Yazar Nihat Genç, odatv.com'da, memleketi olan Trabzon'daki Ayasofya Kilisesi'nin cami yapılması girişimleriyle ilgili olarak yazdığı "Trabzon'a Selam Olsun, Ayasofya Camii Olsun" başlıklı yazıda, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın zaman zaman "çok sert" eleştirilerde bulunduğu hemşehrimiz Cumhurbaşkanı merhum İsmet İnönü ile Erdoğan'ın memleketi Rize'nin ana gelir kaynağı çay tarımı konusundaki bağlantıyı da yazdı.
Genç'in, odatv.com'daki yazısı şöyle:
"..Trabzon Ayasofya kilisesi müze mi kalsın, camii mi olsun diye Trabzon’da bir tartışma almış başını gidiyor, eee biz de Trabzonluyuz, kenardan bulaşalım.
Trabzon hiçbir zaman bilinçaltımın kıvrımlarında korkakça sakladığım bir yer olmadı. Büyük şehirde otuza yakın kitap yazdım, toplam trajları çok insana nasip olmayan sekizyüz baskının üstüne çıktı, çok insana nasip olmayan dörtyüz saatin üstünde TV programlarıyla milyonlara konuşma şansı buldum, niye bilmem, yazarken konuşurken zihnim lafı hep Karadeniz’e getiriyordu, fındığı, hamsisi, futbolu, çayı, sahili, ormanı, yaylası, köyü, hikayesi, sosyal hayatı, bin çeşit masal güzelliğiyle kitaplarımda binlerce sayfasıyla duruyor. Ben de yazarım diyen hiç kimse iş bu konuları benim kadar yoğunlukta gündemine almadı. Belki de kimsecikler bahsetmediği için bu konular bir yandan şöhretimi de perçinledi, yetmedi, bu konular Türkiye’nin terkedilmiş tarımını taşrasını şehrini sanayisini anlamamda çok yardımcı oldu.
Trabzon’la ilgili iki şeye yanarım, biri, neden yazarlarımız çayı fındığı tütünü deresini Türkiye’nin halkın gündemine taşıyamadı...
İkinci yangınım, bir gün şehre döndüğümde çocukluğumun geçtiği şehrin göbeği sayılan Hacıkasım semtini bulamadım, kazıyıp çıkarmışlar, ölümden beter bir hayal kırıklığı, aynı duyguyu defalarca Karadeniz Sahil Yolu’nda yaşadım. Artık buralar başka bir şey olmuş, başka bir ülke, Cezayir Tunus sahili gibi bir yer.
Bir şehrin sahillerin ortadan yok olması insanın içinde öylesine sert sülfürük bir koku yayıyor ki artık başka bir adam oluyorsunuz, itiraf edeyim, ben artık her konuşmasında her yazısında Karadeniz’den söz açan Nihat Genç değilim, yıkıldım ve sağcı müteahhitler karşısında yenilgiyi kabul ettim, bu yenilginin suskunluğu ağırlığıyla içime oturdu ve çöküverdim.. Bu saatten sonra neyi geri getireceksin, sadece sahiller için birkaç milyon çağ geçmesi gerekiyor.
Ama Karadenizlilik derimize kanımıza işlemiş beni içimi kazıyamadılar, o kazınamayan şey neyse, işte beni yiyip bitiren şey bu duygu, keşke sökülüp çıkartılan sahiller gibi içimizdeki genleri de yok edebilseydiler, bizi delirten coğrafya yok olmuşsa bu deliyi artık hangi deli rüzgarlar hangi deli nehirler hangi deli dalgalar besleyecek.
Yine de kan mı çekiyor anlamış değilim çünkü bu toprağın insanına delice aşkımı durduramıyorum.
Bu coşkun romantik insanların içinden köyünden hamsisinden denizinden geldiğim halde hepimizi kızıl kıyamet bir deli yapan şey nedir vallahi de billahi de hala bilemiyorum.
Tereyağı dedik hamsi dedik yokuşları dedik dinmeyen deli rüzgarları kudurmuş dereleri dedik içimizde bizi delirten şeyi hala bulabilmiş değiliz. Son keşfim şu, Trabzon kilometrelerce büyük bir kaya kütlesinin üstünde bir şehir, bu da yer çekimini azaltan bir şey, yerçekiminin az olması da bizi uçuran bir şey, üstüne bir de uçucu ispirtosu mısırı, kim tutabilir seni, işte böyle deliliğimize fantastik mazaretler arıyor uyduruyoruz.
Hani, bizde bir şey yok, bu havalar bu dereler bizi delirtti demeye getiriyoruz.. Bir tuhaf ontolojik hikayedir bu, hepimiz farkındayız aklımızla ciddi bir derdimiz var, ve bu ontolojik hastalığı bu ani sert darbeli dalgalı tabiatın üstüne yıkıp suçu hafifletmeye çalışıyoruz.
Defalarca defalarca çay’ı yazdım, tarihi, satışları, markası, katma değeri, sosyal hayata katkısı, bin şekilde, neden bu çay’ı büyük bir marka yapamadık, neden bu çay’ı hala çuval çuval satıyoruz, daha düne kadar küçük şirin şık paketlerine koyamıyorduk, bırakın dünya markasını Türkiye sathında sevilecek birkaç marka inşa edemedik, işte sonunda Tirebolu 49 gibi muhteşem bir tad yakalanmış, kimsenin umurunda değil, neden Ortadoğu’da bir kutu Lipton’un fiyatına biz birkaç çuval çay ancak satabiliyorduk, geçmiş altmış yılın iktidarları, çay’dan şehre giren geliri neden artıramadı. Hala içiyor içiriyoruz ama bu bölgenin bilgisi mühendisliği hala tad ayarlarını sınıflayamadı markalayamadı, ilkel toplayıcılar gibi, topluyor çuvallara dolduruyor fabrikaya götürüyor kurutuyor paketliyoruz, bu kadar. Çeri çöpü kurutulması kimyası tadı hepsini çuvala dolduruyoruz işte.. (Tayyip Erdoğan bey her lafında İsmet Paşa’ya küfrediyor ama Rize’ye bugün giren para İsmet Paşa’nın emri ve Zihni Derin’in çalışmalarıyla, üstelik o yıllarda Rizeliler çay’a karşı çıkıyordu, hatta hükümet zorlayarak yani bir nevi angarya koşarak zorla diktirdi..)
Altmış yılın sağ iktidarları Allah’ın bu mucize ürünü üstüne bir liracık ilave katkı yapamadı, toplanan çay neyse giren para o, tadı estetiği kimyası paketlemesi ambalajı tiryakiliği üzerine yan bir sanayi kurulabilirdi, olmadı, topladık çuvalladık, bu kadar.
Defalarca defalarca tütünü yazdım, işlemesini kurutmasını kimyasını paketlemesini beceremediğimiz için yabancı markalara yenildi, şimdi o tütün rejisinin yerinde AVM açıldı, oysa sadece tütünle Karadeniz tam bir mutluluğa kavuşabilirdi. Tadını yumuşaklığını içimini kesimini kurutmasını paketlemesini ambalajını şık tasarımlarını beceremedik. Nerdeydi geçmiş altmış yılın sağ iktidarlarının mühendisleri reklamcıları tasarımcıları kimyacıları? Sakın kimse bu Karadeniz toprağı mühendis mimar tasarımcı yetiştiremedi demesin. Sağ iktidarların karanlık ağızları başka şeyler tartışıyordu, din gibi başörtüsü gibi, üstüne bu yüksek gerilimli eğitimli bilimsel gücü heba ettiler, bertaraf ettiler.
Defalarca defalarca fındığı yazdım, fiskobirlik’in o küçücük rapor gibi kitapçıklarının nerdeyse tümünü temin ettim. Fındığı da topluyor kurutuyor sonra çuvallara doldurup satıyoruz. Yan sanayisini artı değerini, çikolatalısını pastalısını atıştırmalık ürünlerini modern şehirlerin büfe vitrinlerine sokamadık. Yani işleyemedik, cici ambalajlarını yapamadık, markalayamadık. Dilimizde ‘randıman’ diye bir kelimeyi her sene kekeleyip kürek kürek çuvala doldurup kamyon kamyon gemi gemi sattık. Ton hesabı üzerinden sattık. Gidin şimdi o AVM’lere yabancılar size çuval çuval bir şey satıyor mu? Her şeyi küçücük paketlere ambalajlayıp lokma lokma dilim dilim milim milim satıyor, biz hala gemilerle satıyoruz. Lokantaların dışında ayaküstü atıştırma kültürü diye bir şey icad oldu dünyanın her sokağında milyonlarca büfe bu atıştırma kültürünü vitrinleriyle yaşatıyor, gidin o büfelere bakın, kaç tane ürünün içinde fındığımız var, yok.
Dile kolay yüzlerce yıl bunca zaman Allah’ın bu eşsiz nimetine bunca siyasetçi mühendis işadamı katma değer ilave edemedi, gerisi gevezelik, ne oldu şu Ordu’da Sagra’ya hatırlayın, mafya hesaplaşması içinde doğmadan öldü.
Bir memleket ayakta kalacaksa önce ben ne üretiyorum diyecek, ürettiğini avcunun içine alacak, tartacak, tadacak, laboratuarına alacak, değerlendirecek, sanayisini kuracak, yalandan olsun reklamını yapacak, yalandan olsun milleti hasta tiryakisi yapacak, uçsuz bucaksız coğrafyalara pazarlayacak.
Hadi denizine hamsisine kalkanına balık yağına salamurasına gübresine girip lafı uzatmayalım.
Yetmedi, şehrin tam ortasından yol geçirildi, birbirinden güzel yüzlerce sokak camisi mimarisi demeden soyutlanıp sosyal hayattan çıkarıldı. Canımız yanmışcasına kahrolarak itiraz eden, karşı çıkan defalarca defalarca yazılar yazdık, ne oldu, dışlandık, kovulduk, sövüldük, kara listelere yazıldık.
Yetmedi, Sinop’tan Batum’a dünya tarihinin en eşsiz sahili parçalandı, yer küre kazılarak iptal edildi, coğrafyaların eşsiz güzellikte sahilleri gelmiş geçmiş hiçbir tarihte coğrafyada görülmemiş şekilde katledildi.
Bu öyle bir utanç ki, on kuşak rezilliğinin altından kalkamaz, değil bin yıl pişman olup ağlasak, milyon çağ tabiatın affetmeyeceği bir insanlık günahı.
Yana yakıla yüzlerce yazı yazdık, ne oldu, liberali de İslamcısı da bizi bir öldürmediği kaldı. Öldürmeden de beter etti, ambargo, sansür, yok sayma, hala gırla gidiyor.
Gezi Parkı’nda iki ağaç’a Türkiye ayağa kalktı ama tam otuz yıl Karadeniz’de birkaç cılız çaresiz ses dışında koskoca altıyüz km.lik coğrafyanın iğfal edilmesine gazetesinden medyasından yazarından ses çıkmadı.
Sahiller yetmedi, dereler Karadeniz’in her şeyidir, dağlara tırmanıp nerede akan bir dere var, Hes’lerle yolunu kestiler, kuruttular, kimsecikler sesini çıkartmadı, ses çıkartan birkaç köylünün üstüne Jandarmayı sürdüler.
Varımız yoğumuz ormanlarımızdır. Yetmedi, yemyeşil ormanların içine sahillerine kadar sekiz katlı binalarını üstelik kalkınıyoruz diye utanmaksızın ANAP’tan AKP’ye kadar dizdiler, bir rahatsız olan, bir karşı çıkan, birkaç cılız ses dışında, yok.
Altmış yılın sağ iktidarları, suyundan tarihine, yolundan, fındığına, çayına, tütüne karşı amansız bir imha savaşına girişti. Halkı uyutarak, kandırarak, ‘kalkınıyoruz’ diye bin tür yalanlar söyleyerek, Karadeniz’in ürünü, emeği, tarihi, sahili, yaylaları bir biz ağladık biz dövündük gözlerimizin önünde yıkıldı, söküldü, parçalandı.
Altmış yılın sağ iktidarları Karadeniz’i hem uygarlıktan hem insanlıktan hem de Allah’ın nimeti dünyalar güzeli coğrafyasından kazıyıp çıkartırken, herkesin kendisine sorması lazım, biz nerdeydik, bir milim, Karadenizli tabiriyle ‘bir gram’ utanması lazım.
Bakın sevgili hemşerilerim, toplayıp çuvallara koyup satarak kazandığımız beş-altı milyarı, tasarımla ambalajla, reklamıyla, endüstrisiyle, kimyasıyla işleyip on-onbeş milyara çıkartabilseydik, o zaman bir ‘irademiz’ olurdu, yani gücümüz ve sözümüz olurdu.. Şimdi hala ya el kapılarındasın ya cemaate ve sağcı partilerden hala iş dilenip köleleşiyorsun. Bu ürünlerin dilini gücünü işlemesini becerebilseydik memlekette bir ‘ağırlığımız’ olurdu, kimse bizi kandıramazdı, kendine güvenli güçlü insanlar olurduk, o şeyhe bu lidere eyvallahımız olmazdı…
Şimdi okuyorum Trabzon’da gazeteleri, Ayasofya cami yapılsın mı yapılmasın mı diye bir tartışma, yürüyün, maşallah, kim tutar sizi, peşinden bir de ‘darvin’ tartışması olmadı üstüne bir de ‘başörtüsü’ yakışır hani.
Müze mi kalsın ya da cami mi olsun, bence size ikisi de yakışır.
Bu şehvetli yazıları okuyunca, insan soruyor, bu hırs bu ego bu şehvet bu sahiplik bu fatihlik yazılarınız bu katliamlar olurken nerdeydi diye..
Yazılıp çizilenlerden anladığım Fatih Trabzon’da sadece Ayasofya Camii’ni fethetmiş.
Sahillerini, ormanlarını, yaylalarını, sahillerini FETHETMEMİŞ.
Bu coğrafya yerküreden kazınırken kimsenin aklına da Fatih Sultan gelmemiş.
Hala anlatamadığımız feci gerçek şudur, bu taşkın romantik coğrafyanın nimetlerinin ürünlerinin mimarisinin mirasının katliamına seyirci kaldık, gerisi gevezelik, hadi biri çıkıp inkar etsin, biraz ağır olacak ama şunları da aramızda konuşmadık mı, Rumlar Ermeniler bu topraklarda kalsaydı, bu coğrafya katliamı olur muydu, bizim gibi burnundan kıl aldırmazlara bu cümleleri aklımızdan geçirtecek kadar büyük bir katliamın ortasında çaresiz kaldık.
Sağ iktidarlar hepimizi uyutup ayağımızın altından coğrafyamızı kazıyıp alırken, üstelik, kazıyıp alan canavarları elimizle dilimizle siyasetimizle dostluğumuzla hayranlığımızla milletvekili ya da başbakan yaptık, maaşlarınızı bu sağ siyasetçiler ödedi, müteahhit gazete patronlarınızı bu sağ siyasetçiler besledi ve hepimizi susturup sindirmeyi başardı..
Kendi gözlerimizin önünde tabiatımızı yaylalarımızı derelerimizi sahillerimizi yaktılar kestiler biçtiler, yüzümüz kızarmadı..
Şimdi sağ iktidarların akıllara durgunluk veren bunca katliamından sonra laf nasıl oldu da dönüp dolaşıp yine camii’ye geldi.
Ormanlar camii değil miydi, dereler camii değil miydi, yaylalar camii değil miydi, tütünü, fındığı, çayı camii değil miydi, bu Allah’ın eşsiz güzellikte nimetlerinin hiç mi kutsallığı hiç mi itibarı yoktu?
Bu sahilleri sanki Allah yaratmamıştı. Bu dereleri hiç mi Allah yaratmamıştı..?
Şuraya bakın sahilini deresini güzelim şehirlerini Allah demeden yakıp yıkıp imha edenler şimdi Ayasofya camii mi olsun müze mi olsun diye güya tartışıyor.
Yine camii üzerinden yine din siyaseti üzerinden kusursuz bir perdeleme katıksız bir siyasi demagoji sahne alıyor.
Bu tartışmaya sadece yukardaki bu birkaç cümleyi hatırlatmak için bulaşmak istedim.
Bence, ilk yapacağımız şey, tarihimizi sahillerimizi ormanlarımızı derelerimizi çayımızı tütünümüzü fındığımızı kimler imha etmişse kimler bu hayasız insanlık suçunu işlemişse, önce, işte onları kulaklarından tutup teşhir etmeliyiz.
Eğer bu katliamcı siyasetçileri sorgulayacak bir iradeniz varsa size Ayasofya’da Cuma namazı kılmak helal olsun.
Ama ‘iradeniz’ yok, bu hikayenin özeti olarak, çünkü bizleri yetiştiren aileler bizleri başkalarına muhtaç etmeden yaşatabilecek sosyal gelirleri yok, onun bunun gazetesine patronuna adamına cemaatine partisine hala muhtaç isen, senin kimliğin kişiliğin yok demektir.
Altmış yıl öncesine herkes kendi dedesinin köyüne bir an için dönsün, evet yoksulduk ama, tereyağıydı önündeki bahçesiydi az buçuk fındığı tütünüydü, kimseye muhtaç olmayan kendi başına ayakta yaşayabilen bir ‘Karadenizli’ vardı, şimdi o Karadenizli yok, ürünlerini anlayamamış değerlendirip piyasa yapıp gelirini artıramamış ve ya cemaatlerin ya sağcı partilerin kulu kölesi olmak zorunda olmuş bir yeni başkalarından geçinen ‘tipler’ var.
Ormanlarına ürünlerine mimarisine geçmişine sahillerine sırf siyasi kazanç uğruna sessiz kalanlar, istedikleri kadar Fatih Sultan’la abdest alan huşulu yazılar yazsın, Allah nimetlerine karşı bu ölümcül kayıtsızlığın ‘cehaletiyle’ zırvalayıp dururlar…
Yani bu siyasi kararın kendi ‘iradeleri’yle olmadığını söylüyorum, makro anlamıyla da şu ‘iradeyi’ birkaç satır konuşmak istiyorum.
Bu iradesizliği asıl Ayasofya’yı camii yapmak isteyen siyasi iktidar için öne sürüyorum.
Şayet kendi iradeleriyle camii yapıyorlarsa gerçekten helal olsun, tek lafımız olmaz.
Ancak kuşkumuz odur ki, bu karar, siyasi hükümetin iradesiyle değil, siyasi hükümete dayatılan aldı verdi hesapları içinde el altından diplomatik bir siyasi pazarlıklar sonucu.
Masa altından bir değiş tokuş takas hesabı.
Ekonomisi kendine yeten bir siyasi hükümet, başkalarının dayatmalarına bu kadar açık ve kurban hale gelmezdi.
Oysa ağızlarına almaya doyamadıkları Fatih’in kendine güveni ve iradesi vardı.
Aksine şimdi boşa çene çalanların ‘iradeleri’ yok, şu açılım süreçlerinin altına girin, hangi harita oyunları hangi hesaplar içinde, bunun da köküne inerseniz, kendine ekonomisine ürününe üretimine güvenemeyen hatta kendi ürününü hiç akıl edemeyen bir siyasi iktidarın acizliğini görürsünüz.
O vakıf senin olsun bu kilise benim olsun diye el altından dayatılan malum ‘açılım’ siyasetleri işte bu ‘iradesizliğin’ yani ‘çaresizliğin’ teslim olmuş halidir.
Oysa yazıp çizenler durmaksızın Fatih’ten ve Fetih’ten bahsediyor, nasıl oluyor da, teslimiyet bir anda Fetihlik haline geliyor, nasıl oluyor da dışarıdan dayatmalar karşısında çaresizlik ‘Fatih’lik oluyor?
Trabzon’daki arkadaşlara tekrar edelim, bir ülke bir iktidar bir millet, ne yapacaksa kendi iradesiyle yapacak, şayet bu iktidar, Diyarbakır’da şimdi devir olunan kiliselerden Ruhban Okulu’na Akdamar’a ve bilmediğimiz bir çok şeye kadar alttan pazarlıklar dahilinde değil, kendi iradesiyle, gerçekten kendine güvenerek Ayasofya’yı camii yapıyorsa, helali hoş olsun.
Ancak bilmediğimiz bir pazarlık bir güç bunları yaptırıyorsa, buradan da bazı zavallılar ‘Fatihlik’ çıkartan kirli dinci siyasetle insanları kandırmasınlar."