Melih YILMAZ
asuyektayilmaz@ hotmail.com
Yaşar Kemal öldüğünde ardından yazılan hemen her yazıda şu cümle vardı:
“Yaşar Kemal, o güzel atlara bindi ve gitti.”
Cümle, Yaşar Kemal’e aitti. O “Demirciler Çarşısı Cinayeti” romanına “O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çekip gittiler.” diye başlar ve aynı cümleyle bitirir. (Adam Yayınları, İstanbul, 2. Basım, 1997, s.7 ve s.545)
Bu cümle “Yusufçuk Yusuf”un da ilk cümlesidir; romanın son cümlesi de yaklaşık aynı anlamı verir: “O iyi atlar, o iyi insanları aldılar çektiler gittiler.” (Aynı eser, s.625)
Bu cümlelerin bir hikâyesi olmalıydı. Onun peşine düştük ve karşımıza Malatya çıktı.
Malatya ekmeği yiyip suyunu içmiş, Malatya kültürüyle beslenmiş, bir başka yazarın Yaşar Kemal’i anlattığı bir kitabında bu hikâyeyi bulduk.
Duayen öykücü Osman Şahin 1961-1967 yılları arasında Malatya’da, Turan Emeksiz Lisesi’nde Beden Eğitimi öğretmeni olarak görev yapar. Bu süre içerisinde Malatya ve çevre illerde derleme çalışmalarında bulunur. Malatya’da, aynı lisede Almanca öğretmeni olan Sevil Kurtcebe Hanımla evlenir ve kızları Tomris ile Buket Malatya’da dünyaya gelirler.
Osman Şahin ayrı bir yazımızın konusu olsun.
Osman Şahin’in bizi Yaşar Kemal bağlamında ilgilendiren yapıtı “Yaşar Kemal / Geniş Bir Nehrin Akışı” adlı çalışmasıdır.
Osman Şahin’in anlatımına göre “O iyi insanlar o güzel atlara bindiler, çekip gittiler.” cümlesini ve cümlenin bildirdiği hikâyeyi Yaşar Kemal Urfa’da bir köylüden duymuştur. Ama kendisi Malatya’da öğrenmiştir bu hikâyeyi.
Osman Şahin’den dinleyelim:
“Aşağıdaki söylenceyi, 1960’lı yılların başında, Malatya’da, Beydağı eteklerinde tanıdığım seksenlik Hacı Emir Ağa’dan dinlemiştim. Hacı Emir Ağa sıradan bir insan değil. Yaşlı Malatyalılar bilirler; Hacı Emir Ağa gençliğinde eşkıyalık yapmış, yıllarca dağlarda gezmiş, adam vurmuş biri. Seksen yaşında olmasına karşın belinde tabanca taşıyordu.
“Hacı Emir Ağa’nın anlatısı şöyle:
“Eskiden, sağlığı, geçimi yerinde genç bir adam, dünyanın en iyi insanlarının, en güzel atlarının yaşadığı, içimi güzel suların aktığı, en temiz havanın olduğu yeri, ‘yeryüzündeki cennet’i aramaya çıkmış. Haftalarca at sırtında gitmiş. Dere tepe aşmış. O ülke benim, bu ülke senin hesabı diyar diyar gezmiş. Kimi yörelerin insanı iyiymiş, ama atları, suları ve havasında iş yokmuş. Kimi yörelerin atları, havası, suyu iyiymiş ama insanlarında iş yokmuş. Geçimsiz, kavgalı, birbiriyle hırgür içindeymişler.
“Bunlara karşın, umudunu yitirmemiş adamımız. Kafasındaki ‘cennet’i inatla aramaya devam etmiş. Yine dağlar tepeler aşmış.
“Bir gün öyle bir yere gelmiş ki, her şey düşündüğü gibi… Her yer öylesine bitek, verimli, güzelmiş ki, ‘Herhalde cennet dedikleri burası olmalı’ demiş. Bu yerin insanları sağlıklı, güleç yüzlü, konuksevermiş. Birbirinden güzel, çekik karınlı, yeleleri yalımlı atlar çokmuş. Havasına, suyuna diyecek söz yokmuş. Bahçeleri ballı incirler, narlar, muzlar, elmalar, altın sarısı hurmalarla doluymuş. Sokaklarda ceylanlar, cerenler dolaşır, çekinmeden gelir, avucundan yem yerlermiş.
“Söylenceye göre bu ülkenin adı ‘Çukurova’ imiş.
“Adamımız, bu cennet ülkede aylarca konuk kalmış, ağırlanmış… Herkes sırasıyla adamımızı konuk etmiş evine. Atına da, kendi atları gibi bakmışlar, tımarını yapmışlar. Çok saygı, ikram görmüş. Adamımız bir gün ‘Sizlere doyum olmaz. Benim memleketime gitmem gerek’ demiş, izin istemiş güzel ülkenin insanlarından. Törenle uğurlamışlar onu. Adamımız binmiş atına, mutlu şekilde dönmüş memleketine.
“Gel zaman git zaman… Aradan kırk yıl geçmiş. Adamımız iyice yaşlanmış. Ne ki, aklı fikri, kırk yıl önce gördüğü güzelim ülkedeymiş. ‘Ölmeden önce orasını bir daha göreyim’ demiş. Binmiş atına. Çıkmış yola. Gide gide ulaşmış Çukurova’ya. Ulaşmış ya, ne görsün; ne o iyi insanlardan eser kalmış, ne atlardan. Ne ballı incirler var, ne narlar, hurmalar… Herkesin yüzü asıkmış. Herkes birbiriyle kavgalıymış. Şaşkınlığından ne yapacağını bilememiş adam. ‘Yoksa yanlış yere mi geldim?’ diyerek, döne döne çevresine bakınmış. Kırk yıl önce atını bağladığı çınar ağacını görünce, anlamış yanlış yere gelmediğini.
“Köy meydanının ortasında kara bir yabancı gibi beklemiş öylece. Ne selam veren var, ne ‘hoş geldin’ diyen. Dayanamamış, yanı başından geçip gitmekte olan bir köylüye seslenmiş:
“ ‘Hey hemşehrim, yahu bir zamanlar burada çok iyi insanlarla çok güzel atlar vardı. Ne oldu onlara?’ diye sormuş.
“Asık suratlı köylü dertli dertli sallamış başını:
“ ‘Sen ne diyorsun bire hemşehrim’ demiş. ‘O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler ve çekip gittiler.’” (Osman Şahin, Yaşar Kemal / Geniş Bir Nehrin Akışı, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2013, s.40-41-42)
Yaşar Kemal’in tek hikâye kitabı Sarı Sıcak’tır. Bu kitabındaki öykülerden birinin adı da “Halis Serkisof”tur.
Halis Serkisof hikâyesinde bir “Darendeli” vardır.
Bu kitabındaki bir başka hikâyesinin adı da “Dükkân”dır. Dükkân hikâyesindeki kahramanlardan biri de “Darendeli Mehmet Efendi”dir.
Osman Şahin, adını andığımız kitabının 133. sayfasında Darendeliler hakkında şu sözleri söyler:
“Anadolu’da ‘deniz görmemiş Karadenizli’ derler Darendeliler için. Karadenizli gibi çalışkan, becerikli insanlardır Darendeliler. Bir eşekle dünyayı dolaşırlar. Her ırktan, dinden insanla kolayca ilişki kurarlar. Ticarete akılları iyi erer. ‘Darendelinin girdiği yerde Kayserili barınamaz’ derler. Darendelinin topalı bile en son Hindistan’da görülmüş derler. ‘Darendeli dediğin küçücük bir koku şişesiyle girer köye, on yıl sonra köyün yarısının sahibi olur’ derler.”
Yaşar Kemal’in Sarı Sıcak adlı kitabının (Adam Yayınları, İstanbul, 1996) 49. Sayfasındaki ‘Dükkâncı’ adlı hikâyesindeki Darendeli betimlemesi:
“Dükkân sahibi Darendelidir. Kocaman göbeğinin üstünde kocaman, belki yarım kulaçtan uzun, bir gümüş saat kordonu sarkar. Küçücük gözleri göz evlerinde fırıl fırıl döner. Beyaz parmakları kısa, etlidir. (…) Bu Darendeli Mehmet Efendi, bu köyde, köylülerden daha yerlidir. Sen de yirmi, ben diyeyim otuz.”
Halis Serkisof hikâyesinden:
“Saat lafı edilince arkada duran Darendelinin gözleri ışıldadı. Eli şalvarının cebindeki kocaman saate gitti. Saat belki üç yıldır işlemiyordu. Darendeli üç yıldır okutacak bir enayi arıyordu. Saat, şöyle hızla sallanınca beş dakika kadar işliyor, sonra suyu kesilmiş değirmen gibi duruveriyordu. Cebinde bir iki kez hızla salladı. Çıkarıp önündeki ırgada gösterdi: Satacak saatimiz de bulunur, dedi, hem de baba yadigarı.” (Sarı Sıcak, s.106)
Siz en iyisi bir yerlerden Sarı Sıcak’ı bulun ve Dükkâncı hikâyesi ile Halis Serkisof hikâyesini okuyun lütfen; Darendelilerin tadı hikâyelerin içinde yer almaktadır. Zaten bu iki hikâyeyi okuduktan sonra kitabın tümünü okumamanız mümkün değildir.
Benden söylemesi.