Teze Câmi’nin yarım minaresine halkın ‘Canavar Borusu’ dediği bir aygıt konulmuştu…
Adnan IŞIK
(malatyahaber.com Arşivinden)
Çocuktum. “On bir ayın sultanı geliyor” derlerdi. Rahmetli anamın adı da “Sultan” olduğu için bu cümleyi tam anlamıyla kavrayamaz, “Anam bir yere mi gitmiş? Gitmişse beni niye götürmemiş” diye üzülürdüm.
Ama komşular, akrabalar, sokaklardaki insanlar, ramazan yaklaşırken, o kadar çok “On bir ayın sultanı geliyor” derlerdi ki, herhalde “Sultan” kelimesinin çok anılmasından olacak, bu kez de bu cümleden kendime bir pay çıkarır, sevinirdim.
∞
Ramazanda özellikle Leyle-i kadr günü (Ramazanın 27. gecesi) küçük çocuklara oruç tutturulurdu. Ablası, abisi olan o küçük çocukları, ablaları ve abileri omuzlarında gezdirirdi. “Zıbın” larının ceplerine iftar için şeker, leblebi, üzüm konur, “Su içecem, yemek yiyecem” diyerek huysuzluk eden küçükler, uyusun diye yatırılır, başlarında âdeta nöbet tutulurdu.
Benim abim, ablam olmadığı için, gezdiren de olmazdı, üzülürdüm.
∞
Bizim mahalle, yani “Küçük Mustafa Paşa Mahallesi” doğuda, o zamanlar Gazhâne dediğimiz binadan başlardı. Gazhâne; bugünkü Özden sokakla Mücelli caddesinin kesiştiği yerde, sağda idi. Bu bina 1935, belki de daha önceleri, 62. Alayın “Topçu Bölüğü” imiş. Yıkılmaya yüz tutmuş, tek katlı bu kerpiç yapı, top arabalarını ve bu arabaları çeken katırları barındıramaz duruma düşünce, bugünkü Orduevi’nin yerinde bulunan kışlaya taşınmış.
Büyüklerimiz böyle anlatırlardı.
∞
Yaşımız on biri, on ikiyi bulunca ara sıra kendi rızamızla oruç tutardık. O günlerde iftar, ezân sesi ile açılırdı. Bizim mahalleye en yakın câmiler; Paşa Câmisi, Aslanbey Câmisi ve Tahtalı Minare Câmisi idi.
Câmilerde ezân, bugünkü gibi operlör ile okunmadığı için, o ki, ezân sesini ya duyardık ya da duymazdık.
Belki de şikâyetler oldu. Bunun üzerine, yukarıda sözünü ettiğim Gazhâne’de, bizden yana tarafta top atışı yapılmaya başlandı. Sanırım, bu top atışları, şimdiki “Atatürk Evi”nin yanında, Ticaret Lisesi’nin bulunduğu yerde ve yine bugünkü İşbankası’nın bulunduğu yerde, o zamanlar “Deveci Bağı” denilen bahçede de yapılırdı.
Top atılmaya yakın, mahallemizin küçük çocukları, elimizde su şişesi, ekmek, peynir, domates, topun yanına gider, top atılınca “Bismillah…” ile suyumuzu içer, peynir, ekmek ve “o günlerin kıpkırmızı sulu domatesini” yemeye başlar, koşa koşa eve gelir, sininin başına bağdaş kurardık.
∞
Sahura kalkmak için saâtlar kurulurdu. ”Teze Câmi”nin yarım minaresine halkın “Canavar Borusu” dediği bir aygıt konulmuştu. Sahurda bu “Canavar Borusu” da öterdi. Ayrıca, mahalle mahalle dolaşan davulcular vardı.
Tüm bunlara rağmen, saât kurmayı unutanlar, davulun, “Canavar Borusu”nun sesine uyanamayanlar olurdu. Bunların sızlanmaya, şikâyet etmeye hakları yoktu.
“Ya sabır!…” deyip “Gönül Hoşluğu”yla akşam ezânını bekleyeceklerdi.
∞
Bizim mahallenin çoğunluğu, teravih namazını “Paşa Câmisi”nde kılardı. “Gebeş Sokağı”nda oturanlar ise, “Tahtalı Minare” ve “Aslanbey Câmisi”ne giderlerdi.
Ya ezân sesinin iyi duyulmamasından, ya da mahallemizdeki yaşlıların ve sakatların; Topal Musto (Mustafa Topal), Topal Hacı (Hacı Aracı), Topal Ağa (Bekir Van) ve Menco Dayı’nın teravih nâmazı için câmiye gitmekte sıkıntı yaşamalarından olacak, 1945 ramazanının başlamasına üç dört gün kala, otuz kırk mahalle sakini, bizim evin (şimdi Işık Apartmanı) karşısındaki “Aslanlı Çeşme”de toplanarak, o senenin teravih namâzını yine bizim evin karşısındaki Şiroluların kaysı bahçesinde kılmaya karar verdiler.
İmam da rahmetli babam olacaktı. Piyango bize vurdu. Çocuklara. Şimdi Malatya (Turan Emeksiz) ve Cumhuriyet Liselerinin avlusu olan bahçede, şöyle voleybol sahasından daha büyük bir kısmı temizleyecektik.
Büyük bir hevesle işe başladık. Önce taşlar toplandı. Bizim “Tandır örtmesi”nin üstündeki loğ aşağıya indirildi. Taşlardan temizlenen kısım, hafif sulanarak loğlandı.
Büyükler, evlerinden seccâdelerini getirdiler. Biz çocuklar için de en arkada boy boy hasırlar serildi. Büyükler ne yapıyorsa onu yaparak yatıp kalkıyorduk. Böylece 1945 senesinin otuz teravih namâzı, rahmetli babamın imamlığıyla ve biz küçüklerin de çeşitli yaramazlıkları, komiklikleri ve kıkırdamalarıyla neşe içinde sona erdi.
Babamın adı nüfusta Ahmet diye kayıtlıydı. Ama herkes ona “Hacı Dayı”, “Hacı Efendi” diye hitap ederlerdi.
Son gecenin yâtsı namâzından sonra cemaât, yaş durumlarına göre babama “Hacı Dayı, Hacı Efendi, ağzına sağlık, Allah senden razı olsun” dediler.
Babam da onlara “Allah da sizden razı olsun” dedi.
∞
Malatya’da bahar kimseye danışmadan gelir, sessizce. Önce toprağı kucaklar, sever, okşar. Uykusundan uyanan toprak, karnında sakladığı ne kadar canlı varsa, yeryüzüne yollar.
Akrep, yılan, solucan, danaburnu, yağmur böceği; deliklerinden başlarını çıkarır, daha sonra “Sen bir yana, ben bir yana” havalarında piyasa yaparlar.
Bunların en çok barındıkları yer, Mücelli Mezârlığı’dır. Mücelli Mezârlığı; bugünkü adlarıyla tarif edeyim. İsmet Paşa, Hasan Bey, Emeksiz ve Cengiz Topel caddelerinin buluştuğu kavşakta, Cengiz Topel’e dönünce başlar, Mücelli Sağlık Ocağı’na kadar sağlı sollu devam ederdi. Görkem Sokak‘daki Atatürk İlkokulu’nun yeri de mezârlık idi. Bu mezârlığın ilginç hikâyeleri var.
Rahmetli anamdan öğrendiğime göre, babasının mezârı burada imiş. Yine büyüklerimizden ve anı kitaplarından öğreniyoruz ki, İsmet Paşa’nın (İnönü) babası Hacı Reşit beyin ve 2 yaşında vefat eden oğlu İzzet’in ilk mezârı da Mücelli Mezârlığı’nda imiş.
Hacı Reşit Bey, kendi ailesini ve İsmet Paşa’nın ailesini 1920 yılının temmuz ayında İstanbul’dan vapurla yola çıkarak, Samsun, Sivas üzerinden karayoluyla Malatya’ya getirmiş. Yolculuk 40 gün sürmüş.(1)
Gerisini aynı kitaptan okuyalım: “Artık Tevfik beyin (2) evine sığamıyorlardı. Reşit Efendi şehirde büyük güzel bir ev kiraladı. Bütün amacı ailesini rahat ettirebilmekti.”(3)
Yine aynı kitaptan devam edelim. “Ama, zavallı ihtiyar adama yeni eve taşındıklarını görmek kısmet olmadı.(…) Malatya’ya geldikten tam 40 gün sonra, Hacı Reşit Efendi 29 Eylül 1920 Çarşamba gecesi hayata gözlerini yumdu. Oğlundan çok beklediği zafer müjdesini alamamıştı. Mevhibe kayınpederinin Anadolu’ya geçmeyi ne çok istediğini hatırladı. Sanki baba toprağına onu ölüm çekmişti. Artık bu gurbet ellerde çoluk çocuk erkeksiz kalmışlardı.
Malatya’daki mezârlık, yüksek bir tepe üzerindeydi. Yukarıya çıkınca bütün şehir ayak altında görünürdü. Hacı Reşit beyi oraya gömdüler.” (4)
Bu konuyla ilgili benim de söyleyeceklerim var. Abdülkadir hocadan (Arat) dinlemiştim. Onun anlattığına göre Hacı Reşit Bey, Mücelli’de Banazılı Sokağın sağ köşesindeki konağı kiralamıştı. Orada öldü. Mücelli Mezârlığı’na gömdüler. Mücelli Mezârlığı, Vali Nevzat (Tandoğan) döneminde iptal edilmiş ve Hacı Reşit bey ile torunu İzzet’in mezârı, askeri törenle Sancakdar Mezârlığı’na nakledilmiştir.(5)
Her şeye rağmen şurasını da söyleyeyim ki, bu konu tartışmaya açıktır. O günler hakkında bize doğru bilgileri verecek insanlar göçüp gittiler. Belgeye ihtiyacımız var, bekleyelim.
∞
Malatya’nın baharı derken, Mücelli Mezârlığı derken, Adnan Işık’ın dedesi, İsmet Paşa’nın babası derken, çocukluk günlerimizden uzak kaldık. Anılarımız var. Neredeyse onları unutacak idik. Eyvah ki, eyvah…
Başlayalım anılara. Bu mezârlıkta çok akrep olurdu. Biz çocuklar, börtü böcekle haşır neşir bir nesiliz. Akrep yuvalarını şeklinden bilirdik. Akrebi dışarı çıkarmak için yuvaya su dökmek lazım. Mezârlıkta suyu nereden bulacağız. Akrep yuvasının başına çömelir, yuvanın içine işer ve üç beş çocuk makam ile şu dörtlüğü söylerdik:
“İbo, ibo çık ki sana kâğıt, tütün vereyim,
İnek geldi emesin,
Eşek geldi binesin,
Keloğlan’a gömesin.”
İşekden rahatsız olan akrep dışarı çıkınca, bir sopa ile sırtına bastırır ve ince bir ipi boynuna geçirir, kibrit yakarak akrebin intiharını neşe içinde seyrederdik.
Zaten bu fasıldan sonra da Coşkun sporlu futbolcular, mezârlığa gelmiş olurlardı. Başlarında rahmetli Zihni Efe. Rengini anımsamıyorum, formaları var, konçları, çorapları, tekmelikleri, futbol ayakkabıları var. Futbol topları bile var. Ama futbol oynamak için temiz ve düzgün bir saha yok.
Zihni Efe “Haydi çocuklar, şu sahayı temizleyin, size topu vereceğim, oynayacaksınız” derdi. En az yarım saat, sekiz on çocuk, irili ufaklı taşları toplar, kenarlara yığardık. Kan ter içinde kaldığımız bu çalışmanın ödülü de birer defa topa vurmaktı. Sıra ile topu birimize verir, topu alan da sağ ise sağ ayağı ile, solak ise sol ayağı ile topa vururdu. Topu en yükseğe kim dikerse, Zihni Efe ona “Aferin küçük…” der, topladığımız taşların üzerinde oturan oyuncular da bizi alkışlardı.
Çocukluk işte. Her hafta mezârlığa gider, çaput toptan başka bir şeyimiz olmadığından, futbol topuna bir kez vurmak için Coşkun sporlu futbolcuların gelmesini beklerdik.
∞
Ramazan yaz mevsimine rastlarsa, teravih namâzından sonra kahveler tıklım tıklım dolardı. Bugünkü Soykan Parkı’na bizim çocukluğumuzda “Millet Bahçesi” denirdi. Bu bahçenin meydana bakan sol köşesinde “Taş Mağaza” vardı. “Hacı Azmi Dayı”nın kuyumcu mağazası. (Fotoğrafta Teze Cami’nin önündeki alan Millet Bahçesi ve sağdaki tek katlı yapı Taş Mağaza)
“Taş Mağaza” diye şöhret bulmuştu. Taş Mağaza’nın “Teze Câmi” ye bakan arka yüzünde de bir kahve vardı. Yaz, kış çalışan bir kahve. Kahveyi “Piligoğlu İsmail Dayı” çalıştırırdı. Terâvih namâzından sonra “Millet Bahçesi” nde tombala oynatılırdı. İkramiyesi de bir “toğhlu”.
Bu toğhlu, tombala için müşteri çeksin diye, gündüzleri öğleden sonra, bahçenin ortasındaki bir ağaca bağlanır, bir nevi reklâm yapılırdı.
Piligoğlu İsmail dayı ile babam iyi konuşurlardı, ahbâp idiler. Yaz tatillerinden birinde, babam İsmail dayı ile konuşmuş. Ben kahvede garsonluk edeceğim.
Bir sabah işe başladım. Hem kışlık kısma, hem bahçede oturanlara, ayrıca İplik Pazarı’na, Tüccar Pazarı’na ve Temelli Pasajı’na, tepsi tepsi çay, kahve taşıyorum. Ücret de fena değil. Günde bir lira.
İşe başladığımın ikinci günü, bir de ne göreyim? Sevdiğim kız, bir arkadaşıyla Temelli Pasajı tarafından geliyor. Beni garson kıyafetimle görürse beş paralık olacağım. Canımı kışlık kısma zor attım. Beyaz önlüğü çıkardım, çok yorulmuş da “hastalanmış ayakları”ndayım.
Çaktırmadan, pırrr eve. Rahmetli anam oy’unu benden yana kullandı. Sopayı yemeden, babamla sulh olduk.
İki gün sonra, bir akşam, babam eve gelince bana beş lira verdi. Kahvenin sahibi İsmail dayı göndermiş. Emeğimi üç lira fazlasıyla ödüyor. Günümüz iş adamlarına duyurulur.
∞
1947 yazı. Okullar tatil olmuş. Bir sabah babam işe giderken, dış kapının ağzında anamla yavaş sesle konuşuyorlar. Ben biraz uzaktayım ama işitiyorum. Babam “Sultan, bu oğlan akıl baliğ oldu mu acaba? Oruç tutsa mı, sen ne dersin?”
Anam bir şey demedi, güldü. Ama benim oruç tutmama karar verilmiş ki, o gece sahurda beni de kaldırdılar. Ve bu sahura kaldırmalar, sahura kalkmalar, önemli imtihanlar, hastalıklar ve ameliyatların dışında yıllarca devam etti. Biz de böylece yaşlandık. Her şey uzaklarda kaldı.
Ah o ramazan akşamları. Bereket, cömertlik, kardeşlik sevgisiyle dolu Şehr-i Ramazan. Ellerinde ekmek, ağır adımlarla yürüyen solgun benizli ihtiyarlar, orta yaşlılar, onlara saygılarından, önlerine geçmemek için sessiz adımlarla onları takip eden mahallemin gençleri, “Çıkartmalı Evler”in pencerelerinde perde aralıklarından sokağı seyreden genç kızlar, iftar yemeğinin telaşındaki analarımız, elleri öpülesice analarımız…
Çok uzaklarda kaysı bahçeleri, kaysı bahçeleri, kaysı bahçeleri, kavaklar, ceviz ağaçları ve YEŞİL MALATYA…..?????
***
Adnan IŞIK'ın malatyahaber.com'da yayınlanan tüm yazıları için aşağıdaki linki tıklayınız:
______
- Gülsün Bilgehan. Bilgi yayınevi. Syf.69
- İsmet İnönü’nün amcasının oğlu.
- Gülsün Bilgehan. Bilgi yayınevi. Syf.70
- Gülsün Bilgehan. Bilgi yayınevi. Syf.70
- Abdülkadir Arat (Öğretmen, İlkokul Müdürü)
ARŞİV FOTOĞRAF: Malatya, 1940’ların sonu