NİYAZÎ MISRÎ ULUSLARARASI SEMPOZYUMUNUN ARDINDAN
Orhan TUĞRULCA
Tarihçi/Yazar
otogrulca@hotmail.com
Malum olduğu üzere 2010 yılı Malatyanın kültürel ajandası açısından son derece verimli geçiyor. Söz konusu ajandaya bakıldığında Bilgi Yolu Eğitim Kültür ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (BİLSAM), Malatya Belediyesi ve Malatya İl Milli Eğitim Müdürlüğü işbirliğiyle 1516 Mayıs 2010 tarihleri arasında yapılan "Bilgi Çağında Eğitim ve Malatya" başlıklı ulusal sempozyum ile başlayan kültürel faaliyetler, geleneksel olarak 18 yıldan buyana yapılan Malatya Fuarı ve Kaysı Festivali ile devam etmiş ardından 17-27 Eylül 2010 tarihlerinde III. Uluslararası Kervansaray Buluşması Melitadan Battalgazi ye Tarih- Kültür- Arkeoloji-Sanat Günleri, 7-10 Ekim tarihleri arasında Ankarada yapılan Malatya Günleri, Birinci etabı 9-10 Ekim tarihlerinde İstanbulda, İkinci etabı 15-17 Ekim tarihleri arasında Malatyada gerçekleştirilen Niyazi Mısri Uluslararası Sempozyumu ve 26 Kasım 2 Aralık tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan I Malatya Uluslararası Film Festivali ile son bulacaktır.
2011 yılının ise çok daha verimli geçmesini temenni ediyoruz.
Kuşkusuz ki faaliyetleri planlamak ve gerçekleştirmek başlı başına bir maharettir. Çok büyük emekler ve zamanlar harcanarak bu faaliyetler hazırlanmakta ve görücüye çıkmaktadır. Faaliyetin görsel, işitsel ve içerik kalitesi verilen bir emeğin sonucunda ortaya çıkmaktadır.
Ancak bir de bu faaliyetlerin ileriye dönük çok daha iyi tasarlanması için sonuçların bütün detayları ile ele alınıp değerlendirilmesi gerekmektedir. Zira sonuçları değerlendirilmemiş faaliyetlerin bir sonraki faaliyetlere tecrübe oluşturması mümkün olamayacaktır.
Bugün burada yaptığımız şüphesiz ki tam da budur. İstanbulda ve Malatyada çok ciddi emekler sarf edilerek gerçekleştirilmiş uluslar arası bir sempozyumun sonuçlarını mercek altına almaya çalışacağız.
İstanbul ve Malatyada yapılan bu sempozyumun hemen tamamını izlemiş, ayrıntılı notlar almış biri olarak izlenimlerimi ve düşüncelerimi Malatya kamuoyuyla paylaşmak istiyorum.
İSTANBUL OTURUMLARI
9 Ekim 2010 Cumartesi günü sabah 10da başlayıp 10 Ekim 2010 Pazar günü sona eren Niyazî Mısrî Uluslararası Sempozyumun ilk gününde açılış konuşmalarının ardından I. Oturum başladı.
Açılışta ilk konuşmayı yapan Türk Kadınlar Derneği İstanbul şube başkanı Cemalnur Sargut hanımefendi her şeyin insanı sevmekten geçtiğini vurgularken Belediye başkanımız sayın Ahmet Çakır belediyelerinin kültürel faaliyetlere verdiği önemi belirttikten sonra Niyazi Mısrinin çok yönlü tarafına vurgu yaptı. Mısrinin Anadolu ve Türkçeye olan hayranlığı ile Türk milliyetçilerinin, ehli beyte olan aşırı sevgisi ile Alevi-Bektaşi vatandaşlarımızın dikkatini üzerine çektiğini belirten Başkan, tasavvufi yanıyla da daha geniş kitleleri celbettiğini vurguladı. Mısrînin farklı yönleriyle aslında bir barış projesi olduğunu söyledi.
İlk Oturum
Oturum başkanlığını Prof. Dr. Mustafa Tahralının yaptığı bu oturumda ilk konuşmayı Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç aldı. Kılıç, Niyazi Mısride Anlama Problemi üzerinde durdu. Anlama, anlaşılma probleminin felsefik bir boyutunun olduğunu, konu üzerinde derinleşmekle doğru orantılı olduğunu belirtti. Kuranda ve Hz. Muhammedin (sav) sözlerinde, dualarında anlamaya, anlaşılmaya yönelik bir mesajın olduğunu belirten Kılıç, varlığın sırrını anlamak başlı başına bir sorun olduğunu söyledi. Esasında biz bu hayatı anlamak üzere yaratıldık dedikten sonra, anlama basamaklarının olduğunu, dıştan içe doğru nasıl ilerlenir asıl sorunun bu olduğunu, zira kâinat bir mana üzerinedir vurgusunu yaptı.
Mısri ile aynı derinlikte olmayanlar ya anlamadılar ya da yanlış anladılar diyen Kılıç, genel olarak ariflerde bir anlaşılma sorunu olduğunu söyledi. Küfürle, şirkle itham edilip tazyik edilmedikçe ariflerin bunlarla ilgilenmediğini belirten Kılıç, Mısrinin anlaşılmadığını belirttiği şu şiirini okudu:
Zat-ı Hakta mahrem-i irfan olan anlar bizi,
İlm-i sırda bahri bipayan olan anlar bizi.
Bu fena gülzarına bülbül olanlar anlamaz,
Vech-i baki hüsnüne hayran olan anlar bizi.
.
Ey Niyazi katremiz deryaya saldık biz bugün,
Katre nice anlasın umman olan anlar bizi.
Açık sözlülüğü ile Mısrinin Malatyalılık mizacınınağır bastığını ifade eden Kılıç, zaman içerisinde bir Malatya okulu adında bir ekolün geliştiğini bu ekolün oluşmasında İbn Arabinin, Sadreddin Konevinin ve Niyazi Mısri gibi isimlerin olduğunu söyledi.
Siyaset adamları ile olan sürtüşmelerini naz olarak ifadelendiren Kılıç, Mısriye göre Sultanlar zalim kendisi mazlum değildir. Dervişleriyle Rusya savaşına katılmak istemiş olması onun devlet ve sistem ile hesabının olmadığını gösterir.
Mısrinin sözleri son derece toktur doyurucudur ve kendinden emin bir üslubu vardır diyen Kılıç, bu dönemde anlamayanların cüretinin arttığını ifade etti. Sözlerini şu cümlelerle bitirdi: Dini ilimlerde bir tek anlama şeklinin olmadığını, dinin amacının mensuplarını bir yerden alıp bir yere doğru taşımak olduğunu belirtti.
Oturumun ikinci konuşmacısı İngiliz araştırmacı Stephan Hirtenstein idi. Hirtensteinin bildirisi Malatya Toprağı, Ekber Meyvesi: İbn Arabîden Niyazi-i Mısriye başlığını taşıyordu.
Niyazi Mısrinin Türkçe konuşulmayan dünyada neredeyse hiç tanınmadığını ifade eden İngiliz konuşmacı, Osmanlıdan yeni Türk insanına geçişte bir kimlik sorunun söz konusu olduğunu, hiçbir devletin bugün Osmanlı kültürünün bir temsilcisi olamadığını tespitini yaptı. Mısrinin, İbn Arabîden ve diğer mutasavvıflardan etkilendiğini söyleyen İngiliz araştırmacı, Malatyanın tarihine değinerek bölgede bir Müslüman- Hıristiyan rekabetinin yaşandığını, ayrıca kentin Osmanlı entelektüel hayatının önemli merkezleri arasında yer aldığını belirtti. Mısrinin hayatında iz bırakan ve genellikle bilinen hususları dile getiren araştırmacı,
Bârekellâh gülistan-ı bülbülândır Aspozi,
Cenneti tezkir eder âli mekândır Azpozi
Diye başlayan Malatya şiirini okudu. Ancak Malatya ile olan tasavvufi deruni bağını kuramadı.
Üçüncü konuşmacı Doç. Dr. Mustafa Tatçı oldu.
Rahmetli dedesinin eline tutuşturduğu kitabın Niyazi Mısri nin Divanı olduğunu hatırlattı. Dedemin anlama sorunu yoktu. Diyen Tatçı yeni çıkan Burc-ı Belada Bir Merd-i Huda adlı kitabını anlattı.
Mısri Malatyaya da İstanbula da sığmaz dedikten sonra Mısriyi anlatan kaynaklara dikkat çekti. Ardından kerametlerini sıraladı: İlk anlattığı kerameti Mısri ile uğraşan, ona rahatsızlık veren bir ailenin soyunun kuruduğunu ifade etti.
Mısri, İbni Arabî ile Yunus Ermenin kesiştiği noktadır Ve Mısri bir büyük aşk okulunun müderrisi gibidir dedikten sonra Mısriyi yetiştiren Eroğlu Nuri ve Ümmi Sinanların anlaşılması gerektiğini hatırlattı.
Mısrinin hayatını rüyalarla tanzim etmiştir değerlendirmesinin yanlış olduğunu ifade ederek benim Malatyalı Niyazî-i Mısrî Hayatı ve Düşünceleri adlı eserimdeki yaklaşıma üstü örtülü bir eleştiri getirmiş oldu.
Mısrinin Bursadan ayrılırken kalaylatmak isteği güyüm (İbrik)ile ilgili kerametini anlattı. Söz konusu bu keramette kalaycı Mısriye; güyümün içini mi yoksa dışını mı kalaylatmak isteğini sorar O da içini deyince kalaycı kerametiyle güyümü ikiye ayırır kalaylar ve Mısrinin eline verir. Uşaka gelir. Uşakta Ümmi Sinanın dervişlerinden Mehmet Efendinin yanında iken Ümmi Sinan gelir ve Mehmet Efendiye emanetimizi getirdin mi diyerek ve Mısriyi kastederek keramet gösterir. Hatta güyümünü kastederek nasıl güyümünü kalayladın mı? diye sorar. Bu keramet dolu sözler karşısında çok etkilenen Mısri zaten onu görür görmez etkilenmiştir. Burada yaklaşık dokuz yıl kalıp her türlü sıkıntıya katlanarak sülükünü tamamlar. Bir seferinde 101 gün aç kalır!
Tarikat kültüründe itaatin ne kadar önemli olduğunu vurgulamak için kerametleri anlatmaya devam edem Mustafa Tatçı şu kerametle bitirdi: Mısrinin bir ramazan gününde camide hararetli bir konuşma yaptığını namazdan sonra şadırvanın yanına oturup sofrasını kurduğunu, yemek yemeye başladığını, cemaatin buna sinirlendiğini hatta tartakladığını hatırlattıktan sonra peygambere isnat edilen bir başka kerametle desteklemeye çalıştı. Güya Hz. Peygamber yine bir ramazan vaktinde Hz. Aliye ya âli karpuzu kes de yiyelim der, Alide karpuzu keser ve hep birlikte afiyetle yerler. Sonra Hz. Peygamber Aliye dönüp Ya Ali bu oruç vaktinde neden karpuzu kestiğimizi hiç sormadın deyince Ali Ya Resulallah karpuzu kes diyen de sen orucu emreden de sen diye cevap verir.
İkinci Oturum
Mahmut Erol Kılıçın oturum başkanlığını yaptığı bu bölümde ilk konuşmayı Yrd. Doç Dr. Derin Terzioğlu yaptı. Terzioğlu, 17.yüzyılda dönüşen Melamilik ve Niyazi Mısri başlıklı tebliğinde Melamiliğin tarihi geçmişini tarihçi yaklaşımı ile anlattı. Melamiliğin Horasanda çıktığını hatırlatan Terzioğlu bu çizgide, nefsin hazırladığı en büyük tuzak kibir ve bencillik olduğunu ve Nefis, sürekli mücadele edilmesi gereken bir düşman olduğunu belirtti.
10. yüzyıldan sonra farklı bir Melamiliğin ortaya çıktığını belirten Terzioğlu bu fırkaya göre halkın kendilerini kınamalarını sağlamak için olmadık davranışlar geliştirdiklerini söyledi.
Mısrinin yaklaşımına da değinen Terzioğlu, Mısrinin ilk sürgünden sonra celallendiğini ifade etti. Mısrinin Melamilerden farklı olarak tebliğ metodunun halkın razı olduğu ve nefret etmediği bir yaklaşım sergiler. Mısrinin Melami olduğuna dair pek çok işaret olduğunu söyledi.
Mısri, devletlülere kızgındır. Onlara karşı cephe almaktan çekinmez. Mısrinin sürgün sonrası hırçınlaşmasının nedeni Melamiler dâhil ilgili çevrelerin kutupluluğunu kabul etmemeleri olabilir.
Doç. Dr. Kenan Erdoğan ise Bir Yunus Takipçisi ve Şarihi Olarak Niyazi Mısri başlıklı tebliğinde Mısrinin aslında bir Yunus takipçisi olduğunu belirterek onun hem halkın dilini kullandığını hem de derin ağır ve deruni bir dil kullandığını ifade etti.
Sevdim seni hep vârım yağmadır alan alsın,
Gördüm seni efkârım yağmadır alan alsın.
Aldı çü beni benden geçtim bu cân u tenden,
Aklım dahi her vârım yağmadır alan alsın.
İle;
Bakıp cemal-i yare çağırırım dost dost
Dil oldu pare pare çağırırım dost dost
Aşkın ile dolmuşum zühdümü yanılmışım
Mest-i müdam olmuşum çağırırım dost dost
Mescid ü meyhanede, hanede viyranede
Ka'be'de büthanede çağırırım dost dost
Sular gibi çağ çağ dolaşırım dağ dağ
Hayran bana sol u sağ çağırırım dost dost
Geldim cihane garib, oldum güle andelib
Herdem ciğerler delip çağırırım dost dost
Diye tekrarlanan şiirini okudu.
Kişinin mürşitsiz olamayacağını söyleyen Erdoğan Mürşidi olmayanın pişmesi mümkün değildir. Konuşmasının temelini Yunus etkisindeki Mısri üzerine kurdu. Mısri, Yunusu rüyasında görür ve şerh ettiği şiirini yayınlamasını ister.
Üçüncü konuşmacı Prof. Dr. Osman Eğri idi.
Eğri; Niyazi Mısri araştırmacısı olmadığını, Bektaşilik üzerinde çalıştığını ifade etti. Aşkın tanımını yaptı. Mısrinin saliklerine aşkı öğrettiğini, Kuranı anlamaya çalıştığını, kendisini çok üzenlere karşı bile bazen merhametle bakabilmiştir.
Peygambere natı yazarken onu rüyada gördüğünü ifade eden Eğri, aslında Mısrinin bir kalp doktoru olduğunu söyledi. İnsan ile yaratıcı arasında ki ilişkiyi şu örneklerle verdi: Birinci grup bir bahçeye girer, yer içer ve bahçe sahibine teşekkür eder gider. İkinci grup insan bahçede gördüğü olgun olgun olmayan ne varsa yer içer, rahatsızlanır, bahçe sahibinden şifa diler, şifasını bulur teşekkür eder gider. Üçüncü grup ise fütursuzca bahçede yer içer hastalanır ve hastalığının sorumlusu olarak bahçe sahibini görür.
İnsan kalbi toprak gibidir, onu büyütür, olgunlaştırır Onların gıdası zikirdir
III. oturumun başkanlığını Doç. Dr. Ekrem Demirli yaptı. Bu oturumda ilk söz alan konuşmacı hemşerimiz yazar Sadık Yalsızuçanlar oldu.
Malatyalı olmaktan, Mısrınin hemşerisi olmaktan mutluluk duyduğunu hatırlatan Yalsızuçanlar, Mısrinin Malatyaya sığmayacak kadar da evrensel bir imaj taşıdığını ekledi.
Felsefik bir giriş yapan Yalsızuçanlar, esasında erenlerin kendine özgü bir dil kullandığını, bu dili ancak onunla aynı mecrada olanların anlayabildiğini söyledi.
Mısrinin hayat serüveni ve farklı perspektifi ile renkli bir kişilik olduğunu hatırlatan Yalsızuçanlar, Mısrinin hayatına konu alan yüzlerce romanın yazılabileceğini ifade etti.
Yalsızuçanlar, peygamberin hayat mesajı anlaşılmadan Mısrinin anlaşılamayacağını, esas olarak Mısrinin anlaşılma sorununun olmadığını zira babaannesinin İbni Arabî ve Mısri nefeslerinin şifahi olarak bildiğini çünkü halk geleneğinde bu anlama damarının zaten var olduğunu hatırlattıktan sonra Mısri ve diğer gönül erlerinin yeni medeniyet projesinde yer alması gerektiğini ve bunlarla esas kültürel kotlarımıza ulaşmış olacağımızı söyledi.
Bu oturumda söz alan ikinci konuşmacı Dr.Necdet Yılmaz oldu.
Konuşmasına mektupların kültürümüzdeki önemi üzerinde duran Yılmaz, mektupların bir irşat ve tebliğ unsuru olduğunu, aynı zamanda muhabbet ve hasret giderme aracı olduğunu söyledi. Mektupların bir eğitim ve öğretim metodu olduğunu da söyleyen Yılmaz Mektubatları örnek olarak gösterdi.
Mısrinin 10 civarında mektubunun olduğunu, bu sayının daha fazla olması da muhtemeldir dedi. Mısrinin mektuplarını irşada ve tebliğ maksatla gönderdiğini ifade eden Yılmaz, II. Ahmede, Veziri azama, Hüseyin Paşaya, Köprülüzade Mustafa Paşaya gönderdiği mektupları örnek gösteren Yılmaz, Mısrinin mektuplarında celal ve cemal yani korkmadan çekinmeden açıkça meydan okuyucu ve güzel yumuşak üslubu bir arada kullandığını hatırlattı.
Son olarak söz alan Prof. Dr. Mustafa Kara ise son çıkan Niyazi Mısrinin İzinde Bir Ömür Seyahat adlı kitabı ile ilgili bilgiler verdi. Şeyh Mehmet Şemseddin Mısri adlı bu zatın Limniye yaptığı seyahatlerinden pasajlar okudu.
10 Ekim 2010 Pazar günü
Sempozyumun ikinci günü saat 10.00da başladı.
Sunucu Tülin Öztürk hanımefendi İbni Arabî Sempozyumu için Şamda bulundukları sırada Cemalnur Sargutun Biz ne güzel yaşıyoruz sözlerini hatırlattıktan sonra Mısri ile ilgili şu tespiti yaptı: Mısri günü yaşardı, cennetle-cehennemle alakası yoktu.
Pazar günkü oturumun ilk konuşmacısı Doç.Dr. Nezahat Öztekin oldu. Ahmet Yeseviden Niyazi Mısriye adlı tebliğini sundu.
Türkistan bölgesindeki İslamlaşma ile ilgili tarihi bir perspektif çizen Öztekin İlk Türk-İslam devletlerinde hükümdarların İslam kültürüne yaptıkları katkıları hatırlatarak, Buhara, Taşkent ve Horasan gibi entelektüel merkezlerin oluştuğunu ifade etti.
Anadolunun İslamlaşma süreci ile ilgili de bilgi veren Öztekin Selçuklu muhaceretinden önce Anadoluya öncülerin geldiğini ve bu yönüyle öncü kuvvet olduklarını hatırlattı. Mevlana, Sadreddin Konevi, İbni Arabî gibi şahsiyetlerin Anadolunun İslamlaşmasından rol oynadıklarını söyledi.
Oturumun ikinci konuşmacısı Prof. Dr. Mustafa Aşkar oldu. Aşkar Mısrinin makamının Malatyaya taşınması gerektiğini hatırlattıktan sonra bilinen kerametlerinden örnekler verdi. Abdülmecit döneminde yapılan bir savaş öncesinde Mısrinin (Âli Osmana) devlete kırgın olduğunun hatırlatılması üzerine Abdülmecitin 70 koç kurban ettiğini ve sonra savaşın kazanıldığını söyledi.
Tekke ve tarikatlar arasında bir takım anlayış farklılıklarının olabileceğini hatırlatan Aşkar bu farklılığın dağa tırmanan dağcıların sonuçta dorukta bir araya gelmelerine benzetti.
Osmanlının uzun ömürlü bir devlet olmasının tasavvufun önemli bir yeri olduğunu iddia eden Aşkar, Orhan Gazinin, Yıldırımın erenlerle olan muhabbetini hatırlattı.
Mısri dönemine geldiğinde sufilerle devletlûlar arasında birtakım sürtüşmelerin ortaya çıktığını söyleyen Aşkar, bu sürtüşmelerde devletin onayını almış Vani Mehmet Efendi gibi vaizlerin etkili olduğunu söyledi.
Osmanlıda bazı İslam anlayışların dini farklı yorumlamaya başladıklarını, bunu yapanlar dini zorlaştırdıklarını kolayca insanları tekfir ettiklerini hatırlatan Aşkar buna örnek olarak Birgividen bir alıntı yaparak açıkladı. Birgivi, cennetle ile ilgili, cennete girecekler ile ilgili bir kitap yazar ve o günkü Gravürlerden (ressamlardan) birini çağırır ve der ki benim kitapta anlattığım cenneti bir tabloda tasvir edebilir misin? Gravür kitapta anlatılan cenneti, bir güzel tasvir eder, yeşilliği, tahtları, şırıl şırıl akan suları vs. Cennet ağacının altında da yalnızca bir kişiyi gösterir.
Birgivi gravüre sorar cennet ağacının altında yalnızca bir kişi görünmektedir. Kimdir o kişi, ümmeti Muhammedden başka kimse yok mudur? diye sorunca Gravür, efendim o zatıalinizdir. Deyince Gravür: Efendim: siz bu kitabı yazdıktan sonra artık kimse sizden başka cennete giren olmadı der.
Bu örneği verdikten sonra çok şükür ki Türkiyede Taliban zihniyeti yok dedi. 17. yy.daki İslam ulemasının tartıştığı konuları da (Firavun imanlı mı öldü, imansız mı?, Hızır peygamber sağ mı değimli? Tarikat erbabının devranı meşrumu dur değimlidir?...vs.) hatırlatan Aşkar bu zihniyetin Vani Mehmet Efendi de zuhur ettiğini hatırlattı.
Mısrinin bu zihniyetle mücadele ettiğini söyleyen Aşkar, aynı dönemde yaşayan Kadızade - Sufi çatışmasında mutasavvıfların taciz edildiğini, sürgün edildiğini hatırlatan Aşkar, Mısri, Ankaravi ve Karabaş Veli gibilerin buna örnek olduğunu söyledi.
Bugün Türkiyede Taliban zihniyeti yoksa bu Mevlana, Hacı Bektaşi Veli gibi sufilerin sayesindedir diye sözlerine son verdi.
Bu oturumun diğer konuşmacısı ise Rahmetli Kerim Karanın(26 Temmuz 2010 okuluna giderken üzücü bir kaza neticesinde hayatını kaybetti. Bu makaleyi sempozyum için hazırlamıştı.) hazırladığı metni okuyan Hanımefendi oldu.
Sempozyuma 8-10 sayfalık bir hazırlık yaptıktan sonra trafik kazasında hayatını kaybeden Dr. Kerim Karanın son derece kapsamlı araştırması birçok konuya ışık tutacak nitelikte idi.
Mısrinin, Hz. Hasan ve Hüseyinin nübüvvet sahibi olduklarına dair iddiasının kaynağını ortaya koyan Kara, vahiy kavramını açıklamaya çalışmış. Hz. Hasan ve Hüseyini yeni bir şeriat getiren nebi olmadıklarını, dedelerinin Hz. Muhammedin getirdiği mesajı aktaran anlamında nübüvvet sahibi olduklarını açıklamaya çalışmış.
Bu bağlamda Mısriyi anlamak için Mevlana ve İbni Arabînin anlaşılması gerektiğini hatırlatan Kara Bâtın kavramının uzun bir açıklamasını yapmış.
Mısrinin sürgün yıllarında gördüğü eziyetlerin etkisi ile psikolojisinin bozulmuş olabileceğini, vehimlere kapılmış olabileceğini hatırlattıktan sonra Süleyman Ateşın ve Mustafa Aşkarın Mısrinin psikoloji ile ilgili birtakım tespitler yaptığını da ifade ettiği görüldü.
Prof. Dr. Bilal Kemili de; Mısrinin Malatyadan çıkışı aslında bir hakikat arayışına çıkıştır. Bu yoluculukları onu Elmalıya hazırladığını söyleyen Kemikli, Mısrinin Elmalıya vardığında 35 yaşlarında olduğunu belirtti.
Elmalılı Ümmi Sinanın Mısrinin çılgın dalgalarını sakinleştiren bir liman olduğunu ifade etti.
MALATYA OTURUMLARI
Sempozyumun Malatya ayağına gelince;
15 Ekim 2010 Cuma günü saat 14.00da İnönü Üniversitesi Kongre Merkezinde açış konuşmalarıyla başlayan program Türk tasavvuf musikisi konseri ile son buldu.
Sempozyumun ilk oturumu 16.10.2010 Cumartesi saat 10.30da TRTde aynı zamanda sunucu olan Tülin Öztürk Ekicinin takdimi ile başladı.
Başkanlığını Cangüzel Zülfikarın yaptığı bu ilk oturumun ilk konuşmacısı İngiliz Stephan Hirtenstein idi. Konuşmacı İstanbulda yaptığı konuşmanın aynısı tekrarladı.
Oturumun ikinci konuşmasını yapan Semih Ceyhan Mısrinin tevhit yaklaşımını ele aldı. Dinin başı, ortası ve sonunun tevhit olduğunu söyleyen Ceyhan, Vahdet-i vücut tartışmalarını bugünde sürdüğünü ancak tevhit söz konusu olunca bütün sufilerin ortak bir noktada buluştuğunu iddia etti. Tasavvuf, Vahdet-i vücut ve tevhidin aynı perspektif içinde yer aldığını söyledi. Mısrinin Mevaidül İrfan (İrfan sofrası) adlı eserinin 47. sofrasından pasajlar okuyan Ceyhan İnsan anlayışı üzerinde durdu.
Oturumun üçüncü konuşmacısı Doç. DR. Ekrem Demirli idi. Demirli, Anadolu tarihinde ilk düşünsel dönemin Grek Medeniyeti ile başladığını ikinci fikri kalkışmanın İbni Arabî, Mevlana ve Sadreddin Konevinin de içinde bulunduğu Malatya ve Konya bölgelerinde ortaya çıktığını; Mısrinin bu güçlü geleneğin bir devamı olduğunu söyledi. İbni Sina, Farabi ve İbni Arabîde söz konusu olan akıl, vahiy, metafizik, teizm ve düalizm gibi derin felsefik tartışmalara giren Demirli, Malatyalıların özellikle İbni Arabî ve Sadreddin Koneviye sahip çıkması gerektiğini ifade etti.
Gün içerisinde ikinci oturumun ilk konuşmacısı Malatyalıların yakından tanıdığı Fatih Çıtlak oldu. Çıtlak, Hz. Muhammedin (s.a.v.) veda hutbesinde söylediği burada bulunanlar bulunmayanlara bu sözleri ulaştırsın, umulur ki onlar daha çok iman ederler sözlerini hatırlatarak Mısri muhabbetlerinin yeterli dinleyicilere ulaşamadığından yakındı.
Sempozyumlarda çok rahat konuşamadığını da söyleyen Çıtlak, örneğin gönül rahatlığı ile Mısri gibiler için: Ben onun kapısının köpeği olayım diyemediğini ifade etti. Arapça konuşan alemde Mısrinin Kaside-i Bürde adlı eserinin Türkiyede Süleyman Çelebinin Mevlidi gibi tanındığını hatırlattı.
Bu oturumun ikinci konuşmacısı İstanbulda da konuşan Emin Işık oldu. Işık, nasıl ki insanlar farklı üslupta ise manevi dünyamızı aydınlatan mürşitlerin de farklı üslupları vardır. Allahın bazı insanlara bir takım yetenekler verdiğini ancak verilmiş bu yeteneklerin hesabını da soracağını ifade etti.
Tasavvuf ile Mistisizmin farklı olduğunu söyleyen Işık bu iki kavramın birbirinin yerine kullanılmaması gerektiğini söyledi. Tasavvufta çile, erbain gibi içe doğru bir yolculuk olduğunu söyleyen Işık, bu yolculuğu nefsi temizlemekle başlanıldığını, giriş kapısının ise tövbe olduğunu söyledi.
Tasavvufta kabiliyetin şart olmadığını kiminin bir yılda kiminin 10. yılda belli bir mertebeye ulaştığını söyleyen Işık, Tasavvuf kültüründe Şeyh fasık da (günahkâr) olabilir. Yeter ki el aldığı (Tarikatta, kendisinden sonra şeyh olacak kişinin belirlenmesi) mürşidinin peygambere ulaşan bir silsilesi olsun.
Tasavvufla Mistisizmin farklarını belirten Işık;
- Tasavvuf vahye dayanırken Mistisizm akla dayanır.
- Mutasavvıf samimi bir arınma yolunda iken, mistik bir takım gizli bilgilere vakıf olmak ister.
Mistik gayb âleminden bilgilerin peşinde iken mutasavvıfın böyle bir derdi yoktur.
Tasavvufun baştan sona kadar ahlak olduğunu belirten Işık Mısrinin kendi devrinin feryadı olduğunu söyledi.
Bu oturumun son konuşmacısı Prof. Dr. Hasan Kavruk oldu. Kavruk, Mısrinin Malatyadan başlayan hayat serüveninin farklı yerlerden (Malatya, Mısır, Bursa, Elmalı vb.) ilham alması ile yetiştiğini ve bu süreç içerisinde de sosyal hayatın içinde olduğunu belirtti.
Mısrinin Malatya özlemini ifade ettiği şiirini de okuyan Kavruk, Ümmi Sinanın Mısrinin yetişmesinde önemli bir yeri olduğunu hatırlattı.
Sürgün hayatı ile ilgili de bilgi veren Kavruk, Mısrinin Vani Mehmet ile ilgili şiirini ve Hamzavilere olan kızgınlığını ifade ettiğini, Tuna boylarındaki İslamların sıkıntılarını bile kendine dert edindiğini hatırlattı.
Günün üçüncü oturumunun ilk konuşmacısı İstanbulda da konuşan Mustafa Tatcı oldu. Tatcı İstanbul oturumunda yaptığı konuşmanın hemen aynısını burada da tekrarladı: Mısri üzerinde çalıştığını, dedesinin bir halveti olduğunu, yeni bir kitap çıkardığını vs.
Daha önceki konuşmalarında da yaptığı gibi buradaki konuşmasında da yine Mısrinin birtakım kerametlerini anlattı.
İkinci konuşmacı Arşt. Gör. Muhammed Bedirhan da diğer konuşmacıların yaptığı gibi tasavvuf, mürit-mürşit ilişkileri konseptine uygun olarak; Hakikat bilgisinin mürşitsiz elde edilemeyeceğini hatırlattı. Mısrinin, bunu ledun ilminle (Allah ile ilgili bilgi ve sırlara ait ilim, gayb ve mârifet ilmidir. ) edilebileceği yolundaki yaklaşımını okudu.
Hakikat bilgisinin beş duyunun ötesinde bir bilgi olduğunu hatırlatan Bedirhan, Sufilerin seyri sülük, ihlâs ve zikir ile bu beş duyunun ötesine geçtiklerini, böylece nefsin bütün arızalarını ortadan kaldırdıklarını hatırlattıktan sonra, bütün bu yolculukta sufinin yalnız hareket edemeyeceğini aksi halde sufinin akıl dengesinin bile bozulacağını söyledi.
Bu oturumun son konuşmacısı Prof. Dr. Bilal Kemikli oldu. Kandili kimin uyandıracağını soran Kemikli, Kandili ancak uyanık olanın uyandıracağını ifade ettikten sonra Mısrinin farklı perspektiflerden incelenmesi gerektiğini hatırlattı. Tarihçilerin, kelamcıların, tasavvufçuların, edebiyatçıların ve kültür tarihçilerinin ayrı ayrı Mısri üzerinde çalışması gerektiğini söyledi.
Muhitin insan üzerindeki etkilerini de hatırlatan Kemikli, bu bağlamda Mısrinin bulunduğu Malatya, Mısır, Bursa ve Elmalı gibi yerlerin kendisi için bir mektep olduğunu söyledikten sonra, Mısrinin bütün bu birikimlerden yeni ve özgün bir mektep oluşturduğunu söyledi.
Mısrinin çokça nefret ettiği ve bu nefretini şiirleriyle de ifade ettiği Vanlı Mehmet Vani Efendi ile ilgili bir anekdotunu da aktardı.
Vanlı bir iş adamına Vani Mehmed Efendi ile ilgili bir sempozyum yapalım teklifinde bulunduğunu, iş adamının ise Vallahi hocam ben Vani Mehmedin köyündenim (Vani Köyü), ben bu adamı tanıdıktan sonra o köydeki evimi ve arazimi satmaya karar verdim diye cevap verdiğini hatırlattı.
Mısrinin deli dalgalar gibi olduğunu, coşkun bir denize benzediğini söyleyen Kemikli, o medresede yetişip medreseyi tekkeyi bağlayan kişidir dedi.
Sempozyumun son günü olan 17.10.2010 Pazar gününün ilk oturumu saat 10.30da başladı. Oturumun başkanlığını Prof. Dr. Hasan Kavrukun yaptığı bu oturumun ilk konuşmacısı Yrd. Doç. Dr. Osman Nuri Küçük idi. Oturum Başkanı Hasan Kavruk, Küçüke söz vermeden önce Mısri ile ilgili ilk Uluslararası Sempozyumu 2001 yılında Malatyada yaptıklarını hatırlattıktan sonra, Malatyalıların Mısriye borçlu olduklarını, makamını Malatyada inşa etmeleri gerektiğini söyledi. Daha sonra tebliğini sunan Osman Nuri Küçük şunları söyledi:
Kaza sonucu hafızasını kaybeden bir insan gibi toplumda hafızasını kaybedebiliyor dedikten sonra Mısri ve benzeri şahsiyetlerin toplumsal hafızamız olduğunu söyledi.
Mısrinin yaşam serüveni ile seyrü-sülükü paralel yürüdüğünü söyleyen Küçük, bu yolculuk aynı zamanda onun tekâmül sürecini ifade eder.
Mısrinin Malatyada ve Mısırdaki hatıralarını da aktaran Küçük 12 yıldır Mevlana üzerinde çalışan biri olarak; Mısrinin kendine özgü bir dil kullandığını ifade etti. Bu anlamda rüyaların mürşitler için önemli olduğunu belirtti.
Oturumun ikinci konuşmacısı Cem Vakfı Malatya Şube Başkanı Eşref Doğan idi. Doğan, Alevi geleneğindeki bir dua ile sözlerine başladı.
Malatyalılar olarak Mısriyi yeni yeni tanımaya çalışıyoruz, diyen doğan ona özür borçluyuz dedi. Osmanlının ona yaptığı zulümden dolayı özür borçlu olduklarını hatırlatan Doğan, Yavuz ile birlikte İbni Kemal gibi ulemadan kimselerin Anadoluda bir mezhep savaşı başlattıklarını bu fetvalarla Kızılbaşların malı, canı hatta namusu helal sayılmıştır.
Vani Mehmetlerin de bu fetvacı geleneğin bir sembol ismi olduğunu söyleyen Doğan, onun fetvalarıyla Mısrinın sürgün edildiğini hatırlattı.
Devrin ulemasının tartıştığı anlamsız şeyleri hatırlatan Doğan bu devirdeki hoşgörüsüzlüğün yeni bir mehdi beklentisini gündeme getirdiğini söyledi.
Anadolunun Türkleşmesinde Malatyanın önemini hatırlatan Doğan, Malatya, Dedekargınların, Şeyhhasanların memleketidir. Dedi. Mısrinin Hz. Hasan ve Hüseyinin nübüvvetine dair görüşlerine de değinen Doğan İrfan Sofraları ndan pasajlar okudu.
Bu oturumun üçüncü konuşmacısı Kuzey Carolina Üniversitesinde Türkçe Okutmanı olarak görev yapan Cangüzel Zülfikar oldu.
Mısrinin kendi kararlarını kendisi verebilen bir karaktere sahip olduğunu hatırlatan Zülfikar, her devirde olduğu gibi bu devirde de onu anlamayanlar olmuştur.
Kenan Rufaiden pasajlar okuyan Zülfikar diğer birçok konuşmacının yaptığı gibi Mısrinin Ümmi Sinanın yanında bulunduğu yıllarda yaşanan bir kerametini anlattı. Anlatıya göre; Ümmi Sinan Mısriye Ramazanda orucunu yemesini söyler. O da bu emre uyarak orucunu bozar. Bunun üzerine Ümmi Sinan Mısriye Ramazanda bilerek oruç yemenin cezasını sorar. Mısri bu ceza 61 gün oruç tutmaktır der. Ümmi Sinan o halde Mısriye 61 gün cezanı çekmek üzere çilehaneye gireceksin diyerek ona ceza verir. Mısri de 101 gün aç olarak nefsini terbiye etmeye çalışır.
TÜRKADın faaliyetlerini ve Cemalnur Sargutun gayretlerine de değinen Zülfikar, Mustafa Tatcının yeni çıkan kitabındaki bildik kerametleri tekrarladı.
Bu oturumun son konuşmacısı yine bir Cemalnur hayranı olan Eylül Yalçınkaya oldu. Semiha Ayverdi ve Kenan Rufai eserlerinde Niyazi Mısriye atıflar başlığını taşıyan bildirisini okuyan Yalçınkaya, Lailahe illallah geleneğinin Hz. Muhammedden (s.a.v.) Cemalnur Sarguta kadar geldiğini hatırlattıktan sonra tasavvufun tevhit eksenli olduğunu söyledi. Kenan Rufaiden sık sık atıflar yapan Yalçınkaya Kenan Rufainin Niyazi Mısri çizgisinde olduğunu söyledi.
Oturumun sonundaki soru-cevap faslında bir soru üzerine mürşit beni çağırdığı için buradayım sözlerini sarfetti. Bu sözle tam olarak neyi kastettiği anlaşılamadı.
Sempozyumun son oturumunda; ilk sözü alan Sadık Yalsızuçanlar oldu. Kenan Rufaiden ve Mustafa Tatcıdan sık sık atıflar yapan Yalsızuçanlar Mısrinin çile dolu hayatının ibretlerle dolu olduğunu söyledi.
Cemalnur Sargutdan atıflarla devam eden Yalsızuçanlar, Mısrinin hayatından birçok hikâye, roman ve sinema senaryosunun çıkabileceğini tekrar hatırlattı.
Malatyada iki gün süren sempozyumun son konuşmacısı Cemalnur Sargut hanımefendi oldu. Sargut Niyazi Mısrinin Allahtan yok olmak için yaşadığını, ilme yeni bir heyecan getirdiğini, Ümmi Sinandan hakikat ilmini aldığını hatırlattıktan sonra Mısrinin yaşadığı acılardan bir lütuf çıkardığını ifade etti.
Hürriyetin ancak Allahtan yok olmayla olacağını, Mısrinin bizleri özgürlüğe kavuşturduğunu söyledi.
Sempozyum aşağıda okunan sonuç bildirisi ile son buldu:
Sempozyum sonucunda, İnönü Üniversitesi (Malatya) bünyesinde Mısri Niyazi ve Mısri Niyazi Okulu konusunda, çeşitli Sosyal Bilimler ve Güzel Sanatlar alanlarında çalışmalar yapacak olan bir Enstitünün kurulması için gerekli inisiyatifin oluşturulabilmesi adına bir Sonuç Bildirgesi hazırlanmış ve imzalanmıştır.
Kurulması planlanan Mısri Niyazi Enstitüsü aracılığı ile:
1. Mısri Niyaziye ait bütün yazma eserlerin kurulacak olan ortak bir merkezde toplanması
2. Aralarında henüz çözümlemesi yapılmamış olan yazma eserlerinin çözümlenerek yayınlanması
3. Eserlerinin İngilizceye çevrilmesi
4. Arapça eserlerinin Türkçeye çevrilmesi
5. Eserlerine dair yapılmış şerhlerin toplanması, bazılarının sadeleştirilerek yeniden yayınlanması
6. Mısri Niyazi Okulunun ülkemizde ve dünyada anlatılması ve anlaşılması için başta hocası Elmalılı Ümmi Sinan olmak üzere, öğrencilerinin ve aynı okula mensup olan diğer mutasavvıf ve mütefekkirler hakkında sistematik akademik çalışmalar yapılması, henüz yayınlanmamış eserlerinin gün yüzüne çıkartılması
7. Tasavvuf musikisi alanında Mısri Niyazi/ Mısri Niyazi Okuluna ait eserlerin araştırılması ve toplanması, klasik eserlerin yer aldığı repertuarlara henüz yer almayan eserlerinin de eklenmesi
8. Üniversitelerde Sosyal Bilimler ve Güzel Sanatlar alanlarında lisansüstü düzeyde Mısri Niyazi/Mısri Niyazi Okulu ile ilgili çalışmaların yapılmasının teşvik edilmesi, bunlar:
a. Edebiyat, Türkçe, tarih, sosyoloji, psikoloji, felsefe, tasavvuf bölümleri
b. Güzel Sanatlar Fakülteleri ve Konservatuarların müzikle ilgili bölümleri (Klasik Türk Müziği veTasavvuf Musikisi konuları)
c. Güzel Sanatlar Fakültelerinin klasik Türk sanatları bölümleri (Hat ve Tezhip)
9. İlgili bölümlerin lisans derslerinde Mısri hakkında örneklere yer verilerek ve mevcut örneklerin sayıları artırılarak tanınmasının sağlanması
10. Üniversiteye Mısri Niyazi/Mısri Niyazi okulu konularında araştırmalar yapmak üzere yurt dışından araştırmacı, misafir öğretim üyesi kabul/davet edilmesi
11. Yurt dışından söz konusu alanlarda ülkemizde çalışmalar yapacak olan lisansüstü öğrencilerin üniversiteye kabulünün sağlanması ve benzeri konularda çalışmak üzere yurt dışındaki üniversitelere lisansüstü öğrencilerin gönderilmesi
12. Türkçenin yakın bir gelecekte, ülkemiz topraklarında yetişen mutasavvıf, şair ve mütefekkirlerinin yurt dışında daha iyi tanınmalarının bir sonucu olarak, özellikle tasavvuf alanında uluslararası dili olacağına dair önemli kanıtlar bulunmaktadır. Mısri Niyazi Okulunun yurt dışında akademik çalışmalarla tanıtılmasının bu sürece önemli katkı sağlayacağı ve hızlandıracağı düşünülmektedir.
13. Ayrıca:
a. Yunus Emreden Mısri Niyaziye Uluslararası Beste Yarışması nın tesis edilerek her yıl/iki yılda bir yapılması: Bu yarışmanın Devletimizin resmi kurumlarından olan TRT Müzik kanallarından biri/Kültür Bakanlığı ile ortaklaşa olarak gerçekleştirilmesi
b. Mısri Niyazi Okulunun daha iyi anlaşılması ve tanınması için çeşitli kategorilerde senaryo, konulu/belgesel nitelikli film, şiir, roman ve öykü, hat ve tezhip alanlarında yarışmaların düzenlenmesi
c. Mısri Niyazinin hayatını ve eserlerini konu alan sinema/televizyon filmi ve belgesellerin yapılması
14. Klasik tasavvufi gelenekteki Darül Mesnevilere benzer, günümüz dili ile ise üniversiteler, Belediyeler ve Sivil toplum Kuruluşlarınca tesis edilmiş örnekleri bulunan yaşam boyu eğitim merkezleri bünyesinde Mısri Divanı, İrfan Sofraları gibi eserlerin anlatılacağı her düzeyden halkın doğrudan ulaşabileceği yapıların canlandırılması
15. Elmalı, Limni, Malatya, Bursa ve İstanbul başta olmak üzere Mısri Okulu oluşumunu bünyesinde barındıran merkezlerin konuyla ilgili yetkili ve ilgililerinin bir araya getirilmesi ile Mısri Niyazi ve Mısri Niyazi Okulunun mevcut mirasının geleceğe yönelik olarak planlanması, zenginleşmesi ve korunması adına planlı çalışmaların başlatılması. Aynı amaçla, Konevi ve İbni Arabî konulu ulusal/uluslar arası sempozyumların yapılması, Malatyada yaşamış olan dünyaca tanınmış bu alimlerin isimlerinin caddelere ve kültürel mekânlara verilmesi
16. Sivil Toplum Kuruluşları, kamu kurumları yetkilileri, üniversite/bağımsız araştırmacı, vb. nin katılımı ile kurulacak olan bir platform sayesinde ilgili çalışmaların yürütülmesi, teşvik edilmesi, topluma duyurulması ve toplum tarafından benimsenmesinin sağlanması
17. İlgili alanlarda hizmet vermiş olan kişilerin çeşitli kategorilerde ödüllendirilmesi, ayrıca Mısri Niyazi Araştırma Ödülü adıyla bir prestij ödülü tahsis edilerek her sene farklı alanlarda başarılı görülen kişilere verilmesi
18. Mısri Niyazinin Limnide bulunmakta olan kabri, dergâhı ve camii gibi Osmanlı dönemi eserlerinin ihya edilerek halkın ziyaretine açılması ve Mısri Niyazi adına bir müze kurulması için Yunanistan ile Türkiye arasında gerekli çalışmaların başlatılması ve mümkünse kabri ile naşının Türkiyeye getirilmesi
19. Yukarıda bahsi geçen konuların hayata geçirilebilmesi, takibi ve akademik koordinasyonunun sağlanabilmesi için, Selçuk Üniversitesinde kurulmuş olan Mevlana Enstitüsü benzeri bir Mısri Niyazi Enstitüsünün Malatyada kurulması için İnönü Üniversitesi tarafından gerekli inisiyatifin oluşturulması
20. Planlanan Mısri Niyazi Enstitüsünün bu topraklarda şekillenmiş irfani tecrübeyi günümüz bilgisi ile yeniden yorumlayarak Sosyal Bilimler ve Güzel Sanatlar alanlarında yapacağı çalışmalarla, ulusal ve uluslararası akademik platformlarda çok önemli bir ihtiyaca cevap vererek dünya çapında bir merkez konumuna geleceğine olan inancımız tamdır.
Niyazi Mısri Sempozyumuna Damgasını Vuran Cemalnur Sargut HANIMEFENDİ ve İslam Algısı
İstanbulda gerçekleştirilen Niyazi Mısri Uluslararası Sempozyumuna Malatya Kent Konseyi Niyazi Mısri Çalışma Grubu adına iştirak etme fırsatımız oldu. Yol arkadaşlarım, Malatya Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Sayın Haydar Karaduman ve Cemiyetin ikinci başkanı Kemal Deniz ile birlikte, 710 Ekimde Ankarada yapılan Malatya Günlerinin ilk iki gününe katıldıktan sonra birlikte İstanbula geçtik. 910 Ekimde İstanbul Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezinde yapılan Kulun Niyazi Mısri Niyazi başlıklı uluslararası sempozyumu yine bu arkadaşlarımızla birlikte izleme imkânı bulduk. İlk gün açılışında Belediye Başkanımız Sayın Ahmet Çakırın da katıldığı bu sempozyumda sonraki oturumlarını Belediye Başkanımızın Kültür Danışmanı Sayın Ziya Kesriklioğlu ve bir grup Malatyalı gazeteci ile birlikte izlemeye devam ettik.
Sempozyumun İstanbul ayağının tek sorumlusu olan TÜRKAD, ilk günün akşam yemeğini büyük bir misafirperverlikle Bebek sahillerindeki bir yalıda verdi. İki gün boyuncu hizmetimize sunulan araç ile yola çıktığımızda İstanbul ekibinden iki kişi ile birlikte tanınmış iki hemşerimiz de bizimle birlikte idiler. Hiçbir ayrım yapmadan bu ülkenin çocuklarına yıllarca burs sağlamış, binlerce öğrencinin yetişmesine neden olan hemşerimiz rahmetli Fethi Gemohluoğlunun evladı Ali Gemohluoğlu ve yine Malatyalıların yakından tanıdığı hemşerimiz yazar Sadık Yalsızuçanlar.
Aracımız bizi, arsa değeri son derece yüksek olduğu için daracık sokakların kaldığı, sağlı-sollu pahalı villaların yapıldığı Bebek sırtlarından sahile ulaştırdığında denize nazır bir yalının önünde bulduk kendimizi. İstanbulun en güzel yalılarından biri olduğunu öğrendiğimiz bu mekâna girişimizde, Anadoludan gelmiş usul bilmez bir duruma düştük. Yalının büyüsüne kapılmış olmalıyız ki içeriye ayakkabı ile girilmeyeceğini fark edemeden ana salonun kapısına kadar gittik. Orada bulunan ve o akşam misafirlere hizmet etmek için bulunduğunu tahmin ettiğimiz görevlilerin uyarıları olmasaydı ayakkabılarımızla salonun başköşesine kadar gidip oturacaktık. Neyse ki uyarılar üzerine çarçabuk toparlanıp ayakkabılarımızı çıkarıp boğaza bakan büyükçe bir salona, utancımızı kızaran yüzümüzün gerisinde saklayarak oturduk.
Denizin yalı duvarlarını yalayıp durduğu salona geçtiğimizde tasavvuf müziğini seslendirecek ekibin çoktan yerini aldığını gördük. Salona kısa sürede, sempozyumda bildiri sunan ve sunacak olan Profesör ve Doçentlerin de yer aldığı hayli seçkin bir davetliler grubu dâhil oldu. Bir taraftan boğazın büyülü manzarasını seyrederken bir taraftan da yanı başımızda oturan emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Sayın Mustafa Tahralı ile sohbet etme imkânını bulduk.
Cemalnur Sargut hanımefendinin dostlarından birine ait olduğunu öğrendiğimiz bu güzel mekânın şaşkınlığını daha üzerimizden atamadan herkesin ayağa kalkıp kendine çekidüzen verdiğini gördük. Gelen Cemalnur Sargut hanımefendi idi. Hanımefendi büyük bir tevazu ile hemen herkesle göz göze gelip hoş geldiniz sefalar getirdiniz dedikten sonra, salonun bir tarafında bulunan, bir basamak yüksek olan ve mutfakla karşı karşıya duran yemek platformuna geçtik. Platform diyoruz zira yemek salonu gibi algılanacak bir yer değildi. Doğrusu orta yerde oluşturulan bir tezgâhın üzerine konulmuş olan yemekleri, yemek masası olmadan nasıl bir adap ve usul ile yiyeceğimizi de bilmiyorduk. Kısa bir tereddütten sonra önde giden ve yalı adabını? Bildiğini düşündüğümüz kişilere bakarak vaziyet almaya karar verdik. Kısa sürede durumu anlamıştık. Tasımıza çorbayı koyduktan sonra ayakta bir kenara çekilip bir güzel çorbamızı içtikten sonra yine tezgâhın üzerinde duran tabaklardan alıp ana yemeklerden ve salatalardan doldurduktan sonra yine ayakta yemek faslını bitirmemiz gerekiyormuş. Biz de öyle yaptık. Her ne kadar bu duruma alışık olmadığımız için bazı sakarlıklar yaptıysak ta kazasız-belasız yemeklerimizi yedik. Hatta ortamdaki rahatlığı hissederek yine tezgâhta duran tatlıdan bile alma cesaretini gösterdik. Daha da rahatlamış olmalıyız ki yanımızda bulunan Malatyalı gazetecilerle boğazı arkamıza alıp fotoğraf bile çektirmeye başladık.
Üçüncü ve son faslımıza gelmiştik. Çay servisinin ardından yerini almış olan müzisyenler tasavvuf müziğinin nefis parçalarını terennüm etmeye başladılar. Bizleri bir araya getiren Mısri olunca doğal olarak müzisyenler Mısrinin şiirlerinden bestelenmiş parçalara ayırdılar. Ezberimizi bozacak ama bizler iki saat boyunca Mısrinin zaman zaman La ilâhe illallah şeklinde tekrarlanan ilahilerini bir yalıda dinledik. Hâlbuki kafamızda şekillenen yalıda dizi filmler, cinayetler, ihanetler ve bilmem daha rezaletler yaşanmalıydı. Hâlbuki şimdi Mısrinin Tende canum canda cananumdur Allah hu diyen ve Hakkı seven âşıkların / Eğlencesi tevhid olur gibi ilahiler yalıdan boğaza yankılanıyordu.
Allahın adı anıldıkça kendinden geçen bu insanlar kimdi. Başta Cemalnur Sargut hanımefendi olmak üzere etrafında yer alan bayanların hemen hepsinin başı açık, kimi etekli kimi pantolonluydu. Bayanların makyajsız, erkeklerin de bir kısmının top sakal ve rahat giyimli olmaları dikkatimizden kaçmıyordu. Hemen tamamının yüksek düzeyde eğitimli olmaları, zengin ve seçkin! Oldukları her hallerinden belli olan bu insanların; Malatyadan bakan algılarımıza göre din ile ilgilerinin olmaması gerekiyordu. Ancak bunlar dindardı ve bize göre şeriatı çokça işleyen bir Mısri ile ilgilenmemeleri gerekirdi. Hatta bizim algılarımıza göre bu kesimin din ve hele tarikat denilen itici! Bir inanışın içinde olmamaları gerekirdi. Hâlbuki bu insanlar Rufai tarikatının çokça bilinen isimlerinden Kenan Rufai ve Semiha Ayverdi halkasında kendini bulmuş, inançlı insanlar. Namaz kıldıklarına şahit olduğumuz bu insanları, birçoğumuzun çizgisine yakın olduğunu Sait Çekmegil geleneğindeki İslami bakış açısına göre nereye konuşlandıracağımızı doğrusu henüz karar vermiş değiliz. Malatyanın İslam algısı geleğinden hayli uzak olan bu insanlar ile ilgili kafamız da hayli karışık.
Hem İstanbulda hem de Malatyada yapılan sempozyumun içerik ve sınırlarını onlar belirledi. Konuşmacıların neredeyse tamamı Niyazi Mısriyi Cemalnur hanımın çizgisi doğrultusunda tasavvuf ve tarikat bağlamında ele aldılar. Farklı değerlendirmeler olsa da konuşmalara hâkim olan tema keramet ve rüya ağırlıklı olmanın yanında mürşit-mürid ilişkileri oldu.
Konuşmacıların büyük bir kısmının birbirlerine karşı tarikat kültürünün bir gereği olarak mürşit-mürit muamelesi yapmaları, örneğin, mürşit olarak bildikleri kişilerin çocuklarına daha yaşça büyük olmalarına rağmen eğilip ellerini öpmeleri, o tarikatta aynı seviyede olanların omuz hizasından birbirinin ellerini öpmeleri ve Çin-Hint felsefesinde olduğu gibi birbirlerini selamlarken doksan derece eğilmeleri dikkat çekici idi. Tarikat kültürüne hâkim olan tevazu ve sadakat her hallerinden çıkarılabiliyordu.
İKİ FARKLI NİYAZİ MISRİ
Değerlendirmemizin bu aşamasında söz konusu bu tarikat çevrelerinin görmek istediği Niyazi Mısri ile gerçek Niyazi Mısri arasındaki farkları sıralamak istiyoruz.
İstanbuldaki son oturum hariç bütün oturumları izleyip not almış ve Mısri üzerinde yaklaşık bir yıl çalışmış bir araştırmacı olarak:
1- Niyazi Mısri her şeyden önce onların anlamak istediği bir tarikat şeyhi değildir. Zira hayatı boyunca yalnızca Elmalıdan Ümmi Sinana tabi olmuştur. Ümmi Sinanın ölümünden sonra herhangi birine bağlandığına dair bilgi mevcut değildir. Malatyada baba evinde bulunduğu yıllarda babasının kendi şeyhine intisab ettirme girişimine karşı kâmil değildir diye reddetmiştir. Mısırda okuduğu yıllarda da benzer bir daveti kalbim hilafete kanmaz diyerek reddetmiştir.
2- Tarikat çevrelerinin koşulsuz kabul ve sadakat geleneğinin aksine Mısri; soran, sorgulayan, ezber bozan sıra dışı bir kişiliğe sahiptir.
3- Tarikat çevrelerinde olmazsa olmaz şeklinde görülen itaat ve sadakat kültürü Mısride görülmez. Zira Mısri Ümmi Sinanın dışında hiç kimseye itaat edip sadakat göstermemiştir. Babasına bile
4- Tarikat çevrelerinde hâkim olan munis ve uysal tavır Mısride görülmez. Zira o dik başlı bir yapıya sahiptir.
5- Tarikat çevrelerinde görülen ağırbaşlılık Mısride görülmez. Hatıratlarını okuyan herkesin bildiği üzere Mısri, son derece açık sözlüdür. Sin-kaf konuşacak kadar doğaldır.
6- Niyazi Mısrinin, Mevlana ve Yunus Emre etkilenmelerine neredeyse bütün konuşmacılar çok çeşitli yorumlarla değinirken, Nesimi ve Şeyh Bedreddin etkilenmelerine neredeyse hiç değinilmedi.
Nesimi ve Şeyh Bedreddine olan hayranlığından hareketle Mısrinin Osmanlı siyasal tarihindeki muhalefet geleneğinden özenle kaçınıldı. Nesiminin ve Şeyh Bedreddinin adı hiç anılmadı.
SONUÇ
Sempozyum ve konuşmalar bize gösterdi ki Malatyada Niyazi Msıriyi tanıtmak hayli zor olacaktır. Zira ülkemizde birçok isim üzerinde olduğu gibi Niyazi Mısri ismi üzerinde de bazı çevreler adeta bir tekel oluşturmuş durumda. Bu durum farklı düşünce yelpazesine sahip olan Mısrinin bilge kişiliğine kendiliğinden bir sınırlama getirmektedir. Mısrinin elbette ki tasavvuf-tarikat, mürşit-mürit ilişkileri bağlamında ele alınması gerekir. Ancak onu yalnızca bu boyutuyla ele almak ona hem haksızlıktır hem de onun sofrasından! (mevaidül irfan) yeterince yararlanmamak demektir.
MALATYA KENT KONSEYİ NİYAZİ MISRİ ÇALIŞMA GRUBUNUN AMAÇ VE HEDEFLERİ
Son bir yılda Niyazi Mısri ile ilgili yapılan tanıtım etkinliklerden elde ettiğimiz tecrübelere dayanarak Malatya Kent Konseyi Niyazi Mısri Çalışma Grubunun amaç ve hedeflerini aşağıdaki gibi olması gerektiğini deklare ediyoruz:
AMAÇ: Malatyanın stratejik unsurları arasında yer alması gerektiğine inandığımız 70 civarındaki tarihi ve siyasi şahsiyet arasında (Malatyanın 400ün üzerinde tarihi şahsiyeti vardır. Ancak biz bu isimler arasında yalnızca 70 ismin tarihi ve siyasi kimlik ve düşünceleri açısından stratejik olduğunu düşünüyoruz) yer alan Niyazi Mısrinin, yaşam serüveni ve farklı düşünce yelpazesini kentin sosyal barışına sunmaktır.
Bu bağlamda, gelecek nesillerimize, farklı din, dil ve etnik kökenden gelen Malatyalı isimlerin düşünce tarihimizi temsil ettiklerini, bu açıdan kültürel ve entelektüel bir birikime sahip olduğumuzu, bu birikimden yararlanarak kentimize, ülkemize hatta dünya barışına katkı sağlayacak yeni isimlerin yetişebileceğini göstermektir.
HEDEFLER
1- Mısrinin, Malatyalı bir bilge olduğunu özellikle ilk ve ortaöğretim çağındaki öğrencilere tanıtmak.
2- İki şiirinden hareketle Mısrinin gerçek bir Malatya sevdalısı olduğunu ortaya koymak.
3- Mısrinin yaşam serüveni açısından ibretle anılması gereken bir isim olduğunu ortaya koymak.
4- Mısrinin, 17. yy.da Malatyanın entelektüel hayatındaki önemini ortaya koymak.
5- Mısrinin yaşadığı dönemin siyasi ve fikri hayatını ortaya koymak.
6- Mısrinin, Malatyalı kişiliğinin yaşamı ve düşünceleri üzerindeki etkilerini ortaya koymak.
7- Mısrinin mücadele azmine ve kararlılığına dikkat çekmek.
8- Mısrinin rüya ve keramet bilgilerini öğretici boyutlarıyla ele almak.
9- Mısrinin Hz. Hasan ve Hz. Hüseyine, kısaca ehlibeyte olan muhabbetini sosyal barışa dönüştürmek.
10- Osmanlı hükümetine karşı geliştirdiği muhalefet geleneği ile Nesimi ve Şeyh Bedreddine olan hayranlığından mücadele ve kararlılık dersi devşirmek.
11- Anadoluya ve Türkçeye olan hayranlığından bir başka sosyal barış projesini çıkarmak.
12- Limmide sürgünde bulunduğu yıllarda Osmanlı yöneticilerinin Hıristiyan yöre halkına karşı olumsuz tutumuna karşı bunlar sizin emanetinizdir diyerek karşı çıkmasını, adil yönetim talebi olarak geliştirmek.
13- Allaha ve peygambere olan muhabbetini ihlâs ve samimiyete teşmil etmek.
14- Tasavvuftaki derinliğinden aşk ve muhabbet devşirmek.
15- Eserlerinin okunmasını sağlamak.
16- Mısrinin esasında Malatyada uzun süre kalan İbni Arabî ve Sadreddin Konevi geleneğinin kendine özgü bir devamı olduğunu ortaya koymak.
17- Müritleriyle birlikte Rusya seferine katılma isteğinin, vatan sevgisine teşmil etmek.
18- Vani Mehmet Efendiye yönelik yazdığı şiirlerini, onun hicivdeki ustalığı şeklinde değerlendirmek.
19- Çocukluğunda babasının kendi şeyhine götürme isteğine karşı çıkarak bana göre kâmil bir insan değildir demesi Mısırda ise orada kalması karşılığında benim gönlüm hilafete kanmaz diyerek karşı çıkması, bağımsız düşünme, test etme ve peşin kabullerden uzak karakterinden dersler çıkarmak.
20- İnandığı değerler uğruna tavizsiz bir yaşam sürmüş olmasından dersler çıkarmak.