SON DAKİKA
SON DEPREMLER

Damımıza Damımıza Kar Yağdı!..

A- A+ PAYLAŞ

Damımıza Damımıza Kar Yağıyor
Bülent Korkmaz)

Bu yazının başlığı “Bu yağmalar yağma değil” de olabilirdi.
Ama Kahtalı Mıçı’nın dillendirdiği parçanın yazıya fon müziği olması daha uygun görüldü.
İnsanlığın yaklaşan ölümünün cenaze marşı formatında…

***

Yanlış anımsıyor olabilirim, Meteoroloji "atmış" yazmasın. 28 Nisan 1980 tarihinde Malatya’ya kar yağmıştı. O tarihlerde küresel ısınma bilinmediği için Din Bilgisi hocamız “Allah’ın hikmeti” demiş ve bizi rahatlatmıştı.

4 Nisan 2005 Pazartesi sabahı kar gördük; önde çiçek açmış kaysı ağaçları, arkada memleketin başı duman karlı dağlarının resmini çektik, tarihe kayıt düştük. Çünkü, bu tür görüntüler çeyrek asırda bir olan işlerdi. Zaten işitmemiş miydik büyüklerimizden; “fi tarihinde tut silkiminde gar yağmış, çarşaflar bahçada bırahılıp gaçılmış, tutlar mülemes olmuştu”. Türkçe açıklaması: “Dut silkelerken kara tutulmuşlar, dutları çarşaflarda bırakıp kaçmışlardı, ama dutlar berbat olmuştu”

İyi güzel de, bu otuz, kırk, elli senede olan bir işti; 4 Mayıs 2005 günü, yağmur, fırtına neyse, sulu ve susuz karla, bunlar Türkiye’nin değil dünyanın başka yerlerinde de olan tuhaflıklar, “Çarşamba’yı sel alması” neyin nesi? Doğa Ana, “fotoşopla motoşopla uğraşmayın, alın size hilkat garibesi resimler” düşüncesiyle atraksiyonlar yapmıyor herhalde.

Ne yapıyor? Karnında taşıdığı, doğurduğu, besleyip büyüttüğü, bereketli memelerinden sütler emzirdiği, ballar börekler yedirdiği, menekşe, yasemin, zambak, gül kokularından mürekkep en temiz havaları ciğerlerine pompaladığı hayırsız evladına, yani ademoğluna, hesap sormaya, kefaret ödetmeye başladığının işaretlerini veriyor.

Daha bunlar, uyarı ha! İşlediğimiz günahlardan oluşma meyvelerin çağlasını yiyoruz. Bunun yaşı, kurusu, kompostosu var, reçeli, hoşafı, konservesi arkadan geliyor.

Hele sabır hele!

Bunları kafamızdan atmıyoruz, felaket tellallığı yapmıyoruz. Burada kaynaklar göstermenin anlamı da yok. İnanmayan araştırır ve yeryüzünün en büyük kirleticisi Amerika’da konuşlanmış kuruluşların bile, 15-20 yıl içerisinde iklimde köklü değişiklikler olacağı, bunun kıyamete eşdeğer felaketlere yol açacağı konusunda değerlendirmelerini okur.

Bizler, şu anda yaşayan faniler, insan denen zavallı mahlukatın son türleri olabiliriz. Çocuklarımızın mürüvveti görülmeyebilir; torun diye bir şeye hiçbirimiz denk gelmeyebiliriz. Böyle bir olasılık, maalesef, vardır.

Çünkü;

Bizler, bizleri ve tüm canlıları yok edecek bir düşünce yapısından, yaşam tarzından ve bunlara destek oluşturan ideoloji, siyaset, kültür, ekonomi politik, paradigma, her ne zıkkımın köküyse, asla vazgeçmedik. Bin yıllardır aklımız hep başkalarının canında, malında, namusunda oldu. Önümüzde pirzolalar, butlar, muzlar, ballar, sütler bile varken bile gözümüz doymadı; “başkalarının önündeki ekmek kırıntılarını nasıl kaparız” diye beynimizde kırk tilki, karnımızda kurt sürüleri dolaştı.

Adem’in sisteminin adı ne, çağı ne olursa olsun her daim gücü gücü yetene oldu; büyük balık küçük balığı yedi. Bu, büyük çoğunlukça doğal karşılandı.

Tüm bunların adına gelişme, çağdaşlaşma dendi. Yüzyıllarca yapılan sayısız savaşlara, iki adet büyüğünden dünya savaşı bir yerlere huzur, güven, adalet, din, iman götürmek (!) uğruna yapıldı. Şimdiyse, Adem’in büyüğü küçüklere demokrasi ve özgürlük götürmek (buraya iki numara daha büyüğünden ünlem alalım) için canını dişine takmış bir didiniyor bir didiniyor…

O kadar olur.

Küçükler, korkusundan, güce taparlığından ya sesini çıkarmıyor yada aklının köşesinde bir yerde “adama helal olsun. Kırmış şişeyi, dönmüş köşeyi. Fırsatını bulursam ben de yaparım” diye büyüğe öykünüyor. Ne de olsa onun şanlı ecdatları vakti zamanında Oregon kapılarına dayanmıştı!

Büyükler şimdiden dünyayı defalarca karpuz gibi ortadan yaracak nükleer silahları depolamış beklerken; küçükler elini o işe atınca, günde üç paket sigara içen babanın evladına “oğlum, kızım, sigara içmeyin, alırım ayağımın altına” celallenmesi gibi, kızıyor, tehditler savuruyor. Yine de bazı küçüklerin, yiyecek ekmeği, giyecek donu olmasa da, nükleeri olsun diye uğraşmaktan geri kalmıyor. İşin ucunda, küresel sosyeteye rezil olmak var.

Tüpgaz kaçağını çakmak yakarak saptamaya çalışan yurdum dünyalısının biri bir gün, aynı çakmakla nükleer reaktörün yakıtını kontrol etmeye kalksın; o zaman cümbür cemaat göreceğiz neymiş ebemizin örekesinin boyutları. (öreke hususunda yanlış anlama olmaması için aşağıya bakınız)

İnsanlığın insanlığa gelişme diye yutturduğu bir kavram var ki, evlere şenlik:

Tüket, tüket, tüket, tüket…İhtiyacın olmasa da, yarana merhem olmasa da, aman ha tüketesin ha; yoksa hepimiz tükeniriz. Ama bunu açıkça “tüket” diye ifade etmiyorlar; “üret” diyorlar.

Canlıların, ağaçların soylarının ortadan kalkması, otların, böceklerin tarihe gömülmesi, toprağın kimyasallarla zorlandıkça zorlanması, salınan gazlarla ozonun sarat olması, yetmezmiş gibi yiyeceklere içeceklere, daha fazla satma uğruna basılan hormonlar, bunların yarattığı bilumum hastalıklar bizlerin doymak bilmezliğinin, ihtirasının, zavallılığının ve yarattığı sorunların sadece birkaç örneği.

İnsan ıslah olur mu?

Fazla genç olmayanlar hatırlar; Anadolu’da, eskiden evler çatılı değilken, loğ diye bir hacet vardı. Silindir şekilli, sürülmesi için iki taraflı tutamakları bulunan taştan yapılma loğ doğal olarak çok ağırdı. Ama öyle ustalıkla imal edilirdi ki, damı düzleyip suyun süzülmesine ve çekilmesine ortam hazırlarken, toprağı delip evin içine düşmezdi.

Ben, bu loğ kafamıza düşse de, akıllanacağımızı sanmıyorum.

Öreke meselesi: Türk Dil Kurumu öreke sözcüğünün, Yunanca kaynaklı olduğunu belirtip, “eğrilmekte olan yün, keten gibi şeylerin tutturulduğu, bir ucu çatal değnek” açıklamasını veriyor. Acaba eskiden ebelere doğumdan dolayı herhangi bir ayni veya nakdi bir ödeme yapılmadığından (ödeme yapılmaması gayet mantıklıdır, ebelik geçmişte meslek amaçlı, para karşılığı yapılan iş değildi) yünlerini eğirmeye devam mı ediyorlardı? O esnada değnek bizim yeryüzüne arz-ı endam edeceğimiz tarafa mı konuluyordu? Muammadır, bilemeyiz.

Redhouse İngilizce sözlüğü ise öreke için, birinci anlam olarak “kadın işi, kadınlar” demek olan distaff karşılığını vermiş. Bu da işimizi görmedi. İkinci anlam, birthstool, birthchair. Doğum taburesi, doğum kürsüsü diye çevirebiliriz. Mantıklıdır.

Hatırlamasak da hepimizin kendisini görmüşlüğü vardır. Örekenin dizaynı muhteşem olabilir veya olmayabilir; ama bizim o anki durumumuz pek hoş değildir. Dolayısıyla, deyim oturmuştur.

UYARI: Sitemizde çoğunlukla muhabir arkadaşlarımızın imzalarıyla ya da mensubu oldukları basın kuruluşları kaynak belirtilerek yayınlanan üstteki haber benzeri araştırmalar, haberler, röportajlar, maalesef “emek hırsızı” –özellikle de biri sürekli olmak üzere- sözde bazı internet yayıncıları tarafından, ya aynen ya da küçük bazı değişiklikler yapılarak, kendi özel araştırmaları ya da haberleriymiş gibi kendi yayın organlarında yayınlanabilmektedir. Haber kaynağıyla ya da araştırmasıyla, istihbaratıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan, sadece gerçek gazetecilerin ‘kamuoyunun bilgisine sunulmuş’ emeğinin üzerine ‘çöküp’, gazetecilik- habercilik yaptıklarını zanneden ve böylece kamuoyunu da aldatanların bulunduğuna bir kez daha dikkat çekerken, söz konusu unsurları da ‘gerçek gazetecilerin emeğini çalmamaları’ konusunda uyarıyoruz.
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız