. O zaman en yüksek not 10’du. Hobilerim 5-6 yaşından itibaren başlamıştır bende. O bakımdan o dünyamda gayet mutlu yaşadım.
"İçe atan bir tip değilim"
Çevreye ve doğaya olan duyarlılığınız o yaşlardan itibaren başlayıp sonraları da devam etmiş. O konulara da geleceğiz. Şimdi "Aslanların arasına atılan bir Romalı kadar cesurum" repliğini hatırlıyor musunuz Bay İskender İskit?
Evet, cesur bir adam olduğum bilinir. Ben de kendimi bilirim, cesaretim var ama yerinde cesaret. Akıllı davranışların içinde gösterilebilecek cesaret. Lüzumsuz cesaretler hoş neticeler doğurmayabiliyor. O bakımdan ben hayatımda her zaman doğruların, hakkın yanında oldum. Haksızlığa karşı reaksiyon gösteririm. Vefasızlıktan bayağı sıkıntı duyar ve cevap veririm. Yani içe atan bir tip değilim. Bir kişi eğer çok büyük bir kabalık yapıyorsa aynı şekilde olmasa bile ona hatırlatırım bu işin yanlış olduğunu. Çekinmem, cesaretim bu konularda çoktur. Ama bunun yanında bir saygısızlık yapmış, bir davranış yanlışlığı göstermiş isem özür dilemesini de bilirim.
Evet efendim, bu Ediz Hun olarak verdiğiniz bir cevap. Ben size küçük hatırlatma yapayım. Bu, diksiyon hocası olarak rol aldığınız 1963 yapımı "Genç Kızlar" filminizdeki ilk repliğiniz… Sinema sektörüne bu ilk giriş yolculuğunuzu biraz anlatır mısınız?
Evet, tamam, doğru, İskender’di değil mi ismi? 1963 yılı, 1 Kasım. Burada (Suadiye) biraz ileride Madam Tamara’nın köşkünde çalışıyorduk. Madam Tamara o zamanlar 85 yaşlarında, elmacık kemikleri çıkık bir Tatardı. 1917 Rus İhtilali’nden sonra gelmiş Türkiye’ye, herhalde varlıklı bir prenses ya da yakını idi. Burada bir arazi almış, içine 3-4 villa yaptırmış, orada bize sadece film için bir villayı verdi. O 'Genç Kızlar' bir okul filmiydi, orada ilk filmimi çekerken ilk cümlem o idi. Onu hatırlamadım, siz hatırlattınız.
"60 kız beni görünce gülmeye başladılar"
Çok hoş. O zamanlar sinema yarışmasına girmeden ve birinci seçilmenizden önce Ses dergisine, "Sinema yarışmasına girerim. Hiçbir şey olmasa da genç kızlar vardır, onlarla tanışırım." demişsiniz. Sonra ilk filminiz "Genç Kızlar"da tek jön, aktör olarak gerçekten de genç kızların arasına düşmüşsünüz.
Ee ama hoş bir şey. Düştüm ama ben o kadar fazla kalabalık bir genç kız grubuna düşeceğimi ummuyordum. Özel bir kız okulu ve ben de hoca olarak geliyorum. Orada o kızları görünce çok heyecanlandım, ne yapacağımı şaşırdım. Zaten beni hiçbir şekilde eğitime tabii tutmadılar. Kazandıktan sonra üniversitenin o periyodunda babam rahatsız olduğu için katılamıyorum, daha sonra dersleri takip edeceğim diye yazdım ve film için hemen ilk günü sınıfa aldılar beni 60 tane kızın karşısına. Ne yaparsınız? 22 yaşında bir çocuksunuz...
Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Bedia Muvahhit de vardı değil mi?
Evet, Hülya da vardı, Türkan da vardı. Bedia Muvahhit. Monoko gözlüğüyle yapayım onu size... 'Ah yavrum, çocuğum gel heyecanlanma. Heyecanlanma.' deyip beni sınıfa götürdü, şaşırdım. Kızları görünce baktım 60 tane kız. Beni görünce hepsi gülmeye başladılar. Ne yapacağımı şaşırdım, elim, ayağım titredi. Belli etmemeye çalışıyorum. Orada kamera çalışıyor.
İşte tanışma fırsatı bulmuşsunuz...
Tanışma değil, ben heyecanımı yenmeye çalışıyordum o sırada. Vazgeçtim tanışmadan, fırsatlardan. Çok heyecanlandım. Ama sonra tanıştık, arkadaşlık ettik birçoğuyla. 1963 yılı 1 Kasım'dı. 22 Kasım da benim doğum günüm. 22 Kasım’da, J. F. Kennedy de Teksas Eyaletinin Dallas kentinde vuruldu biliyorsunuz. Onun küçük kardeşi de 1968'de vuruldu. Bu ayrı bir konu ama benim doğum günüme o adamcağızın vurulması tesadüf etti.
Hafızanıza kazınmış. Bir ölüm ile bir doğum günü bağdaştırmak.
Hafızam iyidir, unutmam hiçbir şeyi. Doğum da ölüm de aynı şey sayılabilir. Yeni bir hayata geçiş, belki ölümden sonra da yeni bir hayata geçiş. Bilemiyoruz.
Agahta Christie’nin romanından uyarlanan "On Küçük Zenci" ile ilk kez tiyatro sahnesindesiniz ve seyirciyi sahneden selamlıyorsunuz.
Evet, bugünlerde 44'üncü oyunumuzu sergilemiş olduk, 45'e başlayacağız.
Maşallah. Hatta Ediz Hun kuyrukları oluyormuş bilet gişesinde, bilet bulunamıyormuş… Biz de gitmek istediğimizde yer bulamadık mesela.
Yok o kadar değil. Bütün sanatçı dostlarımız çok başarılı ve hakikaten bir bütün halinde, birbirine bağlı, homojen bir grubuz. 10 kişilik bir kadro zaten. Yönetmen aynı zamanda kendi içimizde de sanatçı olarak görev alıyor. Tabii teknik ekip de var. 15-16 kişilik bir grup oyunu hazırlıyor.
Geçen seneden beri bayağı bir dolaştığınız turneleriniz oluyordur herhalde?
Tabii, Ankara’ya gittik, İzmir’e gittik. İzmir’den Torbalı’ya geçtik. Balıkesir, Bursa, Eskişehir, Kocaeli, Bodrum, Muğla, Antalya, Manavgat’a gittik. Devamlı gidiyoruz.
Çok keyifli yerlere gidiyorsunuz?
Keyifli, çok yorucu biraz tabii. Ama oyun bittiği zaman izleyenlerin size parıltılı gözlerle bakması, sizi bağrına basması bizi çok mutlu ediyor tabii.
"Kriminal konular hem roman hem tekst olarak tiyatroda da ilgi çekiyor"
Sizi heyecanlandıran ne idi? Agahta Christie romanlarını okur muydunuz ve polisiyeyi, kriminal hikayeleri sever misiniz?
Polisiyeyi 18-19 yaşlarında okudum, ama bu romanını okumamıştım. 'On Küçük Zenci' dünyada en çok satılan 6'ıncı kitap. Onu değiştirdiler, 'Ondan Sonra Kimse Kalmadı' diye ismini yeniden değiştirdiler. Zenciler rencide olmasın diye. Çünkü dünyada tabii sadece beyaz tenli insanlar yok. Koyu renkli tenlilere saygısızlık olmasın diye 'And Then They Were None' dediler. Fakat çok ilgi görüyor. Kriminal konu oluşturduğu için hem roman hem tekst olarak tiyatroda da insanların ilgisini çekiyor. Yani gerilim tiyatrosu. Bayağı bir gerilim var. Gökyüzü, şimşekler, denizdeki fırtınalar, efektler var. İyi gidiyor çok şükür.
"Yargıç Lawrence Wargrave"i oynuyorsunuz...
Evet Sir Yargıç Lawrence Wargrave. Esasında bu oyunu İngiltere’de BBC’de dizi haline getirmişler. Aşağı yukarı benim yaşımda, benim gibi uzun boylu, bayağı kuvvetli bir aktör Charles Dance benim rolümü canlandırıyor. Tiyatrosu da var, dizisi de var. Bizimkisi de çok iyi gidiyor.
Bir sanık için yanlış bir karar verdiren bir yargıç oynadığınız karakteriniz aslında...
Yani evet, 'Hepimiz suçluyuz, hepimiz ölmeyi hak ediyoruz.' diyorum aslında. Çünkü hepsi faili meçhul cinayetlerde cezalandırılamamış kişilikler. Dolayısıyla da hem onları hem kendimi mahkum ediyorum. Ama daha fazla bir şey söyleyemem gidişatı ve finali hakkında. Şu anda bu röportajı okuyanlar ve izleyenler heyecanlanmasınlar finalini söylemem.
"Tiyatro çok heyecan verici"
Çok hoş bir his olmalı aslında bu. Sizin Yeşilçam filmlerinize gelip uzun bilet kuyrukları oluşturan seyircileriniz şimdi de tiyatroya hatta çocukları da gelip yine aynı kuyrukları oluşturmaya devam ediyor. Ne düşünüyorsunuz?
Sinemayla tiyatro arasında çok büyük fark var. Tiyatro canlı olarak icra edilen bir sanat dalı. Bir müzisyen kemanını seyirciye karşı nasıl en dikkatli, hassas şekilde yaratıcılığıyla ortaya sergiliyorsa tiyatroda da öyle. Ama sinemada öyle değil, iş bitince herkes birbirine Allahaısmarladık der kendi hayatına doğru yolunu alır. Daha sonra bir bütünleşme, hep birlikte yemek yeme, o günkü oyunları kritize etme gibi bir şey yok. Tiyatroda bittiği zaman canlı bir şekilde seyirciye hitap ederek selamlama, alkış, eksik olmasınlar ayağa kalkıp alkışlıyorlar ve biz tekrar reverans ediyoruz. Daha sonra hep birlikte grup olduğumuz için gidip bir restorana o günün oyununu kritize ediyoruz. Yüksek derecede kimyasal reaksiyonlar oluyor tiyatroda. Ben onu müşahede ettim. Başta adrenalin, laktik asit, hidrokortizon, dopamin salgılıyor. Bunlar zaten sizi biraz bitap düşürüyor, manevi bir boşalma halinde oluyorsunuz. Bir yere gidip bir kahve ve çay içiyorsunuz ancak kendinizi toparlıyorsunuz. Topluca birlikte olma arzusu ortaya çıkıyor. Ben mesela 4-5 cümlelik tiradım var, bir tane cümleyi söylemiyorum. Sanatçılar farkında ama seyirciler fark etmiyor. Ben oyun bittiği zaman niye söylemedim diye kendi kendimi yiyorum. Bunu akşam mutlaka halletmem lazım. Adım Ediz ama içimde de bir Ediz var. Beni yöneten. O diyor ki 'Bunu mutlaka halletmen lazım.' Tiyatro çok ilginç, tiyatro çok heyecan verici. Siz dediniz ki filmler iş yapıyor, kuyruklar oluyor... Tamam ama biz filmin tamamlanmış halini bilmiyoruz. Biz sadece sadece çektiğimiz sahneleri hatırlıyoruz. Montaj masasında tamamlanan film üretiliyor, arttırılıyor gönderiliyor sinemalara. İş yapar mı yapmaz mı? Onun da farkında değiliz.
Çok titiz çalıştığımız bazı filmler beklenen işi yapmıyor. Mesela sevgili Selma Güneri ile 'Son Kuşlar' diye bir film çektik 1965 yılında. Çok iyi bir sanatçıdır. Filmin sonunda birbirini seven, romantik, platonik iki gencin evlenmesini seyirci isterken, bir ağa gelip kızı alıp götürüyor. Paralı, kuvvetli, ağzında purosu olan, fötr şapkalı, bastonlu, kendinden 30 yaş büyük adam kızı alıp götürüyor. Film öyle bitiyor. 'Biz son kuşlarız' deyip ayrılıyorlar. Film her yerde ödül aldı ama çalışmadı. 'Niçin çalışmadı?' diye düşünüyorsun. Bu kadar ödül aldı ama çalışmadı. Olmuyor işte. Onun için sinemada bir kopukluk var. Tabii ben sinemacıyım esasında. Dizilerde de beğendiğim bir şey olduğu zaman çalışmıştım. Her zaman çalışmıyorum ama tiyatro öyle değil. Tiyatro canlı, tiyatroda bir tılsım var. Ben çok kontrollü bir adamım. Bir daha tiyatroda oynar mıyım, oynamaz mıyım? İlle de oynayacağım diye bir istekte bulunmam. Teklif gelirse, beğenirsem, bana uygunluğunu doğru bulursam değerlendiririm. Çalışmasam da olur ama tiyatro çekiyor insanı mıknatıs gibi. Çarşamba, perşembe, cuma, cumartesi, pazar derken 5 gün çalışıyoruz üst üste. Bayağı efor sarf ediyor insan yoruluyor. Ama diyorum ki keşke pazartesi de çalışsaydık. Çünkü hep birlikte yaşıyoruz, seyirciyle kontak halindeyiz. Anlatabildim mi bilmiyorum?"
Tabii organik temas ve adrenalin çok yüksek…
Çok yüksek. Bittikten sonra hafif manevi bir boşalma oluyor. Farklı bir şey oluyor. Bunu anlatmak, ifade etmek çok zor. Bedene ve herkese göre değişir. Sinema öyle değil. Allah'a ısmarladık - Allah'a ısmarladık, bitiyor...
"Sanat çok güzel, çok çalışmak gerekiyor"
Hayatın bir deneyim aktarım sahası olduğunu ve bunu yaşarken anlam kazandığımızı düşünürsek, siz iki üniversiteyi bitirmiş bir akademisyensiniz. Diş hekimliği, çevre bilimleri-biyoloji ve ekoloji ve oyunculuk üzerine dersler veriyorsunuz üniversitelerde. Aynı zamanda sanatçısınız, bir dönem siyasete de bulaştınız ve bunun yanısıra yazarsınız. Ediz Hun olarak hayatınızda tüm bunların içinde farklılıkları, doluluğu ve yaşanmışlığı ile size anlamlı gelen bir sıralamanız var mı?
Yapmadığım iş kalmadı. Yaradanın bir lütfudur. 1963’te bu sinema camiasına girdim ve deneyimim olmamasına rağmen hemen başrol verdiler ve onu başarmaya çalıştım. Esasen sinema sanatçısıyım ama bana deseler ki 'Hayat senin için tamamlandıktan sonra tekrar ne olmak isterdin?' Bilim adamı olmak isterdim. Bilimsel çalışmalar, laboratuvar çalışmaları beni çok cezbeder. Dünyada daha çözülememiş birçok sorun var. Mesela bu çıkan koronavirüsün aşısını hala bulamadılar. Ben zaten biyokimya okudum ve üniversitede ekoloji dersi veriyorum. Sanat çok güzel, çok çalışmak gerekiyor. Bu tiyatroda benim başarılı olup olmadığımı söylemem benim mümkün değil. Bunu takdir edecek olan seyirciler. İzleyicilerin kanaati önemli. Ben kendi kanaatimi kendi egom doğrultusunda kendimin olumlu bakışına doğru yöneltebilirim. Ben çok çalıştım. 24 saatin 7 saatini uykuyla çıkarın, geri kalan 17 saatin 2 saatini yemek vs. çıkarın 15 saatini çalışmakla geçirdim. Eşime, 'Berna beni unut, bazen çay, kek getir, ben çalışacağım beni unut.' dedim. Büyükada'da da evim var benim. Motorla adaya giderken dahi o teksti çalıştım. Çalışmayla olur. Ülkelerin kalkınması da çalışmayla olur. Tembellik geriye sardırır sonra da geriye götürür. Üniversitedeyim. Her sene bir zafiyet görüyorum. Açık söylüyorum, zayıflama var. Ailelere de söylüyorum. Çalışmazsan olmaz. Beyin alıyor onu. Beyin öyle bir organ ki Dilek hanım, belki çok konuşuyorum ama önemli konular.
Estağfurullah. Güzel konuşuyorsunuz...
Beyin ilk başta istemiyor, işine gelmiyor. 'Adam sen de! Boş ver, biz keyfimize bakalım.' diyor. Diyorum ki 'Be diyorsun? Deli misin? Bunu yapmak zorundayım, kendine gel. Bana imkan ver, bunu sağla.' Sonra dur bakayım deyip bir yerden yakalıyor, sonra geliyor gerisi.
"Norveç'te üniversiteyi ikincilikle bitirdim"
Siz Norveç’e Çevre Bilimleri ve biyoloji eğitimi almaya sinemanın tabiri caizse erotik filmleri furyası olan yıllarında her şeye ara vererek gitmişsiniz. Neden Norveç? Uzaklaşmak mı istediniz her şeyden?
Evet, 1975 yılında kızım 1 yaşındayken Norveç’e gittik. 1982’ye kadar kaldık. Açık saçık bir takım filmler maalesef mevcuttu, yapılmaktaydı. Almanya çok kalabalık. Benim lisanım Almanca. İngilizce de biliyorum ama Almancam daha iyi İngilizcemden. Onun için dedim ki sakin bir ülkeye gidelim, güzel bir tahsil yapalım. Yaradan bir şey düşünmüştür, herkese düşündüğü gibi bana da düşünecektir. Onun için kalktım gittim. Orada üniversiteyi ikinci olarak bitirdim. Bunu söylüyorum, çalışmayla oluyor bu. Ama lisede tembel bir adamdım. Lise talebeleri duymasınlar. Diyecekler ki sonra aile büyüklerine, ‘Ediz Amca da lisede tembelmiş. Anne bırak beni üniversitede kurtarırım.’ Değil, öyle değil. Ama ben hakikaten haylaz ama efendiydim.
Efendim şimdi çok yakışıklısınız. Sizin gençliğinizde de o zamanlar peşinizde kızlar, arkadaşlıklarınız olmuştur tabii...
Yok, yok. Yani böyle dolaşıyordum. Boy pos yerinde falan, büyük havalarda Beyoğlu’nda dolaşıyordum. Biraz mektebe gitmemezlik yaptık tabii ki son lisedeyken. Ama üniversitede çok yoğun çalıştım.
Devamsızlık eskiden 20 gündü, 20 günü tamamlamış mıydınız devamsızlıkta?
Çok. Geçmişte olabilir ama anneciğim felsefe öğretmeni. Çok uğraştı benim için. Sınıfta kaldım uğraştı, sonra tekrar hoca tuttu. Bunlar her annenin babanın başına geliyor. Ama yine de siz benim gibi sona bırakmayın, baştan çalışın. Bu riskli. Çok hatıralar var. Ben doğal bir adamım. Böyle doğal şeyleri konuşuyorum. Mazur görün siz de izleyen de... Bunlar böyle özel şeyler benim hayatımda.
Felsefeye meraklı mıydınız annenizden dolayı?
Çok meraklıydım. Felsefe, mantık, sosyoloji, psikoloji, biyoloji, benim en çok meraklı olduğum bilim dalları. Bir hayatım olursa başka bir bedende bilim adamı olmak beni çok mutlu eder.
"Duygular biraz köreldi dense de ben o fikirde değilim"
Size okul yıllarınızda hiç "Edison" diyen arkadaşlarınız oluyor muydu? Çok merak ettim bu isim benzerliği size lakap olarak arkadaşlarınızca söylenir miydi?
Evet tesadüf tabii. Evet şöyle söyleyeyim, 1879’da Thomas Alva Edison ampulü icat etti. Elektriği bulan Nikola Tesla biliyorsunuz. Edison ampüllerle ve aydınlatma üzerine çalışıyor. Mucit bir adam, çok icatları var. Laboratuarı ve çalışanları var. New York'un yanında New Jersey diye bir şehir vardır, daha sayfiye nizamı. Orada 1889-90'ların başında belediye başkanıyla anlaşıyor ve bir sokağı tamamen aydınlatmaya hazırlıyor. Kavak ağaçlarından direkler yapılıyor. Büyük ampuller ve ipek karbon alaşımı flamalarla elle indirilen şalterlerle sokak aydınlanıyor. Düşüp bayılanlar oluyor. Semtin ismi Menlo Park olduğu için Edison’un adı 'Menlo Park Büyücüsü' olarak kalıyor. 131 yılda geldiğimiz noktaya bakın. Bizim çekimimizi yapan küçücük kaset, sizin bu küçücük teybiniz. İnsan beyninin evrimi, erişimi arttı. 100 yıllık bir periyotta on binlerce sene odun yakmış insanoğlu farklı bir boyuta geçti. Edison’un bu başlangıçtaki gösterdiği ivmesi çok önem taşıyor. Vitascope diye bir film çekme makinesini buldu. İlk filmler, onun elle çalışan bu vitascope makinesiyle çekildi. Saniyede 25 kare geçer ve hareketi sağlar sinemada. Osmanlı'ya da geldi kameramanları ve Yıldız Parkı'nda gösteri yaptılar padişaha. Teknoloji çok gelişti. Duygular biraz köreldi dense de ben o fikirde değilim. İnsanlığın içindeki sevgi, aşk devam ediyor ama teknoloji çok farklı bir boyutta. Günümüzde 24 saatin 1-2 saati ya bilgisayarda ya telefonumuza bakmakla geçiyor. Benim kızım yurt dışında yaşıyor, geldi. Dedim ki 'Yüzünü göreceğiz sen elinde telefon bakıyorsun.', 'Bir dakika baba, bir şey yazacağım...' O bir dakika bitmiyor. Yani insanlığın çok farklı bir dönemindeyiz. Belki bir geçiş dönemi. Daha sonraki yıllarda daha bir rahatlık olacak. Ben de alıyorum elime telefonu. Ada'ya giderken vapurda hazır 45-50 dakika fırsat varken tweetler, WhatsApp'lar derken gelen mesajlara bakıyorum.
Kullanıyor musunuz sosyal medyayı?
Sosyal medya kullanmıyorum. Çünkü 3-4 tane Ediz Hun varmış Facebook'ta. Bazıları lüzumsuz laflar ediyorlarmış hanımlara. Bizim kimliğimizi vererek durduruyoruz onları. Onun için ben resmimi tek çektirmiyorum. Çünkü benim tek resmimi alıyor ve kendi resmiymiş gibi Ben Ediz Hun’um diye koyuyor. Kızlarla yanlış şeyler konuşmaya başlıyorlarmış, ben sorduğumla kalıyorum o zaman. O bakımdan tek resim çektirmiyorum. Sadece beraber resimler.
"Doğaya karşı hassasiyetimiz azaldı"
Bugün dünyanın her yerinde gün geçtikçe büyüyen çevre ve doğaya karşı hassasiyet gösteren insanlar ekolojik yaşamı çoğaltmak, geri dönüşüm sağlamak adına harekete geçiyor. Bu konularda doğaya karşı ne kadar hassas ve başarılıyız sizce? Yani doğadan aldığımızı iade edebiliyor muyuz doğaya?
Valla doğaya karşı hassasiyetimiz azaldı. Ben esasında her ne kadar Ekrem İmamoğlu 16 milyonda kalsa da İstanbul’un 20 milyonu aştığından hiç şüphe etmiyorum, biliyorum. Aynı zamanda trenle, gemiyle, uçakla, arabayla 2,5 milyon giriş çıkış var İstanbul’a. Onları da sayarsak 22-23 milyon. Esasında Türkiye’de bazı şeyler telaffuz edilmiyor. Şimdi konuşacaklarım çok önemli. Megalopolis diye bir kavram vardır. Çok büyük, büyük bir megakent. Bu megalopolis, bizim İstanbul merkez olmak suretiyle doğuda Adapazarı’nı, batıda Tekirdağ’ı, güneyde Yalova hatta Bursa’yı içine alan büyük bir bölge. Bu bölgede 26,5 milyon insan yaşıyor. Ekrem Beye söylüyorum 16 milyon diyor. 16’yı çoktan geçtik, 4-5 sene oldu. Tetkik edin lütfen. Böyle bir Megalopolis’in kalbindeyiz. Dünyanın en büyük Megalopolis’i Hindistan Ganj Nehri'nde 205 milyon insan yaşıyor. Avrupa'da ise İrlanda’da Dublin’den Londra’ya oradan Paris, Milano’ya kadar 'Blue Banana' diyorlar. Şimdi böyle bir yerde beton yığınları yükseldi İstanbul’da. Bakın Norveç’te yaşadım, orada bir ev yaptıracaksınız, komşunuzun güneş hakkını alamazsınız. Eğer güneşe karşıysa onun önüne devasa bir şey dikemezsiniz. Güneş hakkı çok önemlidir. 150 senelik çınarları kesiyorlar bir anda. İçim gidiyor. Binalara hiç bakmıyorum bile. Değeri yok hiç benim için, yapanların da değeri yok. Kim isterse bana kızsın. 'Yaş kesen baş keser' derler. İnsaf yahu. Siz zannediyor musunuz sadece insanlar canlı? Bitkiler canlı değil mi? Bitkiler meyve veriyor sadece zannediyorsunuz. Öyle mi? Değil. Bitkiler size meyve vermekle birlikte oksijen sağlıyor. Niçin kar yağmıyor İstanbul’a? İklimleri kim değiştirdi? Biz değiştirdik. İşine gelen beni beğenir, işine gelmeyen beni beğenmez. Ben mesajımı vermekle yükümlüyüm. Çünkü ben bilimini yaptım bu işin.
Evet...
Benim babam ve annem 1950'li yıllarda buraya, Suadiye’ye sayfiyeye geliyorlardı. Ben Göztepe’de oturuyorum, her taraf beton yığını, güneşi göremiyoruz neredeyse. Kim müsaade etti bunlara? Siz para kazanacaksınız diye çevreyi mahvetmeye hakkınız yok.
"Oyun gücümün de olduğunu göstermek için tiyatroyu kabul ettim"
Siz bir söyleşinizde "Başrol hep iyi karakterleri oynar." demişsiniz. Sizin de rolleriniz izleyiciye hep iyi ve yakışıklı karakterler olarak yansıdı. Bu Türkiye için mi geçerli? Mesela dünyada böyle bir tanım yok sanırım başrol iyi karakteri oynayacak diye? Misal "Joker" filminin başrolü Joaquin Phoenix Oscar aldı. Sempatik bir karakter olduğunu söyleyemeyiz. Ya da yıllar önce Antony Hopkins "Kuzuların Sessizliği"nde bir caniyi oynamıştı...
Tabii canım Antony Hopkins 37 doğumludur, benden 4 yaş büyüktür, çok iyi bir sanatçı tabiatıyla. Şimdi öyle bir şey bizde de yok artık. İyi sanatkar bizim için önemlidir. İşte ben onun için tiyatro yapıyorum. 'Ediz hep böyle jön-mön oldu' dendi. Oyun gücümün de olduğunu göstermek için tiyatroyu kabul ettim. Gerçek budur. Alacağım ücret umrumda değil. Söyledim zaten bana hiçbir şey vermeseniz de olur. Ben bunu başaracağım, bunun dönüşü yok. Çok şükür Yaradana, bana kuvveti verdi ve başardım.
O zaman sizin fikriniz değil miydi bu başrolün iyi karakteri oynaması? Size gelen başrol karakterler mi öyle oldu?
Başrollere bütün dünyada baktığımızda çok nadirdir, yüz film çekiliyorsa bir tanesi çarpık, sapık bir başrol olur. İyi insanlar da vardır, kötü insanlar da vardır. Hayatta da öyledir. Bakıyoruz yolda gidiyoruz herkes iyi gibi gözükür ama içlerinde kötü insanlar da var. Kötülük var, düşmanlık var. Zaten öyle olmasa harpler, olumsuzluklar cereyan etmez. Belirli çalışmalardan sonra mecmualar vasıtasıyla sinemaya girmiş insanlar olarak bizi daima iyi rollerde oynattılar. Bir de tabii yüzünüz çok önemli. Siz ne kadar başarılı sanatçı olsanız da yüzünüz kötü adama uygun değilse seyirci sizi o rolde görmek istemeyebilir. İş yapmaz. Amerikan sinemasına da baktığımız da Brad Pitt, George Clooney, Antony Hopkins ayrı bir kulvar, Tom Hanks ayrı bir kulvar. Birçokları var bunları saymakla bitmez ama umumiyetle tipe göre rol verilmesi lazım.
"Çağan Irmak benim için önemli bir yönetmen"
Sizin sinemaya başlama döneminiz Yeşilçam dönemi. Şimdi yeni sinemacılar, değişimler var. Nasıl değerlendiriyorsunuz Yeşilçam ve yeni dönem sinemasını?
Yeni dönem sinemasında birçoklarını tanımıyorum, beni bağışlasınlar. Tam manasıyla izleme vaktim olamıyor. Ama Çağan Irmak benim için önemli bir yönetmen. Belki yeni dönemde biraz geride kaldı daha yeniler de çıktı arada. Ama o daha bütünüyle ruhuyla, benliğiyle senaryoya sarılıyor, yaşıyor onu. O bakımdan çok kıymetli yönetmenler, kıymetli sanatçılar var. Ben oyuncu kelimesini pek kullanmak istemiyorum. Mesela artist demek, 'art' yani İngilizce de 'sanat' demektir ve art-ist sanatı icra eden demektir. Hanım da olabilir. Aktör, aktrist onlar ayrı, yani o 'act'ı, o hareketi tanzim eder. Ama Hollywood’da büyük artist derler. Ben de sanatçı diyorum. Mesela kimse alınmasın voleybolcu, basketbolcu, futbolcu, bunlar oyuncu, oyun oynuyorlar. Ama biz oyun oynamıyoruz, biz gözümüzü yaşartıyoruz, hisleniyoruz, seviyoruz, sevgimizi aktarıyoruz. Bir ressamın tuvalde duygularını, düşüncelerini aktarabilmesi yahut bir müzisyenin piyanoda, kemanda, viyolonselde kendisini gösterebilmesi gibi. Sinema da, tiyatro da sanat. 'Tiyatro sanatçısı' demek gerek. Kendimize göre o işi meydana getirme gücü var. Ben hemen bir dakika sürmez gözümü yaşartabilirim, diyaloglar, monologlarla o göz dolar. Kolay bir iş değil, bu tecrübe tabii. Zaman içinde yaşadığımız olaylar, özgüven, biraz da teknik ama o bir sanat icra etmektir.
En çok hangi filmde ağladınız?
Ağlamak değil, erkeklerde tabii büyük trajediler içinde, çocuğunu kaybetmesi falan tabii olur da. Erkekte gözün dolması, kızarması olur.
Erkekler ağlamaz mı dersiniz?
Ağlar, ağlamaz olur mu? İnsanların hepsi ağlar ama kadınların duyguları daha çok ortaya çıkıyor sinemada, tiyatroda. Ben hayatımda 'visine' ya da soğan hiç kullanmadım. 'Bir dakika' derim foto direktörü arkadaşımıza, yönetmene. Sonra gelirim 'Hazırım' derim kamera karşısında oynarım. Bizim yaptığımız oyun değil. Oyun olsaydı bu kadar seyirci kitlesini muhafaza edemezdik. Bir sanat icra etmiş olmalıyız ki bu kadar bizi bağrına basıyor. Beni de, Türkan’ı da (Şoray), Cüneyt’i de (Arkın), Ayhan’ı da (Işık)... Kim varsa, büyük bir sevgiyle bağrına basıyor Türk Milleti. Ben Türk Milletine şükranlarımı ifade ediyorum. Büyük bir sevgiyle bizi kabul ediyorlar. Hatalarımız olsa bile onları görmezden geliyorlar. Biz sinema sanatçılarının velinimeti izleyicidir, millettir. O yüzden hiçbir resim çektirmek isteyeni geri çevirmem. Çok yorgun, üzüntülü, ağrım da olsa kimseyi kırmam. Hatta Antalya’daydım, bir genç kız geldi kalabalık içinden. Bana orkide getirmiş, 'Yavrucuğum çok teşekkür ederim, ben bunu taşıyamam. Yarın sabah bavulum var, uçakla gidiyorum. Bunu sen rica etsem evinde muhafaza et benim adıma.' dedim, verdim geriye. Kız da alındı galiba, sonra da göremedim kızı. İçimde üzüntü oldu. 'Keşke kabul etseydin orkideyi, yanlış yaptın.' dedim kendime. İçimde başka bir Ediz var ya o beni devamlı ikaz ediyor, 'Yanlış yaptın' dedi. Üzüntü hala duyarım. Kızcağız almış, gelmiş. 'Çok teşekkür ederim de, al kardeşim. Kaldığın otelin lobisine 'Alın buraya koyun' deseydin. Ama onu mutlu etmiş olacaktım. Hatalıyım.
Doğal davranmış ve aslında gerçekçi düşünmüşsünüz o an nasıl taşıyacağınıza dair…
Ama o an kızcağızın psikolojisini bozdum. O onu almış gelmiş bana verecek, ondan mutluluk duyacak ben onu almadım. Bunlar yanlış. Bazı davranışlarda insan hata yapabiliyor. Ama iş işten geçmiş oluyor tabii.
Belki bu röportaj aracılığıyla üzüntünüz kendisine ulaşır…
Kısmet artık bilmiyorum ama dediğim gibi kimseyi kırmamak lazım. Hayatın felsefesi de bu zaten. Daima sevmek lazım. Sevilmek sevmekten daha önemli. Sevilmek çok önemli bir şey. Ben bunu çok hissediyorum çok şükür. Ben bundan dolayı da herkesi şefkatle seviyorum. Put gibi durmam, omzundan tutarım, belinden tutarım güzel resimler çektiririm.
"Eşime şükran borcum var"
Kıskançlık yaşıyor musunuz?
Ufak tefek oluyor, bazen oluyor. Ne yapalım? Resim çekerken öyle dümdüz durulmaz ki... Ya omzuna elini atacaksın. O da laubali gibi geliyor. Şöyle belinden tutuyorsun, 'Niçin tutuyorsun?’ diyor bana.
Bir jön olarak evlilik kararı almak zor olmadı mı?
Yok olmadı. Bütün hayatım boyunca çok yardımcı olmuştur eşim. Ona şükran borcum var. Ona da aynı izleyenler gibi milletimizin, halkımızın gösterdiği sevgiye olduğu gibi teşekkür etmek, şükranlarımız ve minnet hislerimizi ifade etmek de eşdeğer. Berna'ya da öyle. Gerek burada gerek Norveç’te çok yardımcı oldu. O olmasaydı herhalde başarılı olamazdım. O ayrı bir şey. Bir duygu var, kadınlık duygusu, erkeklik duygusu. Benim karıma da şimdi birisi belinden sarılsa ben de rahatsız olurum, haklı. Hanım benim mesela tanınmış biri olsa adamın birisi gelse belinden sarılsa ‘Ne sarılıyorsun kardeşim?’ falan diyebilirim. O ayrı bir şey.
Doğal tepkiler…
Doğal, normal, güzel tepkiler bunlar. Tepki göstermezse tehlikeli. O zaman seni sevmiyor yahut 'Boşver ne yapıyorsa yapsın' diyor demektir.
Sizce sinema sektörü gençlere ve sizin döneminizdeki sanatçılara destek sağlıyor mu?
Destek derken?
Yani sinema sektörü ve sendikalar, sektöre yeni giren insanlarla birlikte sizin döneminizdeki insanlara da destek veriyor mu? Yani güven duygusu var mı sinema sektöründe?
Veriyor mu? Herhalde veremiyor. Vermiyor demeyelim de veremiyor. 1968 ya da 69 olabilir, Hülya ile Roma’da "Kezban Roma"da filmini çekiyoruz. Roma’da Aşk Çeşmesi var Fontana di Trevi, onun yanında çalışıyoruz. Üniformalı kıyafetler, çeşmenin yanında ikimizi uyurken rüyasında görüyor. Akşam 17.00’ye doğru güneşli bir hava. 'Stop!' dediler. Giovanni diye bir foto direktörü vardı, tatlı da bir oğlandı İtalyan. ‘Finito.’ dedi. 'Yapma, etme' dedik. ‘Yok sendika 17.00’ye kadar çalışıyor. Devam etmek istiyorsanız başka bir ekip gelecek.' dedi. Nisan ayı falandı, yarım saat 40 dakika bekledik -güneş gitmesin devamı var sahnenin- neyse geldiler, devam ettik. Burada düzen o kadar ilerlemiş değil. Halbuki insan hakları diye bir şey var. Çalışma zamanı var. Kolay iş değil, çok zor meslek. Bizde o düzen yok. Bir film çekersiniz çok iş yapar, bir dizide oynarsınız çok beğenilir. Sonra evde oturup telefon bekleyeceksiniz. Telefon gelecek mi? Gelmeyecek mi? Gelmeyebilir. İstikrarlı, düzenli değil. Bizim zamanımızda bize bahşedilen şans şimdikilerde çok zor elde edilebilir. O kadar çok insan var ki... Bizim zamanımızda o kadar insan yoktu. 3-4 tane hanım, 3-4 tane de bey vardı. Bizden önce de Ayhan (Işık) vardı, Orhan (Günşıray) vardı. Ama hep sayılı yani. Erkekleri de kızları da saysan 7-8 tane. Şimdi 70 tane erkek ve 70 tane kız var en azından bu işi en iyi şekilde başarabilecek. Bir de kim daha hesaplı? Kim daha uygun şartlarda çalışıyorsa, kim daha sessiz, arzularını, isteklerini belli etmemeye çalışıyorsa onu tercih ediyorlar. Mesela şöyle söyleyeyim izleyici de öğrenebilir. Humphrey Bogart diye bir aktör var. 50 yaşında vefat etti 1958 yılında.
Evet, Casablanca’dan biliyorum.
Casablanca, bravo. Karısı da Lauren Bacall diye hoş bir kadındı. Daima Humphrey Bogart’ın filmlerinden yüzde 3 telif hakkı, belli bir gösterim ücreti alıyordu. Lauren Bacall aşağı yukarı birkaç sene önce vefat etti 90 küsur yaşında. O yaşına kadar hep Humphrey Bogart’ın o anlaşmasından kaynaklanan o yüzde 3 ile yaşadı mutlu bir şekilde. Burada bir aktör, aktris benden sonra bu filmden, bu diziden sonraki haklarımı yüzde 2 ya da yüzde 1 talep ediyorum dese kimse çalışmaz. ‘Sistem böyle, işine gelirse. Ahmet olmazsa Mehmet, Mehmet olmazsa Hasan.' diyorlar.
"Ömercik'i defnettik, oturduğu yeri gösterdiler, bodrum katında oturuyordu çocuk"
Yani Sendikalar da bu konuda çok yardımcı olamıyor anladığım kadarıyla. Destekleri sendikalar devletten değil, peki kimden alıyorlar?
Hiç olmuyor. Müzik icra edenlerde var böyle bir dayanışma ama bizde telif hakları filan yok. Zaten ben eğer eski çevirdiğim bir filmden hak alacaksam, yalnız ben değil orada çalışanların hepsinin alması lazım. Sette çalışanların da ışıkta çalışanın da kameranın da foto direktörünün de yönetmenin de alması lazım. Niçin yalnız ben? Olur mu öyle saçma şey? Hepsine vermeleri lazım, onun için zaten işin içinden çıkamıyorlar. Yoksa Ediz o zaman zaten yüksek fiyatla çalıştı diğerlerine nazaran. Esasında Ediz’e ve Ediz gibi olanlara vermeyin. Çalışanlara, emek sarf edenlere verin. Esas onların ihtiyacı var. Bugün yaşı 70’ini geçmiş çok zor durumda aktör ve sette çalışanlar var görüyorum şurada burada. ‘Nasılsın ağabey?’ diye geliyorlar. Çok üzülüyorum onların haline. Neler yapılabilir ki?
Ne kadar alçakgönüllüsünüz.
Ama yok gerçekleri konuşuyoruz, gerçek bu. Böyle bir geliri olabilir, sigortadan falan aylık ama devlet şunlara 2+1 daire verse 25 kişiyi geçmez zaten kalanlar. Gerisi hepsi gitti. Onlardan 1500-2 bin lira kira alsalar kötü mü yaparlar? Devlet için 24 tane daire nedir yani? Solda 0.001 harcamadır bu sizin için. Verin şu insanlara. 70 yaşını geçmiş, kimisinin karısı kimisinin kocası ölmüş, çocukları zor durumda. Ömercik’i (Ömer Dönmez) defnettik. Camiden sonra bana oturduğu yeri gösterdiler. Bodrum katında oturuyordu çocuk. Olmaz yani. Bunlar hizmet etmiş, Türk toplumuna güzellikler aşılamış insanlar. Ben burada ahkam kesmiyorum. Kendim için istiyorsam namerdim. Bu insanlara 2+1 daire verin, adam kiraya versin en azından oradan devamlı bir geliri olsun. Ben çok dile getirdim. Ama buradan giriyor, buradan çıkıyor.
"İnsanın insana, insanın diğer canlılara, bir bitkiye dahi saygı göstermesi lazım"
Ekranlar ya da beyaz perde için yeni bir projeniz var mı?
Yok, bazı şeyler geliyor bakıyorum. Umumiyetle de 'Oynayamayacağım.' diyorum. O tarz şeyler.
O zaman sevenleriniz sadece tiyatroda izleyecek şimdilik sizi.
Şimdilik öyle olacak evet. Sevmeyenler de hiç izlemezler, onlara da benim saygım var. Herkes birilerini sevmek, beğenmek mecburiyetinde değil. Herkesin zevkine saygı duyarım. Sevmeyebiliriz birbirimizi ama saygıyı ihmal etmeyelim. İnsanın insana, insanın diğer canlılara, bir bitkiye dahi saygı göstermesi lazım. Avrupa’da sokak ağaçlarının hepsinde plaka vardır. Bir tanesini kesemezsiniz. Tapunuzda daima bahçenizde bulunan ağaçların isimleri yazıyor. Ben bunu 20 yıldır söylüyorum. Nerede? Sadece veriyorsun tapuyu. Maliki Ediz Hun, aşağısı boş duruyor. Yazsana altına hangi ağaçlar var? Bir tanesini kesemezsin. Öyle oturtmuşlar düzeni.
İstanbul, AA