Av.Selami YÜCEL
selamiyucel@hotmail.com
Yazı sırasına göre, Malatya’da meyvecilik hakkında bir yazı yazmayı düşünüyor ve hazırlıklarımı ona göre yapıyordum; ancak; yeğenim Tuncay’ın yüksek tansiyona bağlı beyin kanaması nedeniyle önce komaya girmesi, sonra da genç yaşta vefat etmesi, birkaç gün sonra da rahmetli kız kardeşimin beyi Burhan Sesli’nin rahmete kavuşması, cenaze ve taziye adetlerimizin kısa zaman dilimi içerisinde çok hızlı değişikliğe uğraması, Malatya’da bu konuya yeterince yer verilmemesi ve anlatılmamasından dolayı önceliği bu geleneğimize ayırdım. Cenaze töreni dinsel nitelikte olduğu gibi geleneksel niteliktedir de. Diğer yazılarımda olduğu gibi bazen özele de ineceğim.
ACI BİR ÖLÜM; YEĞENİM TUNCAY KARAMAN
Ben 1977 yılından beri Malatya dışında çalışmış, gurbetçi bir avukatım. 1975-1977 yıllarında Malatya Hazine avukatlığı görevinde bulunduktan sonra pıııır diye uçarak Batman TPAO Bölge müdürlüğüne konduk. Orada 1997 yılına kadar çeşitli görevlerde bulundum. Çocuklarım orada doğdu. 1997 yılında TPAO Hukuk Müşaviri iken emekliliğimi istedim ve Ankara’ya taşındım. 1997 yılından beri de Ankara’da serbest avukat olarak çalışmakta ve mücadele etmekteyim. Benim için Malatya bir koku, bir renk, bir güzellik, bir dost, bir özlem, bir sevgidir. Annemin sağ olduğu zamanlarda baba evinde kalırdık. Daha sonraları şeker ablamlarda yani Nevzat abilerde kalırım. Ablam çok candan, çok fedakâr, çok çalışkan, çok bilgili, çok kültürlü ve sevecen bir insandır. Malatya’ya geldiğim zamanlarda şeker ablamın çocuklarından en büyüğü Olcay’dan başlamak üzere Malatya’yı yeğenlerimle yaşardım. İkinci arkadaşım rahmetli Tuncay, üçüncü arkadaşım Okan, dördüncü arkadaşım da Özlem'di. Mezar ve akraba ziyaretlerini beraber gider, alışverişe beraber çıkar, beraber yer içer, her yere beraber giderdik.
Olcay’ın evlenmesinden ve işe girmesinden sonra Tuncay benim refakatçim oldu. Tuncay evlendi ve İstanbul’a taşındı. İlk önce Ömer Lütfü Topal’ın muhasebe işlerine baktı, sonra da başka kurum ve şirketlerde çalıştı. Yaşamı boyunca mücadele etti. O azgın İstanbul’u yenmeye çalıştı çoğu zaman yendi de. Ama zaman zaman İstanbul ona galebe çalmış galiba. Candan, şakacı, insan adam Tuncay’ımız son zamanlarda iyice hayata küsmüş ve kendini bırakmış. Yüksek tansiyon hastalığına hiç önem vermemiş, kendini ihmal ederek beni hayata bağlayan Asilan'dır dediği asil oğlu için mücadele etmiş.
Ablam ve eniştem Tuncay’ın vefatından bir gün önce İstanbul’a onun yanına uğradılar. O akşam ablamla konuştum. Tuncay’ı çok zayıf gördüğünü, bir deri bir kemik kaldığını söyledi. O, onları karşılamış, taksi tutarak eve götürmüş ve sohbet etmişler. O, sabahleyin de bir çay ve sigara içerek işe gitmiş, işe gidiş o gidiş. Yüksek derecede ve de müdahale edilemeyecek bir yerde beyin kanaması, on bir gün koma ve akibet; Hakkın rahmetine kavuşma.
Kendisi ile son canlı sohbetimizi iki sene kadar önce evinin balkonunda, koma sohbetini yoğun bakımda, cansız sohbetini ise Malatya’da mezarlıkta yaptık.
Komada iken İstanbul’da evinde bir gece kaldım. Evde iki kedi (Pena ve Minyon) ve onsuzluk ve de hüzün vardı. Her taraf onun hatıraları ile doluydu. Balkonundan beraber baktığımız denize ve dolaştığımız yerlere bakarak hayal kuruyordum. Öleceği kalbime dammıştı. (yer etmişti, doğmuştu). Cep telefonumu çıkararak oraları bir daha görmeyeceğimi hissetmiş olmalıyım ki iyi kötü demeden çektim. İşte onlar yadigar kaldı.(Resimlerde görebilirsiniz). Evinin yanındaki bir müzikli mekandan sık sık Ahmet Kaya’nın bir türküsü yükseliyordu. “Nerden bileceksiniz.” Bu eser Tuncay’ın türküsü olsun.
Gurbetçi, çalışkan, vefakâr, asil, sözünde duran, sessiz, duygusal, içine kapanık Tuncay’ım; ruhun şad, makamın cennet, huriler yoldaşın olsun.
İSLAMDA ÖLÜM
Kuran-ı Kerim’in Enbiya sûresinin 35. ayetinde “Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan için şerre de, hayra da müptela kılıyoruz. Nihayet hepiniz bize döndürüleceksiniz” Bakara sûresini 28. ayetinde “Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz ki; ölü iken sizleri diriltti, sonra sizleri yine öldürecek, sonra sizleri yine diriltecek, sonra da döndürülüp ona götürüleceksiniz. “ denmektedir.
Bazı alimler bu ayetlerden hareketle ruh ve bedenin ayrı varlıklar olduğunu ruhun ölmeyeceğini açıklamışlardır. Ahiret gününde kimin ne olacağı, nereye gideceği hiç belli olmaz.
Ben bu ayetleri yorumlayacak derecede dini bilgiye sahip değilim. Ancak; din alimlerimiz birtakım tefsirlerde bulunmuşlardır. Velhasıl, insanlar ölümü tadacağı gibi tüm canlılar da öyle. Dünya öyle bir devran ki, kimileri doğuyor, kimileri ölüyor. Ölüm kaçınılmaz sondur, kesin son değildir. Öldükten sonra tekrar dirilecek ve Allah’ın huzuruna çıkarılacağız.
TÜRKÜLERİMİZDE ÖLÜM
Ölüm olayı toplumumuzda sosyal bir olgu haline gelmiş ve acı bir gerçek olarak kabul edilmiştir. Türkülerimizde de ölüm yer bulmuştur.
Aşık Veysel ömrünün son zamanlarında ölümü hissetmiş olacak ki dostlar beni hatırlasın eserini bestelemiştir.
Açar solar türlü çiçek
Kimler güldü kim gülecek
Murat yalan ölüm gerçek
Dostlar beni hatırlasın
Aşık Feyzullah Çınar bir türküsünde şöyle demiş.
Dolanı dolanı gelir
Ölüm yavaşça yavaşça
Kalem alıp yaz derdimi
Gülüm yavaşça yavaşça
Mukim Tahir’de ölümle yarışan üç meşhur olaydan, ayrılık, yoksulluk ve ölüm hakkında sözleri Karacaoğlan’a ait olan bir türküsünde bakalım ne demiş.
Gele gele geldik bir kara taşa
Yazılanlar gelir sağ olan başa
Bizi hasret koyar kavim kardaşa
Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm
Aşık Feymani de genç yaşta ölümü istemiyor. Diyor ki;
Ölüm yakamdan tutma git
Gençlik çağım geçende gel
Gurbet elde merhamet et
Var sılama göçende gel
Bazıları da sevdası ;sevdiği için ölümü göze alabilmektedir.
Odası toz olmuş dolabı duman
Uyan kömür gözlüm uykudan uyan
Oy gelin gelin sevdalı gelin öldürdün beni
Ellerin elime değdiği zaman
İster ölüm olsun ister ayrılık
Oy gelin gelin sevdalı gelin öldürdün beni. Bunlar uzar da gider. Ağ; ölüm ölüm.
MALATYA’DA CENAZE TÖRENİ NASIL OLURDU?
Birisi öldüğünde ilk önce komşulara, sonra da akrabalara ve dostlara haber verilirdi. Telefon olmadığı için bir veya birkaç haberci gönderilir ve acele olarak acı haber bildirilirdi. Bazen da minarede sela okunur ve ölenin kim olduğu açıklanırdı. Cenazenin defin işlemleri için komşulardan veya akrabalardan biri görev alırdı. Ölenin yakınlarına hiçbir iş bırakılmazdı. Hoca, kefen, teneşir ve tabut tedarik edilerek evin bahçesine getirilir, cenazenin yıkandığını başkalarının görmemesi için ölü yıkanılan yerin etrafı büyük hılalarla (Özel olarak dokunan geniş ve kalın çarşaf) kapatılırdı. Odun ateşi yakılır, büyük bir kazan su ısıtılır, vefat edenin bedenine kulplu özel bir tasla sular dökülerek yıkanır, kefene sarılarak tabuta konurdu. O zamanki cami ve mescitlerde cenaze yıkama bölümleri yoktu. Cenaze; tabutla camiye ve mezarlığa kadar sırtta götürülürdü. Sonraları cenazeler kamyonlar vasıtası ile mezarlığa taşınmaya başlandı, daha sonra yeşil cenaze arabaları piyasaya çıktı.
Genellikle cenaze namazı öğlen veya ikindi namazına denk getirilirdi. Musalla taşına ölen kişi konur, önce vakit namazı , daha sonra cenaze namazı kılınırdı. Nadiren de ölü direk mezarlığa götürülür ve namaz oradaki musalla taşına konularak cenaze namazı icra edilirdi. Büyüklerimiz bizlere cenaze omuzda ne kadar çok taşınırsa o kadar sevap kazanılır derlerdi. Cenaze konvoyu giderken etraftaki tüm kişiler cenaze geçinceye kadar kıpırdamadan hazır ol vaziyetinde ayakta durur ve kortej geçtikten sonra Fatiha suresi okurdu.
Mezarlar kazmalarla “L” Harfi şeklinde kazılırdı. L harfinin alt kısmı ölünün sığacağı kadar oyulurdu. Daha önce kazılan mezar yerine ölü getirilir, hoca duasını okur, cenaze ölenin en yakınları tarafından sağ tarafa yatırılır ve kefenin ağzı açılırdı. Oyuk kısım sal taşları ile kapatılır, sal taşlarının araları da burmalarla tıkanırdı. Belki duymuşsunuzdur, Malatya’ya sallar ülkesi de denir. Çünkü sal taşı dediğimiz yassı taşlar çok olduğundan ayvanlarda, bahçelerde mezarlarda kullanılırdı. Ben anam ile babamı kendi ellerimle mezara koydum. Sal taşlarını de elimle dizdim. Onlara, yakınlara son hizmeti yapmak insanı bir nebze de olsa teselli ediyor. Ondan sonra toprakla mezar kapatılır dualarla defin işlemi sona ererdi. Hem maksuda hem murada.
Tuncay’ın cenaze töreninde Malatya’da bir öğünde sekiz tane birden cenaze namazı kıldık. Bu Malatya’lılara kıran mı girdi ne ? Mezarlıkta trafik sıkıştı, defin yerine vardığımda Tuncay’ın üzerini kapatmışlardı bile.
MALATYA MEZARLIKLARI
Malatya’nın en eski mezarlığının Mücelli mezarlığı olduğunu büyüklerimiz bize anlatır, sınırlarını da çizerlerdi. Mücelli mezarlığı eskiden Malatya Lisesi önünden başlar, çocuk esirgeme kurumumun bitimine kadar ulaşırmış. Diğer boyutu ise Turan Emeksiz Caddesinin bitiminin sol kısmına tekabül eder, Yeşilyurt Caddesinin alt kısmının gelişe göre sağına doğru ilerlermiş. Yani şimdiki Atatürk İlk Okulu ile karşısındaki binalar mezarlık alanı üzerine inşa edilmiş. Ben hatırlıyorum Cengiz Topel Caddesinin yanına yapılan derenin yapımında binlerce kafatası, ölü kemiği çıkarıldı. Tıp Fakültesinin ihtiyacı var ise o alandan binlerce daha kemik, iskelet ve kafatası çıkarabilirler. Babamın dedesi Bekir Çavuş’un mezarının yerini babaannem bana tahminen göstermişti. İsmet İnönü’nün babasının mezarı da bu mezarlıkta imiş, sonra nakil edilmiş.
Bir de o zaman Cingenlik Mezarlığı vardı. Şimdi ona Sancaktar Mezarlığı diyorlar galiba. Kuyuönü Mezarlığı durmaktadır. Bir de Gâvur mezarlığı denen Ermeni mezarlığı bulunmaktadır.
HADİ ÇEKİRDEK;
Cenaze ve defin işlemlerinde bir baktık ki; bir Malatya’lı görev üstlendi. Hadi Çekirdek. Hadi Çekirdek bu defin işini o kadar benimsedi ki artık akrabalara, dostlara, komşulara ve de belediyeye haber vermeye gerek kalmadı. Zaten o zamanlar belediye bu işlere karışma noktasında acizdi. Hadi Çekirdeğe haber verilsin gerisine karışma. Mezarın kazılsın, cenazen yıkansın, kefenin biçilsin, giydirilsin kamyonun tutulsun. Haydi mezara. Allah rahmet eyleye, mekanın Cennet ola, kabrin geniş ola.
MALATYA’DA TAZE (TAZİYE) GELENEĞİ :
Yukarıda da bahsettim ya yakın akrabaların cenaze törenlerine, düğünlere katılmak üzere memleketime uğrarım. Fırsat buldukça da giderim. Ancak; hayret ettiğim bir konu var Malatya’da ölenler çoğalmış. Herkes birbiri ardına mekan değiştiriyor.
Cenaze defnedildikten sonra ölenin en yakınlarının acıları mezarlıkta paylaşılır, bir kısım dostlar ve akrabalar ise ölenin yaşadığı mekana gelirdi. Erkeklerin ve de kadınların taziye yerinin neresi olacağı, kimlerin hangi öğün yemek vereceği önceden kararlaştırılırdı. Bunlardan cenaze sahibinin haberi bile olmazdı. Geleneğimizde ölenin yakınlarının acısı ile baş başa kalması birinci planda gelen meseledir. Acılı aile fertleri başka işlerle uğraşmamalıdırlar. Kim nasıl ağırlanacak? Kimlere yemek verilecek, cenaze sahipleri nasıl ve ne ile ve de kimler tarafından doyurulacak? Tüm bunların muhatabı komşulardır. Gençlik dönemime kadar bu böyle devam etti.
Rahmetli annem cimri diyemeyeceğim amma, tutumlu bir insandı. Böylesi zamanlarda yapacağı yemeklerin malzemelerini bir kenarda saklardı. O malzemelerden yemekler pişirilir, cenaze sahiplerine ve orada bulunanlara ikram edilirdi. Annemin yaptığı cenaze yemekleri genellikle pirinç pilavı, et yemeği veya dolma küfde, kulak çorbası ve de fışfış tatlısı olurdu. Bunlar bizim evde pişer önce erkekler, sonra da bayanlara ikram edilirdi. Yemekler tahmini kişi sayısına göre yapılır. Her zaman da artar eksilmezdi. Bu yemeklerin eften püften yemeklerden olmaması da çok önemliydi. Çünkü: Basit yemeklerin ölü sahiplerine yedirilmesi onları küçümseme anlamına gelirdi. Hele çarşıdan alınan lahmacun mahmacunla işi geçiştirmek çok büyük ayıptı. Çarşı yemeği de kullanılmazdı. İlle ki mahalli yemekler yapılacaktı.
Dedik ya bu işleri komşular önceden fısıltı mantığı ile organize ederlerdi. Malatya’da her evin bir bahçesi mutlaka vardı. O zaman iş kolay olurdu. Bayanlar evin içerisinde taziyeyi kabul ederler, erkeklere ise bahçeye iskemle konularak yer ayarlanırdı. Gelenler duasını okur, başsağlığı diler ve giderdi. Evin bahçesinin olmaması halinde iş gene kolaydı. En yakın apartman komşusu dairesini erkeklere açar ve taziye de böylece gerçekleşir ve sonuçlanırdı. Yas; Malatya’da üç gün kadar sürerdi. Üç günden sonra ziyaretler çok azalırdı. Ölümün kırkında genellikle bayanlara mevlit okutulur, şerbet veya şekerle ve de dualarla ölen yad edilirdi. Yemekli mevlidlerde kazanlar ve teştlerde yemekler pişirilir, gelenlere ikram edilirdi. Çarşıdan yemek siparişi olayı olmazdı.
Burada; tüm Malatya’lıların ve de okuyanların ve de işin içinde olanların çok çok dikkat etmesi bir konu var. Altını da çizeyim ki anlaşılsın. “Yakın akrabası, eşi, dostu, abisi, ablası vefat edenler vefatın üçüncü günün sonuna kadar sadece başsağlığı dilekleri ile muhatap olmalılar. Ölenin ailesinin gelenlerin karınlarını doyurmasının, onlara ziyafet çekmesinin, çay kahve ikram etmesinin, karşılamasının, hal hatır sormasının, giderken yolcu etmesinin, yöresel geleneğimizde yeri yoktur. Din alimleri de vefat edenin ailesinin gelenlere yemek vermesini bazı istisnalar haricinde kabul etmemektedirler. Köyde bir kişi vefat etmiştir. Diğer yerlerden taziyeye gelenler olmuştur. Bunların açlıklarını gidermenin başka yolu yoksa yemek verilebilir. Taziyelerde çay ikramına ben ilk defa Güneydoğu’da Batman’da görev yaparken rastladım. Bizler taziyeden kalkarken merhuma fatiha okuruz, genellikle şafilerden oluşan Güneydoğu’lu vatandaşlarımız ise gelir gelmez dualarını okurlar.
MALATYA BELEDİYESİNİN ÇADIRI:
Belediyemiz son birkaç seneden beri sağ olsun, iyi niyetle ve hizmet için yapıldığından şüphe duymamaktayım talep edenlere cenaze çadırı kuruyor, taziyeye gelenlere amade kılıyor. Elektrik çekiliyor, çay kahve servisleri yapılıyor, hele de yemek zamanları dört gözle bekleniyor. Bu çadırlarda bayanlar bulunmuyor. Sadece erkekler. Çadır uzun ya; bazen çadırda üç dört gurup kümeleşiyor, değişik konular tartışılıyor ve sohbet işretine dalınıyor. Aynı kadınlar hamamı. Bir kısım dua okuyor öbür kısım duymuyor.
En vahim konuya sıra geldi. Gelenlere yemek vermek, çay ve kahve ikram etmek, onları ağırlamak, eski geleneğimize nazaran şimdi hem çok zor hem de külfetli. Bir yemeğin verilmesi binlerce liraya mal oluyor. Hele bütçesi dar olan komşular ne yapacaklarını kara kara düşünüyorlar. Bazen ortaklaşa bir şeyler yapmaya çalışıyorlar, bazen de lahmacun ayranla idare ediyorlar. Komşuların yemek ayarlayamaması durumunda gelenleri ağırlamak cenaze sahibine düşüyor ki; acı içerisinde bulunan aile fertlerinin dertlerine bir dert daha katılmış oluyor.
Malatya’da bir cenaze yemeği verilmiş idi ki dillere destan. Yemek veren de ölenin kayınbiraderi. Bir kuş sütü eksik. Arabayı park etmek için üç dört sokak ileriye gitmek zorunda kaldık. Sokaklar çadır sandalyeler ve de tabaklarla donatılmış. Malatya’nın en meşhur tavacısı “balcanlı tava” yapmış. Pirinç pilavı, cacık, tatlı… Belki bin kişi var. Biz de sonlarda bir yere oturduk. Tava da lezzetli mi lezzetli herkes ikincisini ısmarlıyor. Şaşırdım kaldım. Bu yemeğin maliyetini kabaca hesap ettim dudaklarım çatladı. En az on beş bin lira. Hem de komşular değil ölünün yakını veriyor. İnşallah ölenin canına değmiştir. Ben de dayanamadım bir tava daha aldım, afiyetle yedim. Cenaze sahipleri de gelenleri ağırlamak için oradan oraya koşuyorlardı. Hoş geldiniz, güle güle. Sayın başkanımız geldi. Milletvekilimiz gitmek üzere. Belediye Başkanımızı üzmeyelim. Bizim veli nimetimiz. Valimiz için ayağa kalkın. Bu tür davranışlarda bulunmak mantık ile de Malatya geleneği ile de örtüşmez.
Belediyenin çadır kurması ailelere büyük külfet yüklüyor. Kredi ile borç çekip misafirlerini ağırlayan ve mevlid okutturan acılı ailelerin olduğunu duydum. Yazıktır, günahtır. Ölü evinin bu işlerle uğraşması abestir, mantıksızdır. Cenaze sahibi yorulmamalı, sadece acıları ile baş başa kalmalı.
Belediyemiz cenaze çadırlarını bir daha kurmasın veyahut yemek veremeyecek ailelerin yemek hizmetlerini de üstlensin. Tiz elden ve de vakit geçirmeden geleneğimize geri dönelim, acılı Malatyalıları üç gün kuru sandalyede oturmaktan, sağa sola koşturmaktan kurtaralım.
Sakın ola ki bu anlatımlarımı Tuncay’ın taziye durumu ile karıştırmayın. Komşular yemek versin diye üç mevlidini bir gün geriye aldırttılar, sağ olsunlar bol kepçe yemekleri herkese ikram ettiler. Dostlar bol bol dua okudular. Üç mevlidi de yemekli olarak okutulmuş.
DİNİMİZE GÖRE CENAZE YEMEĞİ
Alıntılarla yetineceğim.
“Ölünün akrabaları ve komşularının ölü evine yemek yapıp götürmesi müstehaptır. Çünkü rivayet edildiğine göre "Cefar b. Ebu Talib (ra) öldürülünce, Hz. Peygamber (as) şöyle buyurdu: Cafer’in ailesine yemek yapıp götürün. Çünkü başlarına kendilerini meşgul edecek bir musibet gelmiştir. (Ebu Davud, Cenaiz, 25-26)
Komşular yaptıkları yemekleri ölü ailesine yardımda bulunmak ve kalplerini kazanmak için gönderirler. Çünkü cenaze sahipleri musibetle, gelen gidenlerle meşguliyet sebebiyle yemek yapamamış olabilirler.
Bunun aksine ölü evinin gelen gidenlere yemek hazırlaması mekruhtur, bidattır, aslı esası yoktur. Çünkü böyle yapmakla ölü ailesinin sıkıntı ve kederi bir kat daha arttırılmış olur, meşguliyetlerine meşguliyet katılmış ve cahiliyye döneminin adetlerine benzetilmiş olur. Hele ölünün varisleri arasında ergenlik çağına girmeyen çocuklar varsa böyle bir evde yemek hazırlayıp misafirlere ve ziyaretçilere takdim etmek haramdır. Cerir b. Abdullah şöyle demiştir:
Eğer yemek yapmaya ihtiyaç varsa caizdir. Çünkü ölü evine cenaze ve taziye için köylerden ve uzak yerlerden gelenler olur, ölü evinde gecelemeleri gerekirse o takdirde yemek yapılıp yedirilebilir.
”bk. İslam Fıkhı Ansiklopedisi Prof. Dr. Vehbe Zuhayli”
Ölümün üçüncü gününde cenaze sahibi tarafından yemekli mevlid okutulmasının ve ailelerin baskı altında tutulmasının doğru olmadığı konusunda müftülüklerin de açıklamaları olmuştur.
Kıymetli Malatya’lılar desinlere aldanmayalım, gösterişe kaçmayalım, gelenek ve göreneklerimizi yıpratmayalım, özümüze dönelim.