Bülent KORKMAZ
korkmazbulent@gmail.com
Bizim çocukluğumuzda kış kışlığını bilir; vazifesini layıkıyla yapardı.
Kasım ayının ikinci haftası gibi düşen ilk kar kışı resmen başlatır, aralık, ocak, şubat ayları soğuk hava etkisini olanca şiddetiyle hissettirir, aylar boyunca yönümüzü nereye dönersek dönelim, doğayı beyaz bir battaniye gibi saran karı görür, sobamızdan ateşi eksik etmezdik, edemezdik. Mart, kışın biteceğine dair umut veren hoşluklar yaşatsa, hani derler ya, kapıdan baktırsa da, bir yel esip kazmayı küreği yaktırabilirdi.
İnanmayabilirsiniz ama kayısıların çiçek açması için nisan başını beklemek gerekirdi.
Malatya için hal buyken, yaşlı dünyamızın başka yerlerinde de neredeyse 12 bin senedir belirli, alışılmış, tahmin edilebilen bir iklim döngüsü vardı, hayat onun müdahale edilemez kudretine uymak, onun sözüne göre hareket etmek zorundaydı.
Gün geldi…
Karnı doyup gözü doymayan, kendisini insan diye tanımlayan, tüm ağaçları, otları, hayvanları, taşları, madenleri kendi emrinde sanan, tüketmeyi varlığının birincil hedefi gören bir canlı türü evini, yurdunu, yuvasını, yani yaşadığı cennet gezegenini öyle kirletti ki, yaşamın pamuk ipliğiyle bağlı olduğu iklimin ayarlarını ciddi biçimde bozdu, cümle mahlûkatın milyonlarca yıllık süreçte uyum sağlayıp neslini sürdürdüğü iklimin dengesi şaştı.
Elbette kendisinin de… Aklını başına toplamazsa sadece dengesi değil feleği de şaşacak.
***
Konumuz iklim değil. Sadece birazdan bahsedeceğimiz bir “güzelin” yarattığı kültür iklimle bağlantılı olduğu için değinip geçmek istedim.
Eskiden veya şimdi… Fark etmez!
Ne zaman karakış “soğuk, somurtkan” yüzünü yumuşatıp, buz tutmuş Toprak Ana canlansın diye kenara çekilse, yeryüzündeki tüm yaşamın kaynağı güneş de onu ısıtsa, bizim coğrafyamızda yerin altından başını çıkarıp baharı müjdeleyen ilk ve en güzel çiçek navrızdır.
Türkçesi nevruzdur ama bizim yörede (Çırmıhtı) ‘navrız’ dediğimizden öyle yazmayı tercih ediyorum.
Kıraç, tarım yapılmayan topraklarda yetişen, soğanlı bir bitki olan navrız en sabırsız, en delişmen çiçek olsa gerek. O zarif, dünyalar güzeli boyunu, posunu bize göstermek için etrafında hiç kar kalmamasını bekler; domurunu öncü gönderir, ardından Aşık Reyhani’nin şu muhteşem dizeleriyle türküsünü söyleyerek güneşe selam yollar:
Bahar gelsin şu dağlara gideyim
Belki derdimize çare bir çiçek
Toplayıp devşirip harman edeyim
Açılan yaramı sara bir çiçek
****
Çırmıhtı’da yaşayan bir grup “çocuk” var. Çocuk dediysek, yaş-baş olarak değil elbette. Babalığı bir tarafa bırakın birkaçı çoktan dede oldu, önemli bir bölümü de dede adayı ama bunlar büyümek nedir bilmiyorlar. Büyümek istemiyor da olabilirler. Hepsinin bir işi-gücü, geçindirmek zorunda oldukları ailesi, her ay ödemesi gereken takribi 8 faturası olsa da, ısrarla ve inatla çocukluklarından taviz vermiyorlar.
Ben de onlardan biriyim.
Kafa kâğıdımıza göre de çocukken, yani takribi 40-45 sene önce, şubat sonu veya mart başı gibi, havadaki navrız “kokusu” ruhumuzu sarardı. İlk navrızı bulabilmek için okulların kapalı olduğu hafta sonunu bekler, çamurlu havada gezemeyeceğimizden yağmur yağmamasını umar, evden yanımıza biraz peynir, çarşıdan ekmek alıp dağlara, tepelere doğru yola koyulurduk. Pet şişede suya gerek yoktu, zaten pet şişe de yoktu, yol boyu rastladığımız pınarlar, billur sularıyla ihtiyacımızı karşılıyordu.
Navrız, iklim değişikliğinin etkisiyle, günümüzde ortalama bir ay kadar önce çıkıyor. 26 Ocak’ta bile bulmuşluğumuz var.
Navrız, nazlıdır, baharı müjdelemek için yeryüzünü şereflendirir ama öyle olur olmaz herkese, her göze gözükmez kolayca, pat diye karşınıza çıkmaz. Sevgili gibidir anlayacağınız. Onu bulmak için emek harcamanız, karşılıksız sevmeniz gerekir. Çeneklerinin saydam rengi sayesinde öyle güzel gizlenir ki ayağınızın dibinde dahi olsa göremeyebilirsiniz. Bulup görmek için uygun açıda durmalı, uygun ışığı yakalamalısınız.
Tek başıma navrız ararken, bir tepenin başında onu görür görmez, heyecanla koşarak yanına gittiğimde navrızı gözden kaybettiğimi, uygun ışığı, açıyı bulup tekrar onu görebileyim diye tekrar o tepenin dibine indiğimi, tekrar görebilirsem daha dikkatli bir şekilde hedefe yürüdüğümü bilirim.
Sonra navrızlar bulunabildiği kadar bulunur, sökülür (çok yanlış bir eylemmiş, yazının sonuna notunu düşüyorum; lütfen navrızı sökmeyin), dağlarda tepelerde geçen hoş bir günün ardından eve dönüş başlardı. Bazen eve varmadan önce çarşıda rastlanan, tercihen aileden bir büyüğün eli öpülür, navrız ona uzatılır, sevinçle gözleri parlayarak navrızı alan amca, dede, dayı her kimse “Allah’ım sana şükürler olsun, bu bahara da çıktım” diye şükreder; ardından gönlünden kopan bir miktar parayı cebinden çıkarıp, yaşamın müjdecisini ona getirene, harçlık niyetine verirdi.
Navrız, sadece baharı değil, yaşamı müjdeliyordu; yaşamın devamını. İçilecek suyun, yenilecek ekmeğin, yeni günün, umudun, sevincin, sevdiklerimizle geçirilecek günlerin habercisiydi.
Yaşamak değil miydi insana en güzel armağan?
***
Aradan yıllar geçti, biyolojik anlamda hepimiz büyüdük. Hayat değişti, ardımızdan gelen çocuklar bizim kadar şanslı olamadılar, sabah uyandığında ayaklarının toprağa değdiği, gözlerinin her gün bir ağaçla, çiçekle temas ettiği; tavuklu, inekli, eşekli bir hayatları olamadı. Biz de haliyle yeni dünya düzeni “beton gerçeklik” karşısında ciddi yenilgiler aldık, eskisi kadar doğal bir hayat süremez olduk.
İşte navrızımız, gül cemalini görebilmek için, çeneklerinin rengini kast ederek, “ak kız, kara kız; ışıla yavrım ışıla” diye dua ettiğimiz navrızımız, insanın ruhuna, özüne tamamen aykırı yapay dünyaya karşı sarıldığımız bir can simidi, yaslandığımız dayanağımız oldu.
Yarım asır dolaylarında yaşa sahip Aziz, Olcay, Mustafa, Münir, Tuncay, 60/70+ bareminde amim oğlu Şefik ve Necmi Abi ile Memet Amcam, başka şehirlerde yaşadıkları için gelemeyen ama burada olsalar mutlaka bize katılacak -onlara sevip de kavuşamayanlar heyeti diyebiliriz- kardeşlerim Rıdvan ve Fatih ile Cemil, Tekin, Ercan, Hasan Abilerimiz, Namık, Muharrem, Cemal, Hakan, Yalçın, Kenan, Onur, Cumhur, Mustafa ismi aklıma gelen diğer navrız sevdalıları. Çocuklarımız, genç navrızcılar, Deniz ve Utku’yu da listeye ekleyelim.
***
Navrız sezonu yaklaşırken bu “çocuklara” bir haller oluyor; sanki Jack London’un Vahşetin Çağrısı romanının başkarakteri Buck’ı ormana çağıran seslere benzer sesler yüreğimizin bir yerinden bizi navrıza çağırıyor. Ilımanlaşan hava takibe alınıyor, bahçelerden gelen kuş seslerinden anlam çıkarılıp, ‘geçen sene navrız zamanı bu kuş ötüyordu sanki’ falı açılıyor, bulunması muhtemel Atmalı Vadisindeki yerler, Gendere ve Beylerderesi tren rayları civarındaki toprağı örten karlar erimiş mi gidip bakılıyor, gidilemezse gidenlere soruluyor.
Son yıllarda navrızı ilk bulan hep Tuncay. Necmi Abinin, amcamın bulmuşluğu da var ama istatistiklerde Tuncay gardaşım çok önde. Şu an jübilesini yapıp navrız aramayı bıraksa bile kimse ona 15 sene boyunca kavuşamaz.
Bu başarı rakiplerinde, biz oluyoruz, gerginliğe yol açmıyor değil. Bilhassa, tarihi ana tanıklık etmek isteyen Aziz gardaşım Tuncay’ın gizli gizli navrız aramaya gitmesine çok sinirleniyor, cigküfte veya ciger çalıştayına şampiyonu çağırmamak gibi sert yaptırımlara başvurmasından endişe ediliyor.
İşin latifesi bir yana…
Tuncay bu sene bulduğu ilk navrızı (14 Şubat 2022), ömürleri uzun olsun, kendi anne babasından bile önce, bir annemize yollayarak alkışı hak etti. Kendisi götürüp eliyle navrızı verirdi ama malum salgın sebebiyle dikkatli olmak gerektiğinden, ilk navrızı bulduğunda yanında olan oğlu Olcay’la gönderdi.
Bu annemiz, annelerimiz arasında en kıdemlisi Hidayet Özşahin. Uzunca bir süreden beri rahatsızlığı sebebiyle dışarı çıkamayan, biri kız altı çocuk doğurup büyütmüş, kendi kuşağından birçok kadın gibi zorlu, çileli bir yaşam sürmüş ama özveriyle çalışmış, çabalamış, yılmamış, çocukları daha güzel bir yaşam sürsün diye elinden geleni fazlasıyla yapmış elleri öpülesi bir anamız.
Hidayet Ablamın hem arkadaşlarımın hem benim gönlümde özel ve güzel bir yeri vardır. Sohbeti doyumsuzdur, topraklarımızda yaşanmış muhteşem öyküleri bize anlatandır. Hayata, dünyaya güzellikten, adaletten yana bir bakış açısı vardır, biz çağalarına her zaman güzel ve doğru yaşamayı, insanları, ağaçları, kuşları, cümle mahlûkatı sevmeyi öğütlemiştir. Benim az sayıdaki “öğretmenimden” biridir. Pırıl pırıl bir beyni, hafızası vardır, bilgedir, ileriyi görendir, aydındır.
Hiç okul yüzü görmese de, görgüsü, kültürü ve ileri görüşlülüğüyle gerçek bir aydındır üstelik. Öyle ki, kız çocuklarının ilkokula bile yollanmasının “ayıp, günah” sayıldığı 50’lerin, 60’ların Çırmıhtı’sında biricik kızı Emine Ablamızı, tırıvırı toplumun tırıvırı muhalefetine karşı göğüs gererek, ilköğretimle yetinmeyip öğretmen okuluna da göndererek meslek sahibi edecek kadar dirayetlidir Hidayet Ana.
Emine Abla, Çırmıhtı’da ilköğretimden sonra okuma şansı bulup ekmeğini eline alan ilk kadınlardan biriyse, elbette kendi emeği ve okuma arzusu kadar, kadının ekonomik özgürlüğünü eline almasının onun geleceği için ne kadar elzem olduğunu fark edebilmiş, çocuk yaşta evlendirilip katlanılması zor bir yaşam süren annesidir.
Cebinden Cumhuriyet gazetesini eksik etmeyen eşi rahmetli Rahmi Dayı bile bu süreçte toplumsal baskıya karşı onun kadar direnememiş, sesini etmemiş, memleketimizin kızlarını ileriye taşıyacak meşalelerden birini hanımı yakmıştır.
Hidayet Abla hiç okul yüzü görmemişti ama otuzlu yaşların sonunda, tüm çocuklarını doğurduktan sonra, açılan kursa giderek “kendine yetecek kadar” okuma yazma öğrenecekti.
20 yıl kadar önce Malatya’ya gelen Hollandalı tiyatro yönetmeni Elles Pleijter, ülkesinde yaşayan Türklere yönelik bir oyun sahneye koyacağını söylemişti. İşinde ciddiydi; dinleyip, gezip görüp, anlayarak oyununu şekillendirmek, sahnelemek istiyordu. Türkiye’yi anlamak için iki çuval kitap almıştı. Çuvallar o kadar ağırdı ki kaldığı otelden çıkış yaparken yüküne yardım etmiştik.
Elbette, bu kitaplarla bizi anlayamazsın, demedim, tam tersi gerekliydi de. Ama yaşamdan da görmesi, bilmesi faydalı olabilirdi.
Ona, Anadolu’yu, Anadolu topraklarını ‘kanlı-canlı anlasın’ diye Hidayet Ablamdan bahsettim; çok hoşuna gitti, görüşmek istedi. Bir yaz günüydü, Çırmıhtı’ya beraber gittik, Hidayet Abla’yla görüştü, sorular sordu, sohbet etti. Elles, ülkesine döndüğünde bir oyun sahneye koydu, oyunun karakterlerinden biri Hidayet Abla idi ama maalesef biz oraya gidemedik, oyunu göremedik.
Anlayacağınız 2022’nin ilk navrızını almayı Hidayet Abla hak etmişti.
Hidayet Abla, Hidayet Ablalar hep var olsun; başımızdan eksik olmasın, olmasınlar!
****
Sonsöz yerine:
14 Şubat 2022’de Çırmıhtı’da ilk navrız bulunduktan sonra her fırsatta dağları, tepeleri dolanıp durduk. 27 Şubat 2022 günü Atmalı Vadisinde çok sayıda navrız arayan farklı yaş gruplarında “çocuklara” rastladım, hoşuma gitti. Hafta içi Anadolu Ajansı, Kale ilçesinde navrız bulunduğuna dair haber geçmişti. Bizim yıllardır navrız arayışımızı Malatyahaber.com vasıtasıyla sanal âleme intikal ettirmemiz bu tür hoş haberler yapılmasına vesile olduysa, olduğunu düşünüyoruz, mutluluk duyarız.
Yeri gelmişken, geçmiş yıllarda yazdığımız navrız yazılarında yer alan bazı ifadelerin burada tekrarlandığını belirtelim çünkü mevzunun o bölümü değişmedi.
Navrızcıların navrız sökmemesi bu çiçeğin neslinin devamı için yaşamsal önem taşıyor. Asla kıyıp bir tek navrızı bile söküp koparamasam da başkasının en fazla bir tanesini sökmesini anlayabilirim. Ama böyle desteyle navrız sökmek çok yanlış çünkü o soğanlı bir bitki, seneye çıkmayabilir. Size tavsiyem, bu dünya güzelini bulduğunuzda, huzurunda eğilin, iki gözünden öpün, yaşadığınıza şükredin ve onu ait olduğu topraklarda rahat bırakın.
***
FOTOĞRAFLAR: 1) Hidayet Ablamız ve kendisine arz edilen ilk navrız. 2) Deneyimli navrızcı Aziz Amcasının Deniz Paşaya, Navrız Ararken Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar temalı açık hava semineri. 3) Navrızın en kıymetlisi saydığımız ‘ak kız ile kara kız’ bir arada. Sevenlerin kavuştuğu ender anlardan.