A.Azmi FENERCİOĞLU(*)
Abdullah Ağanın mahalle odası, her gece kapıya kadar genç ve yaşlı komşularla tıklım, tıklım dolardı. Yaşlılar tahta sedirler üzerine serili yün minderlere bağdaş kurup oturur, halı yastıklara dayanarak kehribar tespihlerini şakırdata şakırdata çekerlerdi. Kiraz ağacından çekilmiş uzunca çubuklarının ucundaki lülelerde yanan tütünün dumanını da nefeslerlerdi. Lülelerde yanan tütünün külünü boşaltmak yerine yeni tütün koyup ateşlemek çubuk hizmetlisinin göreviydi. Çubuk hizmeti ustalık gerektirirdi. Yanan tütünün külünü bakır tablaya döküp lüleye yeni tütün koyup ateşleyen hizmetli, sol eli göğsünde; sağ elindeki çubuğu saygı ile muteber kişiye sunardı. Arkasına dönmeden birkaç adım ilerler sonra dönüp kapıya doğru yönelirdi.
Odada diğer komşular, yaş ve itibarlarına göre başköşe sedirden kapıya doğru yerlere serilmiş minderler üzerinde otururlardı. Her yeni gelen odadakileri selamlar, kendisine gösterilen yere yerleşirdi. Odada yaşlı ve itibarlı kişiler konuşurken onun konuşması sessizce dinlenirdi. Yüksek sesle konuşulmaz, selamlaşmalar da kaş göz işareti ile yapılırdı. Zaten töre gereği yüksek sesle şamatalı konuşmak ayıptı.
Abdullah Ağanın odası gibi her mahallenin önde gelen varlıklı kişilerinin de mahalle odası vardı. Komşular yatsı namazından sonra odalarda toplanır, sohbet ederlerdi. Odaların ismi varlıklı kişinin adı ile anılırdı. Abdullah Ağanın odası örnek bir odaydı. Görkemli döşemi, konuklara sunulan hizmet ve ikram diğer odalarda övgüyle anlatılırdı. Ağa da cömertliğinden onur duyar, bu olanağa sahip olduğu için tanrıya şükrederdi.
Odalarda kışın ocakta yakılan ateş aydınlatma ve ikram edilen çay, kahve gideri oda sahibi tarafından karşılanırdı. Odalar mahallenin küçük kurultayıydı. Mahallede ekonomik güçsüzlere yapılacak yardımlar gizlice kararlaştırılır, kimsenin göremeyeceği bir zamanda yaşlı bir komşu, yardımı ilgiliye götürür, onu kırmayacak ve küçültmeyecek bir dille verirdi. Bazen de gereksinim içerisindeki kimsenin dış kapısından içeriye habersiz bırakılırdı. Yeter ki yapılan yardımdan kimsenin haberi olmasın. Hastalara, dul ve yetimlere, askere giden gençlerin muhtaç anası ve eşi mahallenin koruması altındaydılar. Her zaman onlara kol kanat gerilirdi, komşular birbirlerine saygılıydı. Doğana beşik, ölene tabuttular.
Odalar aynı zamanda yaşam töresinin öğrenildiği bir yerdi. Gençler ilişkilerinde, davranış ve konuşma biçimini burada öğrenirlerdi. Hele yaşlıların bir konuşma biçimi vardı ki saygı ve içtenlik doluydu. Konuşmacı karşısındakini her zaman kendinden üstün görür, alçak gönülle anlatır. Karşısındaki de Aman efendim, estağfurullah diye cevaplandırırdı.
Tüm komşular odanın konuklarıydı. Odalara adım atamayanlar da vardı. Hırsızlar, yalancılar, ırz ve namus düşmanları odalara gelemezdi. Mahallesi onlardan tiksinir kaçardı. Mahalle geniş bir aile topluluğu gibiydi.
Odalarda saz, söz, şarkı, içki ahengi olmazdı. Edebi konular konuşulur, şiire meraklı gençler usta şairlere çırak olurlardı. Şiir yazmanın usul ve kurallarını onlardan öğrenirlerdi. Okuma bilen efendiler savaş hikayeleri, Aşık Kerem, Aşık Ömer kitaplarını okurlar odadaki konuklar tarafından sessizce dinlenilirdi.
Mahalle erkekleri arasındaki ilişkiler gibi mahalleli kadınlar arasında da dayanışma aynı idi. Birbirlerine Hatun diye çağırırlar, gurur kibirden uzak davranırlardı. Kadın komşular arasında da dayanışma vardı. Öksüz ve kimsesiz kızların evlendirilmesi, çeyiz ve ev eşyası mahallece sağlanırdı. Gençler evlerinin tertip düzenini ve yemeklerin yapımını yaşlılardan öğrenirdi. Gençler ulularından öğrenmek istediklerini sabırla dinleyip öğrenmeleri gerekirdi. Bir keresinde mahalleye yeni gelen gelin kocasının pişirmesini istediği peynir helvasını pişirmeyi bilmediğini söyleyince; kocası "Ağanın hatunu Emiş bacıdan öğren" deyip çarşıya işine gitmişti. Gelin Emiş bacıya gelip, elini öpmüş hal ve hatırdan sonra helvanın nasıl yapılacağını öğrenmek istemişti.
Emiş Bacı:
-İlkin tavaya tuzsuz tereyağını koyup eritirsin.
Gelin:
-Biliyim bacı biliyim.
Bacı:
-Peyniri ufak ufak kesip tavadaki yağın içine atar eriyinceye kadar karıştırırsın.
Gelin:
-Biliyim bacı biliyim.
Bacı:
-Nişasta bulamacını ekler hafif hafif kaynatırsın.
Gelin:
-Biliyim bacı biliyim.
Sabrı tükenen Emiş bacı:
-Tamam kızım tavanın üzerine tezek koymasını da biliymisin?
Gelin:
-Elbette bacı biliyim, deyip evine döner ve helvayı hazırlar.
Akşam sofrada tezekli helvayı gören genç koca soluğu doğruca Hatunun evinde alır.
-Bacı ben seni büyük bilip karımı sana gönderdimse hata mı ettim? diye sitem eder.
Bacı olayı anlatır:
-Çağam, karın helva yapmasını benden öğrenmedi ki, kendi bildiğini yaptı, der ve örnek bir ders verir. Bu olay da gençlerin kulağına küpe olur.
Hatunlar arasında karşılıklı saygı ve alçak gönüllülük varsa da saygısız davrananlara gereken ders de verilirdi. Boynuzun kulağı geçmesini hoş karşılamazlardı.
Abdullah Ağa mahallenin ağası, Emiş Hatun da anasıydı. Yardımları ile çevrede örnektiler. Yardım yapmaya çok şükür olanakları da vardı. Yörenin varlık ölçüsü göç yolunda evi, Zorbalıda tarlasının bulunması idi.
Göç yolu Malatyadan yazlık Asbuzu yolu üzerindeki Hidayet ve Sarıcı mahallelerinden geçip, Akpınarda biterdi. Gösterişi seven, havalı olanlara: Geç ula şişme. Göç yolunda evin mi var poh derlerdi. Hamdolsun ağanın göç yolunda evi, Zorbalıda tarlası, Tohma kenarında da köyleri vardı. Bu varlıkları dışında kırk katırlık kervanı, köyden tahıl, ormandan yakacak odun gibi yerel hizmetler taşımak için de devesi vardı.
Kervan Malatyadan Halepe ticari mal götürür, oradan gereksinimi duyulan mal getirirdi. Giyim kuşamla ilgili nesneler yerli çuhalar tarafından dokunduğu için, Halepten daha ziyade ipekli kumaş ve baharat getirirdi.
Kervanbaşı Haçıveli Aloydu. Alo; gözüpek, cesur, kırk eşkiyaya bedeldi. Kervan yolu Kürecikten geçtiği için gidiş, dönüşlerde Kürecikli eşkiyanın saldırısıyla karşılaşılırdı. Alonun ünü eşkiyaca bilindiği için Alonun kervanı kazasız, belasız yolculuğunu sürdürürdü. Bir keresinde eşkiya ile üç gün çarpışma sonunda mala cana zarar gelmeden, kervandaki kimselerin de burnu kanamadan dönülmüştü. Alo Halepe giderken komşuların oradan istediklerini de getirirdi. Karşılık beklemeden yaptığı bu hizmeti severek yapardı. Mert ve cesur olduğu kadar özü sözü de doğruydu. Harama el sürmez, ağasına içtenlikle bağlıydı. Karısı Fatey biraz uçarıydı, iyi giyinip çalım satmasını severdi. Alo ona giyim kuşamında ağanın hatununa göre ölçülü olmasını öğütlerdi. Fatey, kocasına Bu yaşta giyinmezsem ne zaman giyerim diye sitem ederdi. Zengin hatunların giydikleri Kutnu fistanlara imrenirdi. Alonun her yolculuğunda Halepten kendisine kutnu fistan getirmesini isterdi. Evinin dirliği bozulmasın, Fateyin de gönlü hoş olsun diye Alo, Halepten son dönüşünde ona bir kutnu fistan getirdi. Kutnu fistan evde giyilmezdi, ya bayramlarda ya da düğünlerde giyinerek salına salına yürüyerek etrafa çalım satardı. Fatey günde birkaç kere evde fistanı giyer aynanın karşısına geçip çalımlı yürüyerek gösteriş talimi yapardı. Kadınların göz alıcı giyimleri düğünlerde belli olurdu. Fatey böyle bir günü sabırsızlıkla bekliyordu. Yakında komşunun oğlu evlenecekti, komşuları varlıklı kimselerdi. Bu nedenle düğün görkemli olacaktı. Mahalleli çağrıldığı gibi şehrin öbür varlıklılarına da okuntu gönderilmişti. Fateyin beklediği fırsat gelmişti. Kutnu fistanı giyip, kervanbaşı Alonun karısı olmanın mutluluğunu çevresine gösterecekti. Beklediği gibi de oldu. Düğünde tüm konukların gözü Fateyin üzerindeki fistandaydı. Hayran hayran bakıp Komşu nereden aldın? dediklerinde övünerek kısaca Halepten derdi. Konukların imrenmeleri bir yana ağanın karısı Emiş Hatun öfkeden alı al moru mordu. Akşam ağanın evinde kıyamet koptu. Hatun, ağaya sitem üstüne sitem ederek, Sen ağa olasın da, bana katırcı Alonun karısından daha ehven giydiresin? Senin katırcı kadar gücün yok mu? dedi. Ağlamaklı bir sesle Düğünde üzerimdeki değersiz giysilerden utandım diye sitem etmişti. Ağa sessiz kalmış karısının sitemini haklı bulmuştu. Akşam yemeğini küs içinde yiyen ağa erkenden yatsı namazı için evden ayrıldı. Namaz dönüşü odaya geldiğinde her zaman olduğu gibi oda yine tıklım tıklım kalabalıktı. Günün konusu da düğündü. Ağa camiye giderken hizmetlilere ocaktaki ateşin diğer günlerden daha fazla yakılmasını tembihlemişti. Ocakta ateş gürül gürül yanıyordu.
Bir ara Abdullah Ağa, Aloya:
-Alo sen Halepten gelirken Fateye ne getirdin? diye sordu.
Alo:
-Kutnu fistan getirdim ağam.
Ağa:
-Hele şu fistanı getir de biz de görelim? deyince, Alo baş üstüne diye cevap verip seğirterek fistanı getirmeye gitti.
Odadakiler evlerinde öyküsünü duydukları kutnu fistanı görmeyi merakla beklediler. Alo fistanı getirince Ağa fistana bakmadan:
-Çok güzel! Bu fistanı kaça aldın?
Alo:
-İki mecidiyeye ağam!..
Ağa, hırsla:
-At o fistanı ocağa, at o fistanı ocağa, deyince Alo çekinmeden fistanı ocakta yanan ateşin üzerine attı. Ocakta yanan odunla birlikte kutnu fistan ve Fateyin hevesi de alev alev yandı.
Bu sefer ağa Aloya:
-Al şu iki mecidiyeni! Bak Alo. Ne benim, ne senin ve ne de diğer komşuların karıları için Halepten böyle bir fistan getirdiğini bir daha duymayayım. Fistanı gören bizim hatun isteyebilir. Benim iki mecidiyelik fistanı giydirmeye olanağım var. Ama bu olanağa sahip olmayanların evlerinde mutsuzluğa ve mahallenin de dirliğinin bozulmasına neden olursun..
AÇIKLAMALAR:
1) Hikaye ve yaşam biçimi yaşlı hemşehrilerimden derlediğim yaşanmış bir olayı anlatır. İsimler değişiktir.
2) Göç yolu eski bir yoldu. Şehirle(Eskimalatya- Battalgazi) yazlık Asbuzu (Malatya)yu bağlardı. Eski Malatya ile şehir arasındaki yol, Sivas şosesi (Papur yolu) sonradan yapılmıştır.
3) Kutnu: Pamuk ve ipekle karışık dokunmuş desenli, kalın ve ensiz kumaş çeşidi.
(*) Aziz Azmi Fenercioğlu, 1919da Malatyada doğdu. Fenercizade İsmail Hakkı Begin oğludur. Annesi Nafiye Hanımdır.
1931de Malatyadaki İzzetiye Mektebi (şimdiki Gazi İlköğretim Okulu)ni, 1935de Malatya Lisesinin orta kısmını, 1938de de Sivas Öğretmen Okulunu bitirdi. Fark imtihanlarına girerek Mersin Lisesinden mezun oldu. 1938de o zamanlar Malatyaya bağlı olan Besni kazasının Dumlupınar İlkokulu'na tayin edildi. 1941de Malatya Cumhuriyet İlkokulu, 1942de Malatya Fırat İlkokulu, 1945de Malatya İnönü İlkokulunda öğretmenlik yaptı. Bu ara askere gitti. 1946da Gazi Eğitim Enstitüsünde öğretmenlik eğitimini sürdürdü. 1948de Gazi Eğitim Enstitüsünü bitirdi. 1948de Maraşta, 1952de Malatyada İlköğretim Müfettişliği görevlerinde bulundu. Bir ara, İşçi Sigortası Adana Şubesi İşverenler Şefliği görevini yürüttü. 1956da İçel Milli Eğitim Müdür Muavini görevi ile tekrar Milli Eğitim camiasına katıldı. 1958de İçel Milli Eğitim Müdürü oldu. 1960da Tunceli Milli Eğitim Müdürlüğüne getirildi. Tunceli Beden Terbiyesi Bölge Müdürlüğü yaptı. Maraş Öğretmenler Derneği Başkanı görevinde bulundu. Malatya İlkokul Öğretmenleri Yapı Kooperatifi Başkanlığı, Mersin Tüccarlar Kulübü Başkanlığı ve Mersin Öğretmen Yapı Kooperatifi başkanlığı gibi sosyal hizmetlerde faaliyet gösterdi. Atlı sporları sever, antika koleksiyonculuğuna meraklıdır.
Bazı şiir ve yazıları Tanrıdağı ve Kürşat mecmualarında neşredilmiştir. Fransızca bilir. Emekliliğine yakın Ankara Hukuk Fakültesini bitirmiş, Ankara Barosuna bağlı olarak avukatlık yapmıştır.
Halen eşi Sevim Hanım (1928 Konya doğumlu, Resim öğretmeni, kızlık soyadı Çokesen), 1950 doğumlu kızı Fatoş, 1953 doğumlu oğlu Ali ve torunları ile birlikte Ankarada ikamet etmektedir. (Kaynak: Dr. Osman Nebioğlu. Türkiyede Kim Kimdir? Yaşayan Tanınmış İnsanlar Ansiklopedisi, Nebioğlu Yayınevi, İstanbul)