Melih YILMAZ
asuyektayilmaz@ hotmail.com
Gurbet ne demektir? Hatta sıla, toprak ya da yerel söyleyişle ‘torpağ’?..
Köy kültüründen şehir kültürüne geçerken geride bıraktığı yerlerin genel adı mıdır?
-Nasıl yani?..
Efendim şöyle: Prekapitalist dönemlerden…
Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçen insanlık…
Klanlar halinde yaşarken insanlık toplu yerleşime geçtikten sonra…
Bir muhterem zat, bilmem hangi kitabında şöyle buyurur ki…
Burjuva toplumlarındaki emek sömürüsü…
-Efendi ne diyeceksen de artık, lafın suyunu çıkarma!
-Tamam efendim, sabır buyurunuz!
Gurbet murbet yok artık. Ne gurbeti?
Merkezi Malatya alırsanız, ülkenin Van’ından, İzmir’inden otobüsle en fazla on beş saat sonra sılanızdasınız. Uçak derseniz, iki saat çok mu olur acaba? Ya kapımızda bekleyen ve her sene “Yahu, bilmem hangi firmanın yeni bir arabası çıkmış, süper bir şey ya!” diyerek paraya pula, boca morca belenip model yükselttiğimiz arabalarımız…
O yüzden hiç kimse kendini Kerem misali dağlara, Mecnun misali çöllere vurup da “Memlekeeeet, memlekeeeet” diye inlemesin.
Sonra?..
Sonrası şu:
“Gurbet” sözcüğünün gerçek anlamda dillerden düşmediği yıllarda mektup bir ayda ulaşırdı sahibine. Bazen telgraf çekilirdi: “Filan gün filan otobüse binip geliyorum ha!” Adam memlekete ulaştıktan iki gün sonra gelirdi telgraf. (Babam yıllarca PTT müdürlüğü yapmıştır, abarttığımı söyleyip kızarsa bana, boynum kıldan incedir.) Telefon yazdırılırdı. Git bir PTT şubesine, yazdır numarayı aşağıdaki gişeye, sonra bekle babam bekle… İki saat, üç saat… Bazen memurla birlikte gece saat 23/24’te daire kapatılırdı.
O zamanlar gurbetin gurbet olduğu zamanlardı. Zorunluluk insanı doğup büyüdüğü yerlerden dışarıya atmıştı.
Şimdi dedelerimizi ve ninelerimizi de “cep”lendirdik.
-Bak nene. Önce şuraya basacaksın, sonra şuraya, şuraya ve şuraya. Sonra kulağına götüreceksin.
-…???
-Neneciğim olmadı. Bak görüyor musun, şurası çıkacak, şuraya basacaksın. Sonra karşına muhtar çıkacak, acil bir şey olursa dedeme, sana; haber vereceksin. Çaldığında da şuraya basacaksın, kulağına götüreceksin. Tamam? Deneyelim şimdi. Ben arıyorum seni.
Dirayetli kadınlardır nenelerimiz, dirayetli adamlardır dedelerimiz. Öğrenmiştir hepsi cep telefonu kullanmasını. Böylelikle de gurbet sözcüğünü sözlüklerden silerek inkılâp yapmışlardır.
Memleket sorunsalını böylece çözümledikten sonra “gurbetteki hemşerilerin” birbirleriyle ilişkileri gündeme gelir.
Pederşahi büyüklerimiz “mamir” olan (polis, öğretmen, doktor, hemşire, subay, astsubay, vs.) çocuklarının atamasının çıktığı yeri araştırmıştır:
-Oğlum/kızım, orada bizim köylü filan var. Onun yanına git, o sana yardımcı olacaktır. Zaten ben telefonunu neyini aldım, birlikte gideriz olmazsa!
Gidilir. İlgilenilir de ilk zamanlarda. Sonra biraz muhabbet ilerler ve yanına gidilen hemşeri ilk öğüdünü verir:
-Hemşerim, sana bir şey diyeyim. Aman ha aman, hemşerilerinden uzak dur!
(Buradaki ilk tepki insanın dışına vuramadığı “Haydaa!” ünlemidir!)
Sonra senin şaşkın bakışların arasında hemşeri – kazık ilişkisi hakkında konferans verir:
Bizim çocuk, gördün ya, ellerinden öper. İşte onun hocası, hemşerimiz, ne vardı sanki biraz fazla not verse, cebinden mi çıkıyor, vermez hemşerim bunlar, adam değil!
Karşı taraf: Allah için, iki kere ikinin dört ettiğini bile bilmiyordu çocuğu, sınıfta kalacaktı, kurtardım, yaranamadık, küstük sonra. İyilik etmeyeceksin hemşerim kimseye, hele hele hemşerine hiç!
Polistir. Kedisi kaybolmuştur hemşerisinin, anlatır: Yahu telefon etti. Kedisi kaybolmuş. Ne yapayım ben şimdi? Karakola gitmesini söyledim. Vayyy, ben niye birlikte gitmiyormuşum karakola. Küstü benimle.
Kedisi kaybolan: Kırk yılda bir işim düştü. Zaten demişler polisten dost olmaz diye, polisten hemşeri de olmazmış. Yavruyken sokaktan almıştık kediyi. Boynuna bir de kırmızı kurdele taktıydı yengen. Üç gündür gelmeyince Minnoş, aradım polis hemşerimi. Bunlar yaralı parmağa şey etmez hemşerim, uzak duracaksın…
Bir başkası: Paraya çok sıkışmış. Allah için cebimde bir kuruşum yok. Çektim bankamatikten verdim. Ne zaman vereceğini sormadım bile. Aradan iki ay geçti, arayan soran yok, telefon ettim. Parayı istemeyecektim hâlbuki soracaktım nasılmış diye. Cevap vermedi iyi mi?
Öteki taraf: Allah için yardımcı oldu verdi parayı, Allah razı olsun. Bre adam aradan bir ay geçsin hele… Yok, on gün olmadı, telefonum çaldı. Baktım o. Açmadım telefonu. Ayıp değil mi? Yiyecek miydik parasını? Ayıp ayıp!!
Eeee! Gurbeti ortadan kaldırdık. İnsani ilişkileri “ti”ye aldık. Kızanlarımız, sinirlenenlerimiz olmuştur belki. Ne diyelim? Bu yazı burada bitmeden önce ne olur bilir misiniz?
Şu olur:
Hemşerilerinizin birbiriyle olumsuz ilişkilerini istemediğiniz halde öğrendikten sonra canınız sıkkın bir vaziyette eve dönerken mahallenin bakkalı seslenir size:
-Heyyy! Malatyalı, gel hele, bak semaver kaynıyor kapının önünde. Bir çayımızı iç de git. Yengeme ben söylerim gecikme sebebini, kızmaz sana.
Oturursunuz kapının önünde size sunulan tabureye. Gelen geçenin eşliğinde ince belli bardakta sunulan tavşankanı çayı yudumlarsınız. Şair demiş ya:
“Kardeşin duymaz / El oğlu duyar”