Niyazi DOĞAN
dogannd@gmail.com
Seçilmiş ya da atanmış yerel kamu yöneticilerinin öncelikli görevleri yönettikleri şehirlerin sorunlarına çözüm üretmek / şehirlerin geleceğe yönelik yürüyüşünde yoldaki engelleri ortadan kaldırmaktır.
Ama Malatya’da süreç son yıllarda tam tersine işliyor.
Yerel kamu yöneticileri çözümün aktörü / parçası olmak yerine bu şehre sorun üretme konusunda bir hayli parlak performans sergiliyorlar.
Maşallahları var yani.
İhtiyaçlar hiyerarşisi disiplini içinde sorunları çözmekle mükellef tepe yöneticiler, sahip oldukları ve hazmetme kapasitelerini bir hayli aşan yetki başlarını döndürüyor olsa gerek, şehrin sorunlarını çözmek bir yana, şehrin ayaklarına pranga vurarak ilerlemesinin önünü kesmenin mücadelesini veriyorlar adeta.
Şehir, enerjisini gelişmeye / bir ileri aşamaya değil, her biri ‘Kötü Yönetim’ dolayımında birer yüksek lisans ya da doktora tezinin öznesi olabilecek nitelikteki kamu yöneticilerinin kişisel hırs ve hesaplaşmalarından kaynaklanan ‘İmal Edilmiş Sorunlar’ girdabında boğulmamaya harcamak zorunda kalıyor.
İmal edilmiş sorunların bir varlık amacı var elbette.
Durduk yere, yöneticilere meşgale yaratsın, mesai saatlerini doldursun diye ya da yöneticilerin beceriksizliğinden üretilmiyor bu sorunlar. Tam tersine bu yöneticilerin beceri ve kabiliyet katsayıları kimi alanlarda o kadar yüksek ki, üretilen sorunlar şehrin ayaklarına pranga vururken, bu durumu mükemmel bir kamu yöneticiliği örneği olarak pazarlayabilmektedir.
Herşeyden önce bir misyonu var imal edilmiş sorunların.
Ama bu misyon Malatya’ya / kamuya hizmet endişesi ile kurgulanmış değil. Kurgu farklı.
Çünkü Malatya’ya hizmet kamu yöneticilerinin bilerek ve isteyerek yeni sorunlar üretmesiyle değil, şehrin yapısal sorunlarına çözüm üretmek ve çözüm perspektifi ortaya koymakla olur.
Kentsel yönetim politikaları açısından değerlendirildiğinde kentleşme süreçlerini bir kamu hizmeti olmaktan çıkarıp bu sürecin hemen her aşamasını ticarete / paraya tahvil eden yönetim anlayışı Malatya’da halka ait hemen her varlığı özelleştirme ya da 50-100 yıllık kiralama adı altında halktan koparmakta, kentin ortak varlıklarını sermaye gruplarının emrine vermeyi kendine temel ilke edinmektedir.
Şehir-İnsan ilişkisini toplumcu ve ekolojik ahlak ilkeleri doğrultusunda dizayn ederek insanca bir eko-sistem kurmak yerine, şehrin tüm ortak zenginliklerini kamu yöneticilerinin keyfi tutum ve sınır aşan yetki kullanımı ile belirli sermaye gruplarının tekeline sokma politikası girişte vurguladığımız gibi Malatya’da imal edilmiş sorunlar üzerinden şehir rantının sermaye gruplarına kanalize edilmesini sağlamaktadır.
Küreselleşme politikalarının Malatya özelindeki yansımaları yerel kamu yöneticilerinin de özel çabasıyla Malatya’yı tam anlamıyla bir paylaşım sahasına çevirmiştir.
Yasaları hatta Anayasa’yı bile yok sayan, başına buyruk / hesap vermez / hesap sorulmaz / T.C. mahkemelerinin kararlarını tanımaz ve uygulamaz / kent yönetiminde kendi özel hukukunu oluşturan / buna karşılık bir şehir efsanesi olduğunu düşündüğüm ‘Başbakanın özel müzaheretine sahip olmak’ propagandası ile Malatya’yı Türkiye Cumhuriyeti hukuku müktesebatının dışında özel bir hukukla yöneten kamu yöneticisi tipinin gücünü arkasına alan sermaye grupları Malatya’nın kolektif zenginliklerini ele geçirmekte, şehir, toplumsal eksenli uygulamalar yerine, yedeğine parayı ve iktidarı keşfetmenin dayanılmaz zevkini yaşayan sözde İslami kimliğe sahip / yozlaşmış vakıf ve cemaatleri de alarak sadece ve sadece daha fazla para / daha fazla kâr / daha fazla sermaye birikimi amaçlayan küresel kapitalist sistemin vandal politikalarına mahkûm edilmektedir.
Bu politikalar geniş halk kitlelerini toprağından suyundan ederek fakirleştirmekte, bu da yetmemekte özel hukukla koruma altına alınan sermaye gruplarının ekonomik etkinliklerinin faturası yoksul kesimlerin sırtına yüklenmektedir.
Buraya kadar zihinsel yapısını aktarmaya çalıştığımız Malatya’daki kamu yöneticisi tipinin son yıllarda yarattığı / imal ettiği en ciddi sorun yüzyıllar boyunca Malatya köylüsü tarafından kullanılan mera ve yaylaların hoyratça bir tutumla halkın elinden alınıp, büyük sermaye gruplarına satılması ya da 49 yıl gibi satıştan farksız kiralamalardır.
Malatya’nın mera ve yaylaları satılıyor / kiralanıyor / yok ediliyor.
Soykırıma uğruyor Malatya yaylaları ve meraları.
Kuşaklar boyu Malatya köylüsü tarafından kullanılan / kırsal kalkınma ve köy ekonomisinin en önemli unsurları olan mera ve yaylalar, devlet gücünü kötüye kullanan yerel kamu yöneticilerinin ürettiği formüllerle / devlet zoru ile asli sahiplerinin elinden sökülüp alınıyor / köylü bir kuzusunu / bir keçisini otlatacak birkaç metrekare yeşil alandan bile mahrum ediliyor acımasızca.
Onbinlerce dönüm mera arazisi otomotivciye / inşaat müteahhidine / işadamına sözde büyükbaş hayvancılık yapmak üzere satılıyor / kiralanıyor. Devletten büyükbaş hayvancılık yapmak vaadiyle trilyonlarca liralık krediyi alan sermaye grupları köylünün kolektif malı olan meraları çevirmekte, hayvancılık faaliyeti olarak ise, ilgili mevzuata göre bulunmaları gereken noktanın çok gerisinde bir noktada sözde büyükbaş hayvancılık yapmaktadırlar.
Ama asli işi küçük ve büyükbaş hayvancılık olan Malatya köylüsü yüzyıllar boyu kullandığı merasından sürgün edilmekte / trilyonlarca liralık krediyi kasalarına koyup yürüttüklerini iddia ettikleri büyükbaş hayvancılık projeleri ile bugüne kadar şehir ekonomisine tek kuruş kazandırmayan / zaten hayvancılıkla ilgisi olmayan / öncelikli amaçları devletin bu alandaki kredi musluklarına ağızlarını dayamak olan şirketlerin inisiyatifine terk edilmektedir.
Hayvancılıkla uzak yakın ilgisi olmayan sermaye grupları trilyonlarca liralık hayvancılık kredisi kullanırken, Akçadağ’da Arguvan’da Hekimhan’da, köylünün 5000 TL kredi çekme isteği karşısında Ziraat Bankası 1000 küçükbaş hayvanı, yüzlerce dönümlük araziyi teminat olarak kabul etmeyerek devletin kimin yanında olduğunu göstermektedir.
Elllerinde kalan birkaç bin küçükbaş hayvanı Akçadağ, Arapgir, Arguvan, Doğanşehir, Hekimhan ve diğer ilçelerin ya da Malatya merkezdeki yaylalara çıkaran Malatya köylüsü meralarının yanısıra yaylalarından da sürgün edilmektedir.
12 Eylül yönetiminin insansızlaştırdığı / bıyıklarını çekmediği çoban bırakmadığı Akçadağ yaylaları bugün mermer fabrikalarının doğa katliamına ve özelleştirme hoyratlığına sahne olmaktadır.
Yayla yeşil ve su demektir.
Ama utanç vericidir insanlık ve ekolojik ahlak adına:
Akçadağ yaylalarında tek bir pınar bırakılmamış. Hepsi mermer şirketlerinin patlattığı dinamitlerle yok edilmiş / avuçlarınıza doldurup kana kana içtiğiniz buz gibi güzelim su pınarlarının kaynakları kaybedilmiş.
Toprak kirletiliyor / tertemiz yeşil yaylalarımız tertemiz geçmişinden koparılıp kirli geleceklere savruluyor.
Düşünebiliyor musunuz Malatya yaylalarında artık su yok.
Su yoksa hayvancılık da yok / üretim de yok. Kısacası su yoksa hayat da yok
Malatya yaylaları hem ticari şirketlere arazi niyetine satılmakta / köylüye bırakılan daracık alanlar ise hayatsızlaştırılmaktadır.
Yaylasındaki su havuzu için sırtında çimento taşıyan köylü şimdi o havuzun yakınına bile yaklaştırılmıyor.
Tüm yaylalar çevrilmiş tellerle / elektrikli tellerle.
Köylünün yaylası / merası tutsak edilmiş / köylünün yaşama ve kendini gerçekleştirme hakkı gasp edilmiş.
Yüz kızartıcı bir gerçek var karşımızda:
Yaylacılar su ve yeşil demek olan yaylalarda hayvanları için kilometrelerce uzakta tankerle su taşıyor yaylaya.
Hasbelkader yolu Akçadağ yaylarına düşen bir insan, kavurucu sıcakta yüzüne serpeceği tek damla su bulamamaktadır.
Mermer fabrikaları pınarların kaynağını kurutmakla kalmamış, vurdukları sondaj kuyuları ile yaylaların derelerini kurutmuş.
Yeşilin her tonunun bulunması gereken yaylalar böylelikle adım adım viraneye dönmekte, şirketler için kiralanacak arazi vasfına bürünmektedir. Özetle ekolojik denge alt-üst durumdadır.
Yaylaya çıkan köylü artık isyandadır mera ve yayla satışlarına karşı:
Akçadağ'ın kekik kokulu Şed, Karacadağ ve Karadağ yaylarında Kürecikli köylü önce AKP'nin hakkını teslim ediyor sonra yaşadıkları adaletsizlik karşısındaki haykırışını dile getiriyor “Biz AKP'ye oy vermedik, bundan sonra da vermeyiz. Ama hakkını teslim etmek lazım adil olmak adına. Bu yaylalarda köylünün sırtında jandarma dipçiği eksik olmazdı. AKP geldi ve en az 5 yıldır biz buraya güvenlik konusunda en ufak bir endişe yaşamadan geliyoruz. Ama bu defa elimizden yaylalarımızı, meralarımızı aldılar. Bizi, yaylalarımızı mermer şirketlerine kurban vererek tek damla suya hasret bıraktılar. Yaylalarımız Kerbela'ya döndü adeta. On yıl önce burada 100 binden fazla küçükbaş hayvan varken, bugün birkaç bine düştü bu sayı. Çünkü hayvanlarımızı otlatacak yer bırakmadılar. Kuzuları bir yılını tamamlamadan kesime göndermek zorunda kalıyoruz. Çünkü meralarımızı satıyorlar üç otuz paraya ve hayvanlarımıza yaşama alanı bırakmıyorlar. Bizi, hayvancılığı bırakmaya zorluyorlar. Bizim gidecek yerimiz yok. Burada doğduk burada öleceğiz. Gerekirse cezaevine girmeyi göze alacağız ama topraklarımızdan sürülmeyi kabul etmeyeceğiz. Ceza verirlerse istirahat, sürerlerse seyahattir bizim için”.
Kekik kokulu yaylanın isyanıdır bu. Kamu yöneticileri köylünün mera ve yaylalar konusundaki tepkisini anlamak zorundadır.
Empati kavramını moda kavram olmaktan çıkarıp hayatın içinde dolaşıma sokmak gerekiyor acilen.
Kendine ait yaylasında, merasında parya konumuna düşmenin zilletini yaşamaktansa cezaevine düşmeyi göze alan insanı anlamak adına empati, hemen şimdi. Ve ardından, yayla ve meraları gerçek sahiplerine iade etme süreci...
Doğanşehir’de insanlar meralarının ellerinden alınmasına isyan ediyor. Yol kesiyorlar / demokratik tepkilerini ortaya koyuyorlar. Amirinin talimatıyla sayın kaymakam tehditler savuruyor demokratik ve hukuksal hakkını kullanmak isteyen köylüye. Kısa süre sonra ise beklenen oluyor ve mera talanları köylüyü birbirine düşürüyor, kavgalar, ağır yaralanmalar, düşmanlıklar, kan davaları… Mera kiralama uygulamalarının geldiği nokta işte bu...Yarın bu kavgalar büyür bir insanımız (Allah korusun) mera kavgaları yüzünden yaşamını kaybederse bunun sorumlusu kim olacak? Hesabını kim verecek? Bu soruların cevabını verecek bir zat var mı?
Tüm bunlara karşılık Malatya’yı yöneten kamu yöneticileri kapalı kapılar ardında mera ihaleleri yapmaya devam etmektedir. Türkiye’de Nükleer Santral ihaleleri gibi son derece stratejik ihaleler kameralar önünde yapılırken Malatya’da mera ihaleleri derin devlet sırları korunuyormuşçasına gizlilik içinde sürdürülmektedir.
Murathan Mungan’ın dediği gibi: Türkiye’de herşey olunur ama bir tek rezil olunmaz.
Malatya bir zamanlar, bürokratları binlerce yıllık tarih ve geleneği ile terbiye ederek büyük şehirlere gönderirdi.
Şimdi kaderi başbakanın iki dudağı arasında olan bürokratlar Turgut Özal ve İsmet İnönü gibi iki cumhurbaşkanı yetiştirmekle övünen Malatya’yı terbiye ediyor!
Nereden nereye...
Son sözü burada Kızılderili Şefi Seattle’a bırakmak yerinde olacaktır:
1855 yılında ABD Başkanı Franklin Pierce yazdığı bir mektupla Amerika’ya gelen beyaz göçmenlere toprak bulmak amacıyla Kızılderililer’den toprak istemiş ve "bu isteği kabul edilecek olursa Kızılderililere rahatlıkla yaşayabilecekleri bir bölgenin ayrılacağını bildirmiştir. Topraklarının büyük bir bölümü zaten beyazlar tarafından zorla ellerinden alınmış olan Duwarmish Kızılderililerinin Reisi Seattle’ın cevabı mektup olarak ABD başkanına gönderilmiştir. Mektubun aslı Amerika, Seattle, Squamish Müzesi’nde korunmaktadır.
İnsan ve doğa ilişkisine dair çağlar aşan bir manifesto niteliğindeki bu metin UNEP (Birleşmiş Milletler Çevre Koruma Teşkilatı) tarafından da çevre üzerine şimdiye dek bilinen en güzel ve en içten anlatım olarak tanımlanmıştır.
İşte, özellikle ‘Ben Malatya’daki cansız varlıkların da valisiyim’ şeklindeki bir söylem geliştiren ancak söylem-eylem örtüşmesi konusunda ciddi çelişkileri olan Malatya Valisi Ulvi Saran’ın dikkate alması, hatta tam metnini internetten indirip çerçeveleterek makamına asması gerektiğini düşündüğüm Kızılderili Şefi Seaattle’ın o uzun mektubundan çok çarpıcı birkaç pasaj:
Şu gerçeği iyi biliyoruz: Toprak insana değil, insan toprağa aittir! Ve bu dünyadaki her şey, bir ailenin fertlerini birbirine bağlayan kan gibi ortaktır ve birbirine bağlıdır. Bu nedenle de dünyanın başına gelen her felaket insanoğlunun da başına gelmiş sayılır! Bildiğimiz bir gerçek daha var: Sizin Tanrı’nız bizimkinden başka bir Tanrı değil! Aynı Tanrı’nın evlatlarıyız. Ve Kızılderililer gibi Tanrı da toprağa değer verir. Toprağa saygısızlık, Tanrı’nın kendisine saygısızlıktır. …
Bir Kızılderiliyim ve anlamıyorum… Gökyüzünü toprağın sıcaklığını nasıl satın alabilirsiniz ya da satarsınız? Bunu anlamak bizler için çok güç! Bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır. Çam ağaçlarının parıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, beyaz kumsallı sahiller, karanlık ormanlar ve sabahları çayırları örten buğu, halkımın anılarının ve geçirdiği yüzlerce yıllık deneylerin bir parçasıdır.
Washington’daki Büyük Beyaz Reis, bizden toprak almak istediğini yazıyor! Bu bizim için büyük bir fedakarlık olur. Büyük Beyaz Reis, bize rahat yaşayacağımız bir yerin ayrılacağını, bize babalık edeceğini, biz Kızılderililerin ise onun çocukları olacağımızı söylüyor. Bu önerinizi düşüneceğiz! Ama gene de bunun kolay olmayacağını itiraf ederim. Çünkü bu topraklar, bizim için kutsaldır. Nehirler ve ırmakların suyu, bizim için sadece akıp giden su değildir; atalarımızın kanıdır aynı zamanda. Bu toprakları size satarsak, bu suların ve toprakların kutsal olduğunu çocuklarınıza da öğretmeniz gerekecek. Biz, nehirleri ve ırmakları kardeşimiz gibi severiz! Siz de aynı sevgiyi gösterebilecek misiniz kardeşlerimize? Biliyorum, beyazlar bizim gibi düşünmezler! Beyazlar için bir parça toprağın diğerlerinden farkı yoktur. Beyaz adam topraktan istediğini almaya bakar ve sonra yoluna devam eder. Çünkü toprak beyaz adamın dostu değil, düşmanıdır! Beyaz adam topraktan istediğini alınca, başka serüvenlere atılır. Beyaz adam, annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne alıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir! İnsan bir su birikintisinin etrafında toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların ve doğanın seslerini duymadıkça, yaşamın ne değeri olur?