'Uşağh Faro Beg Bögün Gelmedi mi? Bir O Esgik.!'
Orta boydan biraz uzunca, esmer, ince bıyıklı biriydi Faro.
2-3 yaşındaki çocukların tek parça, yoksulluğun alameti farikası zıbın, mektebe gidenlerin askılı okul pantolonu, yaşlı erkeklerin çoğunun rahat olduğu gerekçesiyle şalvar giyip, başına kasket taktığı, kadınların yöreye has çarşaflarıyla örtünüp sokağa çıktığı yılların Malatya’sında gençlerin çoğu gibi Faro da pantolon giyerdi.
Asıl adı Fahrettin’di. Soyadını bilen yoktu. Bilenler varsa da hatırlayan kalmamıştı. Faro aşağı, Faro yukarı, öyle hitap edilirdi ona…
Bugün her tarafı betonla kirlenmiş, o günkü Yeşil Malatya’nın sembol mahallesi Kernek’in dağ bölümünde otururdu. Orası, son evlerin sınırıydı. Dar sokaklardan, bahçe aralarından, harıhlarından tertemiz suların aktığı, yollara dikili direklerde ve evlerde parlayan elektrik ışığının kısıtlı, gökyüzünde yıldızların, zihinlerdeki düşlerin, hayal gücünün sonsuz nicelikte olup gezindiği Aspuzu bağlarının yöreplerinde ninniler söylenen Malatya’nın aklı hoş fertlerinden biriydi Faro.
Bir tek annesi vardı, başka da kimi kimsesi yoktu koca Dünya’da, onunla yaşardı Faro küçük evlerinde. Teyyy dokuz bin sene önce toprağa ilk tohumları ekip yerleşik yaşama geçen Caferhöyüklü, yedi bin sene önce benzer hayata geçmiş Arslantepeli dedelerinden beri taştan temelli, hezenli, kerpiç evlerde yaşar dururdu Malatyalı.
Yetmiş, seksen metrekarelik küçücük, bahçeli evlerde dede-babaanne, oğul, bekar kız, torun tohum birlikte ömür sürerdi. Malatyalılar rüyasında “gün gelecek evler kocaman olacak, içlerinde 2-3 kişi yaşayacak, hiç bahçesi olmayacak, komşu komşuyla selamı zor alıp verecek, akrabalar bile birbirinin kapısını çalmaya çekinecek” diyen kara sakallı bir dede görse, “herhalım beni hıbilik (kabus) bastı, yatmadan o gadek gavırmalı iri küfte yemesem eyiydi” diyerek hayra yormayacaktı.
Faro ve garip anası ellerine zar-zor geçen bir ekmekle, tavada pişen bulgur pilavına kaşık sallayarak karınlarını doyurmaya çalışırlardı. Kahvaltı diye bir yemek türü bilinmezdi, çay birkaç varlıklı evin lüksüydü. Peynir, evde beslenen, bahçede yayılan ineklerin mis gibi sütünden yapılırdı, katık olurdu yufkaya, tandır ekmeğine de kara zeytin zor bulunurdu. Kahvaltıda ya akşamın yemeği veya sıcacık süte doğranan yufka ekmeği taam edilirdi.
Hayat sadece Faro için değil Malatyalıların çoğu için aynıydı binlerce yıldır: Sessiz, sakin, yoksul…
İnşaatına 1920’lerin sonunda başlanıp, bir 10 yıl kadar sonra makinelerinden takır tukur seslerin yükseldiği Mensucat (Sümerbank) fabrikasıyla birlikte kadim şehrin, topraksız, sermayesiz gariban insanları işçi, memur olacak; üç beş kuruş para kazanıp çarşıdan pazardan alışveriş yapmayla tanışacak, o parayla esnaf da bereketlenecek, fabrikanın karşısına sanayi sitesi açılacak, ahali biraz rahata erecekti ama araya Alman Harbi denilen 2. Dünya Savaşı girmiş, huzur içinde ömür sürmek başka bir bahara kalmıştı.
Türkiye savaşa girmemişti ama gel gör ki emek-yoğun ekonominin hüküm sürdüğü bir devirde, fiziksel güçleriyle işgücünün belkemiğini teşkil eden gençlerin 4 sene sınırlarda, birliklerde askerlik yapmak zorunda kalması, o askerin iaşesi, giyimi, bakımı kolay iş miydi, daha dün Balkan harplerinden, 1. Dünya Savaşından, Kurtuluş Savaşından çıkmış genç Cumhuriyet için?
45’te savaş bitti, gençler evine döndü, bu kez Malatya’ya Tekel’in yaprak-tütün-sigara fabrikası açıldı. 50’lerde Şeker Fabrikasının çarkları da dönmeye başladı, o güne dek bağ-bahçeyle, hayvancılıkla geçimini sağlayan Malatyalıların yeni geçim kaynağı bu fabrikalarda işçilikti. Savaşlarda kırılmış nüfus fabrikaların, özellikle tekstil işletmesi olan Mensucat’ın eleman ihtiyacını karşılamadığı için mahalle bekçileri kahvelere dalarak gençlere “…ne boş boş oturuyunuz? Gahın pavrukaya işe gedin” diye fırça atacaktı. Bağ köylerinden yoksul, topraksız köylüler akın akın, yaya olarak, Mensucat’ın gürültülü, tozlu makinelerinin arasında ekmek aramaya gelecekti.
Malatyalı huzur içinde ekmeğini yiyecek, çoluğu çocuğuyla kafasını yastığa koyabilecek miydi?
Beklenti, umut, temenni güzel günlerin gelmesinden yanaydı. Yüzlerce yıldır perişanlıktan başka bir yaşam tarzı bilmeyen Anadolu insanı “hayırlısı”, “iyi olur inşallah” diyerek akıl sağlığını koruyacak tevekkülü gösteriyor; savaşsız, kavgasız günlerin sona ermesini bekliyordu.
İstediği çok bir şey değildi: Karnını doyurmak, muhannete muhtaç olmamak istiyordu, çoluğu çocuğu kimseye el açmasın istiyordu, üç günlük dünyadaki ömrünü huzur içinde, sağlıkla tamamlamanın gayretindeydi.
Memleket, eskiye göre, nispeten değil önemli ölçüde rahatlamıştı, üretim artmıştı ama yoksulluk bitecek gözükmüyordu.
Çünkü dünya düzeninde sorun üretim değil, paylaşımdı. Paylaşım adil olmadığı sürece kimsenin rahatça nefes alıp vermesine imkan yoktu. Sanki biri sizi yere yatırmış, yatırdığı yetmezmiş gibi dizini sırtınıza dayamış, eliyle de boğazınızı sıkıyordu. Biraz nefes alsa da ilerleyen on yıllarda başına “sağ-sol” kavgası adı altında bela edilen terörden çekecekti.
Şair Hasan Hüseyin Korkmazgil, hani Selda Bağcan ve Malatya Sümerbank fabrikasında çalışan bir emekçinin çocuğu Ahmet Kaya’nın muhteşem yorumuyla dinlediğimiz, Koçero Vatan Şiiri eserinin bir yerinde haykırır ya, işte öyle:
“…. güzel beyler
hanımlar
kusuyor bütün köyler insanlarını
kusuyor kasabalar
baştanbaşa bütün ülke
kusuyor insanını!
bu eziklik
bu hırçınlık
güzel beyler
hanımlar
bu sınırsız tedirginlik
acaba nerede biter?
nasıl başlar acaba
şenlikli günleri bu toprakların?”
Fıkara Faro nereden bilecekti şiiri, edebiyatı, felsefeyi?
Nevi şahsına münhasır Faro’ydu o…
“Normal deli denecek bir tipten ziyade psikolojik sorunları olan biri gibiydi” diye anlatıyor bize Faro’yu, o yılların Malatya’sını yaşayan Sadettin Akbulut Ağabeyimiz.
“Böyükanalarımız” bize derdi ki “…çağam sen sanıyısın ki bi tür deli mi var? Yohhh çağam, yohhh! Hikmetinden sual olunmaz Cenabı Allah’ın aramıza saldığı doksan dokuz çeşit deli vardır. Hepsi üstünü başını yırtan deli türünden olmaz ya! Kimi bağırır çağırır, kimi güler, kimi ağlar, kiminin de esbabı, urbası temizdir, gögdesine bahar adam sanırsın, halbuki zır delinin tekidir.”
O güzel aklın esirgendiği Faro, deli de deseniz veli de deseniz, 99 türün biri de deseniz, sonuçta bir insandı. Onun da karnı acıkıyor, terliyor, üşüyordu. Cegetin (sokak) başında güzel bir kız gördüğünde onun da tüyden yüreği pır pır atıyor, aşık oluyor, derdini kimselere diyemiyordu.
Hiçbirimiz bilemezdik, o güzel insanların akıl sır ermez derin dünyalarında ne fırtınalar koptuğunu, ne dinginlikler yaşandığını…
Faro, ne yapmalıydı, ne yapmalı etmeliydi de anlatamadığı derdini, sevincini, hüznünü, sevdasını, ezilmişliğini, anasının yoksulluğunu evinin arkasında uzanan Kernek’in kıraç sırtlarına, Horata’nın, Derme’nin, Fırat’ın, Tohma’nın bereketli memeleriyle dünya kurulduğundan beri can verdiği topraklara, o toprakların üstünde yaşayan kurda, gökte uçan kuşa, ademoğluna, mişmişlerin yaprağına, asmanın sürgününe anlatmalıydı?
Günlerden bir gün, nasıl olduysa, kim verdiyse, nereden çıktıysa bilinmez, bir kaval geçmişti Faro’nun eline.
Hafiften üflemeye başlamış kavalı. Belli yeteneği var, güzel sesler çıkarmaya başlamış kavalından, hoşuna gitmiş. Hiçbir şeye benzemez sevdiğin bir işi başarabilmenin hazzı. Faro’nun yüzü gülmeye başlamış, gurur duymuş kendisiyle, beceriyormuş bu işi. Kaptırmış kendini kavalının tınısına. Zamanın nasıl aktığını fark etmeden çalmış da çalmış…
Saatin kaç olduğunun ne önemi vardı ki Faro için. Onun dünyasında zaman öncesiz ve sonrasızdı, acele etmesini, yetişmesini gerektiren hiçbir işi, gailesi yoktu. Akrep ile yelkovan iki hayvanın adıydı Faroların dünyasında.
“Herkes bana alemin delisi Faro der, kimseler dinlemez sözümü, gülerler, alay ederler; iyisi mi ben o şirin aklımdan geçeni kavalıma dökeyim, o dinlesin beni, yüreğimde yatanı, ne düşünüyorsam o kaval alsın aklımdan, zihnimden, götürsün yağmura, rüzgara karışsın, kuşların kanadına sarılsın gezsin, dolaşsın Aspuzu bağlarını, Aşağı Şeher’i, Çarmuzu’yu, Cirik Pınarını, Kiltepe’yi, Kanalboyunu, yolunda yolağında giden de kerpiç damlı evlerinde oturup ocağını tüttürenler de dinlesinler Faro’nun derdini, divaneliğini”
Kaval, Faro’yu hayata bağlamıştı.
Sabah bir parça ekmek yiyerek çıkıyordu evinden, akşama kadar o günlerin küçük Malatya’sını dolaşıyordu kavalını çala çala. Kaval, tek tutkusu olmuştu.
Çalıyor, çalıyor, çalıyordu.
Ömrünün son demlerini akıl hastanesinde geçirmiş, güzel ülkemizin “derin” insanlarından Neyzen Teyfik’in neyi neyse Faro’nun kavalı oydu.
Çarşıda, tüccar pazarında gezip dolaşırken esnaf Faro’yu durdurur, çal hele Faro, derdi. Çalardı bir şeyler, cebine harçlığı konulur, açsa karnı doyurulurdu.
Bugün yerinde yeller esen, sonsuza karışmış Malatya çarşısının esnafı Faro ve onun gibi aklı evvellere bakardı; ne lokanta ne kahvehane hesap alırdı onlardan. Hatta bazı lokantaların “kadrolu” delileri vardı, yemek saatinde sadece o lokantaya gidip yemeğini yer, çıkardı.
Ninelerimiz 99 çeşit deli vardır demişti ya, bu 99 delinin de türlü türlü huyları, takıntıları, saplantıları…
Normalde kendi halinde, kimseye karışmayan, hava kararana kadar dolanıp duran Faro’ya ıslık çaldınız mı “delirirdi”. Bunu bilen Malatya’nın bazı “bit yavrusu” unsurları olur olmaz ıslık çalarak Faro’yu çileden, zıvanadan ve çıkmaması gereken her kutudan çıkarırlardı.
Kudurturlardı zavallı Faro’yu.
Faro, bağırmaya başlar, eline ilk geçirdiği nesneyi rast gele savururdu. Elinde her zaman hazır ve nazır kavalı ilk sinir krizinde elinden fırlar, tehlikeli bir silaha dönüşürdü. Elinden o gitti, bu defa taşa, sopaya sarılırdı.
Bize Faro’yu anlatan Sadettin Abimiz “yine bir gün Faro’yu çarşıda sinirlendirdiler, elindeki kaval metal imiş, bir savurdu, yanımdan geçti, bana değse kesinlikle hasar bırakırdı” diye anlatıyor. Gerçi kavalını kolay kolay savurması beklenmez Faro’nun çünkü onun için hayatta tutunacak tek dalı, en değerli hazinesidir, nasıl öfke patlamasına tutulmuşsa onu bile savurmaktan kaçınmazdı.
Faro, durmadan değişik kavallar bulur, onları çalarmış. Bir defasında müzik dersi için, 50’li yıllarda küçük Sadettin’e alınan flütü elinde görmüş, Tekmezar Mahallesindeki evlerinin önünden geçerek (Fuzuli Caddesi yokmuş o zamanlar) Kernek’e giderken, bir bakayım, geri vereyim diyerek elinden almış, anlaşılan o ki flüte de hayran kalmış, evine götürmüş. Bekle ki flüt gele! Ertesi gün müzik dersi de var, flütsüz olmaz. Ağabeyi Hüsamettin’e durumu anlatmış, gece vakti yola koyulup Faro’nun evine varmışlar o karanlıkta, flütü geri almışlar. Faro bu, kaval niyetine el koyduğu flüte de aşıktır o, vermek istemezse kıyamet kopacak, al başına belayı. Faro’dan enstrümanını almak ABD Merkez Bankası başkanından dolar rezervlerini istemekle eşanlamlı. Bereket sorun çıkarmamış da flütü alan iki kardeş evlerine dönmüş.
“Bir Malatya Bana Islık Çalarken”
Faro üzerine hikayeler çoktur Malatya’da.
Faro’yu yine kızdırmışlar, çılgına dönmüş, mücrim kimdi kim değildi ayırt etmeden, kim denk gelirse saldırmış, artık camı çerçeveyi de mi indirmiş, mağdurlar şikayetçi olmuş, derdest etmişler Faro’yu, çıkarmışlar mahkeme huzuruna.
Hakim sormuş, neden insanlara saldırıyorsun, çevreye zarar veriyorsun mealinde.
Faro bir şey dememiş, “füyyyy füyyy füyyy” diyerek ıslık çalmış sadece. Hakim celallenmiş, kendine gel, burası bir mahkeme, atarım seni şimdi içeriye. Faro el cevap, “gördün mü Hakim Beg, sana bir Faro ıslık çaldı, sen sinirlendin. Bir Malatya bana ıslık çalıyı, ben delirmeyem de nedem?”
Bir defasında İstanbul’a gitmiş. Orada da bir hemşerimiz denk gelmiş, tanımış, ıslık çalmış Faro’ya. “Ula beni İstanbullarda da buldunuz bilmem hangi mesleği icra edenin evlatları” diye tercüme edebileceğimiz şekilde bağırmaya başlamış kendini tanımaz etmez İstanbulluların ortasında.
Faro Beg Nerede?
Malatya’nın renkli simalarından, Mıh Osman lakaplı, Osman Çağlı’nın “Faro Beg” hikayesine anlatmadan geçmek olmaz. Aslında bu hikaye sadece şehrimizin değil tüm Türkiye’nin getirildiği, toplumu kene gibi saran, kanını emen, iliğini sömüren, belki de geleceğini yok eden lümpenliğe, seviyesizliğe, liyakatsizliğe, hadsizliğe, kanun, nizam tanımamaya çok güzel bir örnektir.
Malatyahaber arşivini karıştırırsanız Mıh Osman hakkında sayısız hikayeye rastlarsınız. Onları bulup okurunuz da biz Faro mevzusunu aktaralım. (Gerçi şimdi okuyacağınız hikaye de arşivde mevcut ama başka bir vesileyle kaleme alındıydı; güncelliyoruz).
Yine de size bir Mıh Osman takdimi yapmamız gerekecek.
2010’da kaybettiğimiz Osman Amca’ya yapışan lakap aslında ona babadan mirastır. Farsça “ulu, yüce, büyük” anlamındaki mıh sözcüğü zamanla anlam değişmesine uğrayıp “yapılarda kalın ağaçları birbirine bağlamada kullanılan büyük çiviyi” anlatır olmuş.
Şimdiki Emekliler Parkının biraz ilerisinde, depremden sonra yıkılan Turfanda İşhanının karşısında bir yerde Malatya Cezaevi varmış. Osman Çağlı’nın babası Hasan Dayı bir gün mapushaneye düşmüş. İçeride bir kavga kopunca mahkumlar birbirine girmiş, kimi bir yerinden bıçak çıkarmış, kimi zuladan şiş. Hasan Dayı ne yapsın, kerpiç zindanın hezenlerinden birine çakılı mıhı sökerek karşı tarafa dalmış, kimin neresine gelirse. Olmuş mu lakabı Mıho Hasan, sonra demişler oğlu Osman’a Mıho’nun Osman, evrilmiş o sözcükte yeni sahibinde bir kez daha, Mıh Osman diye nihayete ermiş.
Malatya Belediyesinde başlayan memuriyet yaşamını Beden Terbiyesi Bölge Müdürü olarak devam ettirmiş, 1960’larda İnönü Stadının inşasında, Malatyaspor’un kurulmasında emek harcamıştır. İnönü Stadının, hele bir de 1976 yılında çimlendirildikten sonra, onun gözünde yeri bambaşkadır; evladı gibidir. Seksenlerde emekli olduğu güne kadar o tesisi gözü gibi korumuştur.
Çağlı, Malatyaspor’u o kadar severdi ki, vefatına kadar Malatyaspor maçını kaçırmadı. Sadece maçları değil yeterli çoğunluğun hiçbir zaman sağlanmadığı Malatyaspor kongrelerini de kaçırmazdı. Ne hikmetse, ilk turda çoğunluğun sağlanmayıp kongrenin yapılmaması şimdi amatör kümede top koşturan “eski” Malatyaspor’da bir tür gelenekti. Osman Amca, lengeri fötr şapkası, kravatı, takım elbisesiyle kimselerin gelmediği kongrenin tek başına hazirunuydu.
Eski görevi gereği ömür boyu giriş kartı olduğundan maçları (A) protokolü denilen yerde vali, belediye başkanı, ordu komutanı gibi zevatın hemen arkasında izlerdi.
Önceleri şeref tribünü denilen yerin adı zamanla protokol tribününe dönüştürüldü, zamanla çeperi biraz daha genişletilip protokol mensuplarının dışında birileri de bu tribüne alınmaya başladı. Beden Terbiyesi Bölge Başkanı sıfatıyla valilikçe ya da bölge müdürünce uygun görülenler davetiyeyle tribüne girmeye başladılar.
İlerleyen yıllarda siyasiler, kulüp yöneticileri, bürokratlar tanıdığı eşini, dostunu, ahbabını, seçmenini protokol tribününe getirmeye başladı.
Aldınız aldınız da, protokol tribünü zamanında öyle bir yer değildi ki, orada kötü söz edilmez, edeple, adapla maç izlenirdi. Oradakilerin ahaliye örnek olması beklenirdi. Yeni nizamda ağza alınmayacak küfürler, üstelik memleketin valisi, komutanı, belediye başkanı oradayken, havada uçuyor, kimse bir şey diyemiyordu.
Mıh Osman, yine böyle bir ortamda, protokol tribününe geldiğinde baktı ki kimler içeri alınıyor kimler! Kendisinin müdürlüğü zamanında olsa İnönü Stadının 500 metre etrafında dolaşmasına izin vermeyeceği tiplerdi.
Stadın tam ortasındaki kapıdan içeri girdi, merdivenleri çıktı, oturacağı yere kadar yürüdü, askeri ve mülki erkanın tam arkasında durdu, kendisine yerini gösteren görevliye doğru dönüp “almazına” herkesin duyacağı şekilde seslendi:
- Uşağh, Faro Beg bögün (bugün) gelmedi mi? Bir o esgik (eksik)..!
Protokol döner, yer gösteren memur şaşkın şaşkın bakar, Faro Beg de kimdir?
Osman Amca anlayana lafı gediğine koymuştur ama Faro Bege de haksızlık etmiştir bir yandan.
Çünkü Faro haddini bilir, hak etmediği mekana adımını atmaz, makama oturmaz, kavalıyla evinden çarşıya, çarşıdan evine dolanır dururdu.
***
Günümüzün dibe vuran liyakat ölçülerine göre, Faro aslında telef olan bir yetenek miydi?
Kimbilir!
Bu ülkenin sürüklendiği, her konuda yerle bir düzeydeki koşullara rağmen mutlu mu mutlu yaşamanın formülü müydü, Faro Beg'lik?..
Buna dair bir yazı pek yakında!.
MODİTÖR*
___________
KAPAK FOTO: Malatya İnönü Stadı'nın protokol tribününün fon oluşturduğu fotoğrafın sol yanında ‘Faro Beg’, sağ yanında kıvrak zekasıyla, esprili kişiliğiyle bilinen Mıh Osman..
_____________
*NİYE 'MODİTÖR'?. Bu yazının altına MODİTÖR imzasını koyduk.. Bundan sonra, birden çok yazarın fikri, edebi katkısı olacak yazılarımızda, 'kollektif bir çalışmanın ürünü' olması nedeniyle, birkaç isim yerine bu imzayı göreceksiniz.. MODİTÖR çalışmasının ilk ürünü yukarıdaki yazı.. Peki, niye MODİTÖR? Bunun da, öfkeli, kızgın bir malatyahaber.com okurundan çıktığını söyleyelim.. Bir haber nedeniyle sinirlendiği malatyahaber.com gönderdiği eleştirel mesajına, sitenin editörüne, o anda Editör ile Moderatör arasında kafası karıştığı için ikisinden türettiği bir kelimeyle, 'Eyy MODİTÖR..' hitabıyla başlayan okurun eseridir, bu pozisyon! İlginçti, hoştu.. Kullanmaya başladık..