Av. Selami Yücel
selamiyucel@hotmail.com
Sebze ve meyve konusunda uzman olmadığımı en başta söylemeliyim. Ziraatçı da değilim. Ancak damak lezzetinden anlarım, neyin kaliteli neyin kalitesiz olduğunu az veya çok hisseder ve yorumlarım. Benimki sadece bir durum tespiti. Gerisini çiftçilere, iş adamlarına, ziraatçılara bırakıyorum. Belki yazımdan bir hisse kaparlar.
Uzun zamandan beri bu konuda yazı yazmak istiyordum, başka yazılar gönlüme doğduğu için onları yazdım ve yayınladım. Bu konu üvey evlat gibi kaldı. Bir ilde Belediye Başkanı nasıl olmalı, diye bir yazı yazacaktım ama Malatya’nın o meşhur sebze ve meyvelerine ayıp olacak diye yazımı şimdilik erteledim. Nasıl olsa seçimlere daha zaman var. Kısmetin önüne hiçbir şey geçemiyor.
Yeşil Malatya’da merkezde çocukluğu yemyeşil ortamlarda geçen en son kuşak olarak Allah’ıma ne kadar şükretsem azdır. Her taraf su, her taraf sebze ve meyve, her taraf yeşillik ve çimenlikti, her şey doğaldı. Suni gübre bile çıkmamıştı. Bizler gibi kurtlar, kuşlar, leylekler, kırlangıçlar, keklikler, tavşanlar, kargalar olabildiğince mutlu idiler. Daha ne diyeyim tarihin başlangıcından itibaren ve Evliya Çelebi’den sonra Malatya, suyu ile, doğası ile, havası ile benim doğmamı beklemiş. Ondan sonra bir imar tufanı çıktı; her taraf yer ile yeksan oldu. Aspuzu bağları tarumar oldu. Tarumar edenlerin elleri, kolları, ayakları kırıla, ğumsa olalar diyeceğim ama gönlüm razı olmuyor. Başka yerden belalarını bulsunlar. İlk defa yazılarımda bedduaya yeltendim. İleride beddua edebilirim. Ne yapayım yüreğim ancak böyle soğuyabilir, yüreğimin başı ezik. Demek ki Malatya’lıya bunu reva görenler hak etmiş. Her şeye rağmen hemşehrilerim şaşkın ördek gibi aynen yola devam ediyorlar. Ne diyeyim Allah onları ıslah ede. Cennet adına yola çıkıp da sorgu sual sonucunda onlara cehennem çıkmaya. Sütü üfleyerek içmek marifet değil, önemli olan kul hakkını yememektir.
Evliya Çelebi Malatya’ya gelmiş, meyvelerimizi sebzelerimizi, yeşilliğimizi öve öve bitirememiş. Tekrarda fayda yok. Velhasıl Evliya Çelebi’ye göre Malatya cennetten bir köşe. Havası hoş, meyvesi hoş, erkekleri hoş, avratları vefakâr, misafirperver ve cefakârdır. Evlerine ve eşlerine bağlıdırlar. Tabii ki bu arada Malatya’nın sularından da bahsetmek lazım. Evliya Çelebi zamanından atlayarak gelin benim Malatyam’daki çağalığıma gelelim.
MALATYA NE İDİ?
Yüksek katlı apartmanlar yapılmadan önce Malatya’nın her tarafından kaynak suları yer yüzüne çıkardı. Teze Caminin suyu kendiliğinden kaynar; küçük bir demir fanustan fokurdayarak abdest suyu olurdu. Bu kaynaklardan biri de Babuğdu’da dayımın bahçesinden çıkan kaynak suyu idi. Bu su kaynadıktan sonra dere olur nazlı nazlı akar, dabakçıların istifadesine ikram edilirdi. Bir de girişte iki katlı rençber damı vardı. Ara sıra oralara piknik amacı ile giderdik. Bu yer şimdiki Eski Sanayi Çarşısı'nın alt tarafında demiryolu güzergâhına isabet ederdi. Yakın zamanlara kadar bu su yer yüzüne çıkarmış. Malatya’da araba ile oradan geçerken arkadaşım bana dönerek “Buradaki suyu şebekeye kattılar” dedi. Herhalde su şebekesi değil kanalizasyon şebekesidir. Allah’ın adamları nasıl becerdiler bilemiyorum; Malatya’nın tüm yeraltı sularını bir boşluğa ve kanalizasyon şebekesine vermişler. En son Babuğdu suyu kalmıştı, onu da becermişler, körletmişler. Oysa bu su kenarına 1950 li yıllarda oradaki bahçemize piknik yapmaya giderdik.
Hiç unutmam bir gün dayım rençbere söylemiş; Leblebici Sokağındaki evimizin önüne tek atlı bir yaylı geldi. Kadınlar ve çocuklar yaylıya bindik. Büyükannem(annemin annesi) ise en son bindiği için yaylının sol tarafına yerleşti. Anneannem yüz on kilo civarında idi, ayakları ağrıdığından sağa sola yalpalayarak yürürdü. Dayım rençberin sürücülüğü eşliğinde bizi yolcu etti. O zamanın Malatya’sının yolları su yolları olarak kabul ettiğimiz yollar veya çok dar yollardı. Yolların kenarları çalılarla kaplı idi. Türkülerde de geçer ya; kara çalı bana aman vermiyor, etrafıma dikenli çalılar sıralanmış diye. Malatya’lılar bahçelerin etrafını dikenli çalılar ile koruma altına alırlardı.
Hedef Leblebici sokağından ver elini Babuğdu. Çalılı ince yollardan ilerler iken bir yere geldik ki, at parladı. O dar dikenli Malatya yollarından hızla ilerledi. Sürücü ata pırs diyor, dizginleri çekiyordu; amma velakin at zapt olmuyordu; olmuştu bir taksi, biz de arabanın içinde yalpalıyorduk. En sonunda araba Babuğdu yakınlarında bir çalı kenarında dengeyi kaybetti ve at dikenli çalılarla kucaklaştı, çalıların üzerine yattı, ancak araba şişman büyükannem sayesinde devrilmedi. Bizler hemen çintiyan gibi arabadan atladık. Araba devrildi devrilecek, at zaten çalıların göğsüne çoktan yerleşmişti. Biz anneannemi düşünüyorduk, araba da çalı ile kucaklaşırsa her şey olabilirdi, yaşlı kadın birkaç takla atabilir mutlaka yaralanırdı. Büyükannem yavaş yavaş yaylıdan kalktı, arabanın binme basamağına birinci adımı attı, araba şöyle bir sallandı. İkinci adımı da attı gene şöyle bir sallandı. Onun inmesi ile birlikte yaylı arabası da atın yanına yattı. Herkes toplanmıştı. En sonunda at arabadan kurtarıldı, herkes derin bir nefes aldı.
Zamanla Babuğdu'daki bu su kaynağının başına keyifçiler musallat olmuş. Bir gün oraya gittik ki, çakallar oraya tünemiş. Dayım bir çalı kuşağı çekti bağırarak hepsini dağıttı. Daha sonra da kaynağın yanına gelmesinler diye karın bumbar ve bağırsak doldurmuş. Hey gidi Malatya nereden nereye? Bu bahçenin yerine sanayi sitesinin yapılmasından dolayı dayıma sekiz adet dükkân vermişler. Malatya’nın her köşesi böyle hikâyelerle doludur. Yukarıda da dedim ya bu sular, bu yeşillikler, bu bahçeler, bu tabiat gitti mi gitti !
Evliya Çelebi Malatya’yı az bile övmüş. Malatya sebze, meyvecilik ve de onların lezzeti açısından değil Türkiye’nin, dünyanın bir numarasıdır. Suyu hoş havası hoş, toprakları hoş, insanları hoştur. O ne güzellik o ne haşmet, o ne lezzet, o ne yeşillik, o ne su idi? Ben Cennette yaşadım ya, gerisini boş ver. Gelenler kendilerini düşünmedikten sonra bana ne? Varsın yeşillikleri katletsinler, apartmanlar diksinler, rant peşinde koşsunlar işte onlar zaman gelecek kendi yaptıklarından bile utanacaklardır.
Değer verdiğim bir tespit vardır. İnsan sonradan değişmez. Çağalığında ne ise hayatında da odur. Onun değişimine sebep şartlarının değişmesidir. Zengin olur ise kasılabilir, makam mevki sahibi olur ise şaşırabilir, fakir ise el ayak, etek öpebilir. Bu durum onun karakterinin dışa yansımasıdır, onun karakterinin değişikliği değil. Aslıh-u ve nesluh-u demişler.
Bu yazımda, gerek yöresel tabirler olsun gerekse de diğer tabirler olsun anlamını vermeyeceğim. Merak edenler arasın bulsun. Şimdi çocukluğumun sebze ve meyvelerini tanıtmaya çalışayım. Bu gün o meyve ve sebzeler olsa normal fiatının on katını vererek alırım. Onlarda suni gübre yoktu, GDO yoktu, suni tohum yoktu.
Gelin; o güzelim Malatya’nın meyvelerini ve sebzelerini tanıyalım.
NAHNA (LAHANA): O Malatya’nın nahnaları ne idi yarabbim? Orta büyüklükteki bir nahna ortalama yirmi kilo çekerdi. Diğer yerlerin nahnaları bizim nahnamıza göre minyatürdü.
Nahnalar Malatya’nın iki yöresinde yetişirdi. Birincisi Orduzu nahnası, ikincisi de Çarmuzu nahnası. Yeri gelmişken Teze Cami ve Söğütlü caminin tuvaletlerinden bahsetmem lazım. Malatya’da su bol ya; bir derenin üzerine tuvaletleri yapmışlardı. Affedersiniz hacetlerinizi suyun üzerine yapardınız, suda doğallığı ile onları ta Çarmuzu’ya kadar götürürdü. Tuvaletlerin iki üç kabini de çimme yeri olarak ayarlanmıştı. Fakir fukara ve gençler ne yapsınlar o kabinlerde çimerler abdest alırlardı. Malatya Belediyesinin de buna benzer bedava çimme yerleri hazırlaması lazım. Benden söylemesi sevaba girerler. Şimdiye kadar benim söylemlerinin hep tersini yaptılar. Kendileri bilir.
Akarsu boşa mı gitsin ? Çarmuzu’lular, o suyu meyve ve sebze yetiştiriciliğinde de kullanırlardı. Zaten gübresi de hazır. Çarmuzu’da bir nahna yetiştirirlerdi ki bazan tanesi elli kilo gelirdi. Orduzu nahnaları bizim tercihimizdi. Çünkü: Temiz su ile sulanırdı. İşi bilenler bir iki incelemede nahnanın Çarmuzu'ya mı ait yoksa Orduzu’ya mı ait olduğunu şıp diye anlarlardı. Arasanın oradaki nahnacılara sorulduğunuzda şıp diye cevap hazırdı “Orduzu nahnası”.
Başkalarının yalancısıyım. Çarmuzu nahnalarını taş arabaları ile Malatyalı pazara getirirdi. Bazan nahnaya Orduzu Nahnası süsü vermek için Çarmuzu’lular Orduzu yolundan nahnaları şehere getirirlermiş. Alınan nahnaların büyüklüğünden dolayı nahnalar bir hamala veya at arabacısına verilirdi. Yoncacılar nahna da satarlardı. O nahnaları gördükten sonra zamanımızın nahnalarına gülüp geçiyorum.
Malatya’da dolaşıyorum. Oda ne! Bir baktım ki bizim eski nahnalar Hamikoğlu sokağında bir marketin önünde duruyor. Hemen segirttim, resimledim ve de en büyüğünü aldım. Tam on yedi kilo geldi. Tabi bu nahnaların seceresini sordum; dediler ki Derende. Nahnayı zorlanarak; uflaya puflaya ablama getirdim. Ancak sabahleyin Ankara yolculuğum başladığı için o nahna küfdesini yiyemedim. Ablamın bana nahna küfdesi borcu var. İnşallah telafi ederiz. Bu sene de aynı manava uğrayarak nahnayı sordum. “Abi bu sene getirtmedik, böyük olduğu için kimse almıyı” dedi. Allahınıza gurban mevsim kış. Alın nahnayı balkona koyun yaprak yaprak kopararak yiyin için, gününüzü gün edin. Amma israf etmeyin.
HOCAMIZ ARMUDU: Yarabbi o nasıl lezzet nasıl bir azametti; her biri ortalama yedi yüz elli gram çekerdi. Şeker, lokum, incir yanında halt etmiş. Arğa’lılar durmasın hocamız armuduna dönmeye başlasınlar. Çırmıktı ve Kündibek’te hocamız armudu bulunduğunu söylüyorlar. Arğa armudu da lezzetli amma velakin o armut hocamız armudunun torunu durumunda, minnacık. Hocamız armudu şekil olarak da Arğa armuduna benzerdi. Arğa armudunu on rakamı ile çarp eşittir Hocamız Armudu. Erdoğan Altürk’ün böyükanası hocamız armudunu eline alır çocukları etrafına toplar ve bu armudu kim ısırabilirse ona vereceğim dermiş. Ama her zaman da kazanan böyükana olurmuş.
LEYMUN ARMUDU : Tadının ekşi olmasından dolayı bu adı almıştır. Bol sulu ve yürek soğutan bir armut türü idi. Isırdığın zaman foş diye kulağınıza bir ses gelir,suyu çenemizden aşağıya akardı. Yuvarlak tipte küçücük bir amuttu. Şimdi buna benzer armutlar var ama tadı bana farklı geliyor. Kış armudu ve Bey Armudu dediklerimiz armut cinsleri de vardı ama leymun armudunun yeri başka idi.
ĞORUM TUDU: Kusura bakmayın isimleri meyve ve bitkilere ayıp olmasın diye değiştirmiyorum. Yöresel söylendiği gibi kaleme alıyorum. Sizler de değiştirmeyin. Bu dutumuz siyah dut dediğimiz duttur, ancak tadı tatlı değil ekşimtıraktır. Tüm dertlere devadır. Malatya’da çok az yerde kalmıştır. Aliya halamlarda halen mevcuttur. Tadına bakmayı çok severim. Geliştirilmesi gereken bir meyvemizdir. Kıllı tud ve de çekirdeksiz dutlarımız da vardı. Bu dutlardan değişik ürünler elde edilirdi.
DAVİN VE PATPAT AĞACI: Patpat ağacı geniş yapraklı bir ağaçtı, dallarının içi ise süngerimsi bir tabaka ile dolu idi. Onun için bu ağaca patpat ağacı derlerdi. Uygun dalları keser içini boşaltır davin atacağı olarak kullanırdık.
Davin dağlarda yetişen bir çeşit meyve idi. Kahverengi, çekirdekleri vardır. Davini ağzımıza atar, meyve kısmını yer, çekirdeklerini de davin atacağı sayesinde üfleyerek fırlatırdık. İyi bir davin atacağı sayesinde hele üfürmeyi de bilirsen çekirdeği on metreye kadar fırlatabilirdin.
Bir gün hiç unutmam davin çekirdeğini ağzıma almış, vuracak av bekliyordum. Uzaktan bir naylon araba geliyordu, arabacı da arabayı ayakta sürüyordu. Tam yanımdan geçerken elektrik direğinden nişan alarak üfledim. Tam düşündüğüm yerden arabacının yanağından vurdum. Arabacı arabadan indi beni yakalamak için. Bir ok gibi yerimden fırladım. Selami’yi kim yakalaya ? En önemli oyuncaklarımızdan biri de davin atacağıydı.
MALATYA TAMATESİ (DOMATES): Kusura bakmayın o domates rahmetli olmuş. Malatyayı çarşı pazar dolaşırım. Geçen sene dolaşırken bir baktım ki Malatya'nın meşhur domatesi. Hemen balıklama atladım. Bir yoklama yaptım ki biraz sertçe. Resimledim ve eve geldiğimde salatasını yaptık ki eski lezzette değil. Demek ki suni gübrelerle falan feşmekanla beslemişler. Malatya’da bazı kişilerde bu domatesin tohumunun bulunduğunu söylüyorlar. Yalnız bizim domatesle sadece hayvan gübresi ile beslenirdi. Bir tanesi yarım kiloyu geçerdi, yamru yumruydu. Hakiki domatesi yetiştiren olursa bana da bir kasa göndersin. Korkmayın parasını veririm. Sırık domates çıktı bizim tamatesimiz battı.
Anam mutlaka bu domateslerden alır, et makinasında çeker, kaynatır, güneşte kurutur ve bolca salça yapardı. Ondan sonra da gel keyfim gel.
MALATYA İSOTU: Urfalı’lar kırmızı bibere isot derler. Biz Malatya’lılar da yeşil bibere isot derdik. Onun için yanlış anlaşılmasın. Malatya Tamatesi ile Malatya İsotu bir bütünlük sağlardı. Bizim isotumuz dolma biber dediğimiz türdendi. İrice ve ucu ise sivriceydi. Uç tarafı genellikle tatlı damarları ise acı idi. Acı da ne acı? tatlı acı yani. Malatya’da bu biberi çoktan bitirdiler.
Ben Batman’da TPAO da çalıştım ve Hukuk Müşaviri olarak kendi isteğimle emekliliğimi istedim. Bu bakımdan Güneydoğu'yu köy köy kasaba kasaba bilirim. Sık sık da Siverek ve Urfa’ya uğrardık. Siverek'ten geçerken mutlaka durur ve oradan Urfa yeşil biberi alırdım. Niye diyeceksiniz ? Bizim Malatya biberinin birebiridir. Onlar halen isotlarını yaşatıyorlar. Batman’da meşhur bir kebapçı vardı, Çütkafa Cuma. Rahmetli oldu, şimdi o lokantayı oğlu işletiyor. İşte o lokantacı yeşil biberlerini tam Urfa’dan getirtirdi. Şimdi bile o lokanta oğul gibi işlemekte ve çalışmaktadır.
Bu arada bir gözlemimi de aktarmakta fayda görüyorum. Malatya’da artık tarım, hayvancılık, sebzecilik ve de meyvecilik bitiyor. Hepsi ağa olmuş, tüm işçiler civar vilayetlerden ve Suriye’den geliyor. Sen ağa ben ağa bu ineği kim sağa hesabı.
ŞAM ÇEFDELİSİ: Bursa'nın şeftalileri meşhurdur, amma velakin bizde de Şam Çeftelisi dediğimiz türden şeftali yetiştirirlerdi. Şimdi ona ne diyorlar, hah hatırladım Nektarin. Ancak diğer yerlerde yetiştirilen tüysüz şeftalilerle Şam Çefdelisi farklıdır. Küçüktür amma velakin lezzetlidir. Malatya Çarşısında bu Şam Çefdelisinin iki türlüsünü gördüm. Birincisi kırmızı parlak, ikincisi de bazı yerleri yeşilimtırak. Bizim Şam Çefdelilerimiz çok parlak olmazdı. Pazarda benzettiğim ve de resimlerini çektiğim şeftalilerin resimlerini de yayınlayayım. Malatya halini dolaşırken bir baktım ki Malatya Şam Çeftelisi. Kilosu da bir lira. Hemen ne kadar şeftali varsa zimmetime geçirdim. Anlayan olsa idi o şeftalileri orada bırakırlar mıydı ? Ne ise geçelim çefteli muhabbetinden erik- mişmiş muhabbetine.
MALATYA ERİĞİ: Malatya’da her türlü erik olurdu. Al erik kara erik v.s. Benim en çok üzerinde durduğum şey Malatya Erik Ekşisinin yapımında kullanılan ekşi erik türü. Bu tür ve eriğin korunması ve yaşatılması çok önemlidir. Aziz Azmi Fenercioğlu ile bir sohbetimizde söz döndü dolaştı geldi Malatya erik eşgisine. Bizim yemeklerimizin ham maddesi ve özü erik ekşisine dayanmıyor mu? Dayanıyor. O zaman erik ekşimize sahip çıkalım. O da yok. İmalathane açalım, o da yok. O zaman ne var değerli Malatya’lılar. Bakın size anlatayım değerli kardeşlerim. Azmi Amca diyor ki: “Malatya’da erik eşgisini su yollarında olan piç erikten yaparlardı” Yani aşısız. Pötürge taraflarında da bu eriğe “şeketir” derlermiş. Geçenlerde tüm esnafı dolaştım erik eşgisi diye bir yerde bulamadım. Bir yerde var dediler, bir baktım ki katı. Tadı da tam erik eşgisi tadını vermiyor. Sordum soruşturdum ki ona da hile katmışlar. En azından lokantacıların bu olaya dur demeleri lazım.
Bakın bir bayan ne diyor. “ Kızım 6 Ocak tarihinde Hollanda’ya dönüyor. Kızımın en sevdiği yemek yaprak sarması. Bu nedenle geldiğinden beri ikinci kez yaprak sarması yemeği yaptım. Bu sefer Beypazarı erik ekşisi yerine ev yapımı Malatya Erik Ekşisi kullandım . Akşam yemeğinde servis ettiğim yaprak sarmasını kızım ve eşim çok beğendiler ve çok lezzetli buldular. Bana gelince sabah ve öğle olmak üzere iki ana öğün ve bir ara öğün yediğim için akşam yemeğinde yemediğim bu lezzeti yarın öğle yemeğimde yiyeceğim.
Eşi bulunmaz Malatya ilimize ait ev yapımı Erik Ekşisi rengiyle ve kokusuyla harika bir lezzet. İçinde şeker yok, glisemik indeksi düşük olduğu için rahatlıkla sabah kahvaltılarında reçel yerine yiyebiliyoruz.
Açıkçası Ev Yapımı Malatya Erik ekşisini çok sevdim. Muhteşem rengi, kokusu ve tadıyla ruhuma çok hitap etti. Özellikle rengi ve kokusu bana terapi etkisi yapıyor dersem yalan olmaz. Bu kadar artısına ek olarak tam bir beyin ve beden dostu besin olmasını da eklersem doğrusunu isterseniz Ev Yapımı Malatya Erik Ekşisi mutluluk diyetime çok yakıştı.” Doğru söze Hacı Emmin ne diye ?
MALATYA’NIN MİŞMİŞİ: Diğer meyvelerimiz de olduğu gibi Malatya’nın mişmişi de kan kaybediyor. Hele bir çeşni olsun. Eski zamanlar Malatya’da söylenen bir türkünün sözleri:
Malatya’nın mişmişi
İstemem çok içmişi
Sevmedim seni vallah
Unut artık geçmişi
Ah şu kızlar yaramaz
Beni böyle anlamaz
İnsan deli de olsa
Malatya’dan evlenmez
Esmerdir hep kızları
Açılırlar yazları
Huri melek olsalar
Çekilmiyor nazları
Ah şu kızlar...
Kerneğ’in akar suyu
Yarimin kötü huyu
Beni zincir zapt etmez
Öldürür tatlı huyu
Ah şu kızlar…
Geleneksel kayısımız tüm Dünya’ya şan vermişti. Hele o doğal kayısının lezzetine hiç doyum olmaz. Eskiden kayısıları genellikle tarlaların etrafında dikerlerdi. Ben çocuktum hiç unutmam Akçadağ’da üç tane çöloğlu kayısısı yedim kesildim. Şirin yiyerek kesilenler ancak anlar. Zamanla bir kayısı furyası başladı ki Malatya’nın her tarafı, ta Sivas sınırına kadar kayısı bahçesi oldu. Malatya’lılar forta atmayı, yani kendilerini övmeyi çok severler. Kayısı konusunda da öyle; İşte Malatya’nın kayısısı şöyleymiş böyle imiş. Kayısı yetiştiricileri kusura bakmasınlar öve öve bitiremediğiniz Malatya Kayısısı erik büyüklüğüne indi. Bu sene bir süpermarkete Malatya Kayısısı gelmişti. Utancımdan Malatya’lıyım diyemedim. El oğlu gizli gizli çalışıyor Malatya kayısısının önünü kesmek için. Hele Iğdır Kayısılarının Malatya kayısılarından da lezzetli olduğu söylenmeye başlandı. Yabancı ülkeler de gizli gizli çalışıyorlarmış. Haberiniz ola. Hele bakalım iş nereye kadar gidecek ?
MALATYA BUĞDASI: Evliya Çelebi Malatya Buğdayını öve öve bitirememiş. Ancak böyle bir buğday Harran’da ola diyor. Aziz Amca da diyordu ya; Malatya’da buğday az olursa develerle Urfa’dan getirtilirdi diye. Aziz ve muhterem kardeşlerim; bugün Malatya’da üretilen buğdaylarımız Malatya’nın yöresel buğdayı olmadığını söylesem belki inanmazsınız. Gunduru buğday lafı halâ kulaklarımdadır. Bizimkiler kaynatmalık bulguru kırmızı buğdaydan, unu da beyaz buğdaydan yaparlardı. Analarımız değirmenlerde bulgurun ayarını ve boyunu muayene eder ondan sonra değirmencilere çektirtirlerdi.
Sene 1950 li yıllar. Malatya’da buğday üretimi almış başını gitmiş. Sulanan tarlalar çok az. Traktör yeni çıkmış. Her taraf susuz tarla. O zaman toprağı bir sene dinlendirirler bir sene ekerlerdi. Verim de çok düşük . Bir tarla bire on verir ise köylü bayram ediyor. Ortalama verim bire altı. Ama tek başına ekmek yesen de tadına doyulmaz. O buğdaydan yapılan eşgileme ekmeği de on beş yirmi gün dayanırdı. Pilavına kaşık çalacaksın, yanına da soğanın cücüğünü koyacaksın. Hele bir de Malatya Tamatesi olursa başka şeye ne gerek ?
Bu durumda iken kulaklarımıza bir takım cümleler geliyordu. Meksika tohumu mu diyorlardı Amerika mı? Bir tohum gelmiş bire otuz verim veriyor. Hurra! tüm Malatya’lılar cumburlop diye balıklama atladı. İşte buğdamızın öyküsü de bu.
Bu arada anti parantez açayım. Malatya’da yetişen karpuz ve de patlıcanı pek sevemedim.
KÜLLAHIMIZI BAŞIMIZA KOYALIM: Şimdi tam düşünme zamanı. Eski lezzetlerimize nasıl ulaşabiliriz, o sebze ve meyveleri nasıl üretebiliriz, bu yönde nasıl kazanç sağlayabiliriz, başka şehirlerin yaptığını biz de yapabilir miyiz, pahalı da olsa gerçek ürünlerimizi tadabilir miyiz, kaybolan değerlerimizi günümüze getirebilir miyiz ?...