..Malatya'nın en gevşek toprak yapısının tamamı Battalgazi sınırlarında..
Prof. Dr. Orhan GÜNDÜZ
Malatya Turgut Özal Üniversitesi
Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü
Öğretim Üyesi
Ocak ayının 24’ünde muhtemelen çoğumuzun akşam yemeği sonrası çaylarını yudumladığı bir saatte yaşadığımız büyük sarsıntının jeolojik artçıları ile birlikte, bizlere miras bıraktığı psikolojik artçılarla da mücadelemiz devam ediyor.
Alışılageldiği üzere deprem veya başka afetler zuhur ettikten sonra şöyle bir silkinip, "tekrar olacak mı, ne zaman olacak, büyüklüğü ne olacak, bulunduğumuz yer deprem açısından güvenli mi?" şeklindeki sorularımıza uzmanlar nasıl cevap verecek diye kulak kabarttık.
Depremden sonra merkezi ve yerel yönetimin yerinde ve etkili müdahaleleri ile daha fazla can ve mal kayıplarının önlendiğini gördük. Yanı sıra kredi kullanım kolaylıkları, borç ertelemeleri, hasarlı binaların tespiti, ağır hasarlı binaların yıkımı, evlerinden çıkmak zorunda kalan vatandaşlara yapılan sosyal yardımlarla depremin yaraları sarılmaya çalışıldı.
Bu durum deprem gibi afetlerin sosyal sonuçlarının yanında ekonomik olarak da ne kadar ağır sonuçlar yarattığını bir kez daha gösterdi bize.
Oysa bireysel, kurumsal ve kamusal anlamda deprem riski yönetilebilse, vatandaşlar ve devletin bu denli yüksek maliyetleri yüklenmek durumunda kalmayacağı da aşikârdır. 1999 Gölcük depreminden sonra riskin yönetilmesine yönelik atılan adımlar olmasa belki bugün yaşanan depremin sonuçları çok daha ağır olacaktı. Bu durum bize “riski yönetmenin maliyetinin düşük, krizi yönetmenin maliyetinin çok yüksek” olduğunu bir kez daha göstermiştir.
Buraya kadar yazdıklarımızın malumun tekrarından ibaret olduğunu söyleyebiliriz.
Depremin büyüklüğü ve süresi, yapıların kalitesi gibi parametreler depremin ağır hasarlarının nedenleri olarak ilk sıralarda yeralır. Bundan dolayıdır ki depremden sonra farklı bilim disiplinlerinden uzmanların meslekleri itibariyle farklı değerlendirmelerde bulunduklarına şahit olduk. İnşaat mühendisleri, jeologlar, jeofizikçiler, mimarlar, şehir plancıları, maden mühendisleri, olaya, hep kendi zaviyelerinden baktılar ve toplum bilincini artırmaya çalıştılar.
Deprem her ne kadar yerin altında gerçekleşiyorsa da sonuçları itibariyle yerin üstünde yaşayan insan ve diğer canlıların yaşamsal faaliyetlerini tehdit ediyor. Çünkü yerin üstü -ki “arazi” ismi ile söylenir- ve arazinin toprakla örtülü kısmı tarımın ana üretim kaynağıdır. Yani insanların yaşam alanları ve yapıların konumlandırıldığı arazi parçası da depremin sonuçlarının ağırlığında
Ülkemizde gerçekleşen ve 10 binlerce insanımızı kaybettiğimiz büyük depremlerden sadece birkaç tanesi olan;
1509 İstanbul, 1894 İstanbul, 1939 Erzincan, 1942 Erbaa, 1966 Varto, 1976 Muradiye, 1992 Erzincan, 1995 Dinar, 1999 Gölcük, 2011 Van ve 2020 Elazığ depremlerinin en belirgin ortak özelliği nedir biliyor musunuz? Depremin en yıkıcı etkisinin, “mutlak tarım arazisi” (diğer ifadeyle en iyi tarım arazisi sınıfı) üzerine yerleştirilmiş yapılarda meydana gelmiş olmasıdır.
İşte tam da bu noktada, tarımın paydaşları olarak sürekli biçimde ve şiddetle karşı olduğumuz tarım arazilerinin amaç dışı kullanımının yarattığı / yaratabileceği tehlikeleri yeniden gündeme taşınmasının zorunluluğuna dikkat çekilmesi gerekmektedir.
Tarım arazisi, jeolojik bakımdan zemin olarak en dayanıksız alanlar olması nedeniyle dikey ve aşırı yapı stoklarının birikimine müsait değildir. Çünkü bu toprakların büyük oranda alüviyon yani gevşek karakterde ve taban suyu seviyesinin yüksek olduğu bilinmektedir. Deprem uzmanlarının tamamı bu bilgi konusunda ortak görüşe sahiptir.
Durum bu kadar açık ve seçik ortada iken, Türkiye’de şehirleşmenin gelişiminin başladığı andan bu yana sistematik bir arazi kullanım planlamasına bağlı kalmadan çeşitli nedenlerle tarıma elverişli arazi sanayiye yönlendirildi; artan nüfus baskısıyla konutlar için imara açıldı; ulaşım için üzerinde yollar geçirildi; kamusal hizmetlerin yürütülebilinmesi için tahsis edildi ve nihayet tarım arazileri önemli ölçüde ana amacı olan tarım dışına çıkarıldı.
Peki, niçin diğer arazi türleri yerine, tarım arazisi sürekli olarak işgal edildi, ya da asli amacı dışında kullanıldı? Çünkü tarım arazisi karakteristiği itibariyle mesken, sanayi tesisi, yol vb. yapıların diğerlerine nazaran çok daha kolay ve düşük maliyetle inşa edileceği alanlardır. Böyle olunca da bilimin, bilimselliğin gerekleri dışlanarak, buna karşın ekonomik rant gözetilerek insanın can ve mal güvenliği riskini arttıran yapılaşma ortaya çıktı. Sonuçları ise deprem olunca anlaşıldı.
Depremin büyüklüğü, süresi ve yapı stokunun kalitesi elbette depremin sonuçları açısından en belirgin parametrelerdir; ancak zeminin durumu, zemin-yapı ilişkisinin de mutlak surette etkili olduğu da unutulmamalıdır.
Büyük İstanbul depreminde (1509) çok katlı binalar yoktu; ancak 130 bin insanımız ölmüş, İstanbul’un bütün yapıları yerle yeksan olmuş. 1939 Erzincan depreminde 15 bin insanımız ölmüş ve o dönemde de çok katlı yapılar mevcut değilken yaklaşık 20 bin yapı yıkılmış veya ağır hasar görmüş. Keza Dinar depremi de aynısı. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bu depremlerde, köylerden çok kentlerde daha fazla tahribat meydana gelmiş. Yani depremlerde en fazla hasarı tarım arazisi üzerine kondurulmuş yapılar gördü.
Fatih Orhan 2019 yılında yayımladığı bilimsel makalesinde Erzincan depreminin (1939) sonrasında yeni yerleşim yeri olarak belirlenen alanın, politik ve şahsi çıkarlar nedeniyle değiştirildiğini ve sonrasında meydan gelen depremde büyük hasarlar meydana gelmesinin nedenin yapılan bu değişikliğin olabileceğini ifade ediyor (Orhan, F. 2019. Depremlerin Şehir ve Mesken Mimarisine Olan Etkilerine Coğrafi Bir Bakış: 1939 Erzincan Depremi Örneği).
Bir başka çalışmada 1999 depreminin en ağır sonuçlarının Düzce, Gölcük ve Yalova hattına uzanan tarım toprakları üzerindeki yapılarda meydana geldiği ifade ediliyor (Soylu, N., Toprak-Deprem İlişkisi, http://www.zmo.org.tr/resimler/ekler/1ca0ca71184bbdb_ek.pdf?tipi=14&sube=).
Yine bir başka çalışmada tarım ovalarının yerleşim yeri olarak kullanıldığı Dinar’da depremin büyük hasarlara yol açtığı ifade edilmekte, deprem sonrasında daha çok yatay şekilde yapılaşmaya gidildiği, yerleşim yeri olarak önerilen bölgenin dışında yerleşim alanlarına yayıldığı ve neticesinde nüfus artışı yaşanmamasına karşın tarım alanlarının son 25 yılda azaldığı ve bölgeden dışarıya göç olduğuna işaret edilmektedir. (Özdemir ve Gür, 2016. Dinar Depremi Öncesinde ve Sonrasında Dinar Şehri ve Yakın Çevresinde Arazi Kullanımı).
Türkiye’de son 40 yılda yaklaşık 3 milyon hektar tarım arazisinin amaç dışı kullanımına müsaade edilmiş (Bu rakam, Trakya'nın iki katından fazla bir araziye tekabül ediyor). Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre, yine son 40 yılda tarım arazisi varlığımız 5 buçuk milyon hektar azalmış. Malatya’da da durum farklı değil; son yirmi yılda 100 bin hektardan fazla arazi tarım dışına çıkmış durumda. Tarım arazisinin en çok amaç dışı kullanım nedenin imar düzenlemeleri yani yerleşim yeri oluşturmak olduğunu bilmeyenimiz yoktur.
İnönü Üniversitesi emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Mehmet Önal hocamız yıllardır tarım üzerine inşa edilen yapıların büyük risk taşıdığını, imar düzenlemelerinin bu durum gözetilerek yapılması gerektiğini söylemektedir. Mehmet Önal tarafından hazırlanan ve aşağıda görseli verilen Malatya ili Jeolojik haritasının dikkate alınarak mutlak surette bir Arazi Kullanım Planına ihtiyaç var. Haritaya göre Malatya’nın en gevşek toprak yapısı gri zeminle gösterilen kuaterner dönemi gösteren alandadır. Bu alanın tamamına yakını bugün Battalgazi ilçesi sınırlarında kalmaktadır.
Battalgazi bölgesinde yer alan tarım arazisinin, Tarım Ovaları Koruma Alanı ilan edilerek koruma altına alınması ve tarımsal amaç dışında kullanılamayacak olması, aslında ne kadar doğru bir karar alındığını da göstermiştir.
Ancak, yerel yönetimler tarafından bölgenin bir kısmının imara açılma çalışmalarının yapıldığı söylentileri gerek basın aracılığıyla gerekse fısıltı gazeteciliği vasıtasıyla dillendirilmektedir.
Yine Malatya’da kurulan ikinci devlet üniversitesi olan Malatya Turgut Özal Üniversitesi fiziki yerleşkesinin Battalgazi sınırları içersinde kurulması gerek yerel yöneticiler gerekse de yerel halk tarafından sıklıkla dillendirilmektedir. Halihazır yerleşke jeolojik haritaya göre asla yapılaşmaya müsaade edilememesi gereken bir zemin üzerindedir. Allah korusun, bu alanda yapılacak yüksek katlı okul binaları, idari binalar ve öğrenci yurtları bugün olmasa da yarın toplu mezarlara dönüşebilme riskini taşımaktadır. Dolayısıyla ikinci üniversitenin kalıcı yerleşkesi, Battalgazi’de mevcut arazi üzerine kurulmamalıdır.
Battalgazi bölgesi, Malatya ilinin belki de en verimli tarım topraklarına sahip iken yoğun konut stoku veya kamu altyapı yatırımları yerine krizi fırsat bilerek organize sera, organize hayvancılık, organize sebzecilik bölgesine dönüştürme yatırımlarına ve zaten büyük oranda çiftçilikle uğraşan yöre insanın tarımsal gelirlerini artıracak çabalara yönlenilmesi elzemdir. Kentleşmeye doğru atılacak her adım çiftçileri üretim yapmaktan vazgeçirerek tarımsal sürdürülebilirliği tehdit edecektir.
Bir taraftan Malatya kayısısına sahip çıkmaktan söz edip diğer taraftan kayısı arazisi yerine beton blokları dikmek için gösterilen gayretler paradoks değil de nedir?
Altyapı yatırımları, imar düzenlemeleri, yerel hizmet birimlerinin inşası gibi çalışmalarda kuruluş yerinin neresi olması gerektiği sorusundan ziyade “neresi olmamalı” sorusu sorulur ve cevap aranırsa daha kolay yol alabiliriz. Kamusal yatırımların kuruluş yeri, ranta dayalı olmaktan ziyade toplumsal fayda gözetilerek bir arazi kullanım planına göre belirlenmelidir. Bu bağlamda gerek kamu altyapı yatırımları gerekse yeni yerleşim yerleri veya sanayi tesislerinin açılması aşamasında deprem gibi doğal afetler ile tarım arazisinin korunması ilkelerine mutlak uyum zorunludur.
Aslında bunu yaparken iki önemli faydayı aynı anda sağlamış olacağız. Birincisi tarım arazisini koruyarak tarım işletmelerimiz ve dolayısıyla üretimimiz garantiye alınmış olacak, diğeri ise deprem riskini yönetmiş olacağız.
Deprem riskini yönetmenin yollarından birisi yatay yapılaşma olduğu kabul ediliyor. Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, dikey yapılaşma yerine yatay yapılaşmanın geliştirilmesi yönündeki telkinleri ile aslında bir yön çizmiş durumda. Ancak korkumuz odur ki yerel yöneticilerin, teknotratların veya bürokratların yatay yapılaşma tabirinden tarım arazisinin işgal edilmesi gerekliliği şeklinde bir mana çıkarmalarıdır. Şimdiden söylüyoruz; Sayın Cumhurbaşkanımız zemin etüdüne dayalı olarak uygun bölgelerde yatay yapılaşmayı kastetmiştir.
Deprem ve tarım arazisi ilişkisinin bilimselliği yanında felsefi ve sosyolojik yönünün de olduğunu ifade etmek, ziraat mühendisi ve akademisyen sorumluluğu gereği toplumsal bilinçlenmeye bir damla katkı sunmaktan başka niyetimiz yoktur.
Bilim insanı sorumluluğu, ülkesini, şehrini ve insanlarını sevmenin duyarlılığı ile yöneticilere, karar vericilere yol göstermek, uyarmak, sadece eleştirmek değil aynı zamanda öneri de sunmak gerektiği düşüncesi ve hassasiyetiyle fikirlerimizi aktardık.
Bizden söylemesi…
FOTOĞRAFLAR: Battalgazi'de tarım arazisi üzerine kurulu Malatya Turgut Özal Üniversitesi merkez kampüsü