- Prof.Dr. Çelik: "Bir türlü üniversiteleri günlük siyasetin ilgi alanının dışında özerk, politikaüstü kurumlar olarak muhafaza edemedik. Üniversitelerimizde görev yapan öğretim üyeleri de bu işe çanak tuttuk."
İnönü Üniversitesi'nde 2008- 2016 yılları arasında 2 dönem rektörlük görevinde bulunan Prof.Dr. Cemil Çelik, Karar Gazetesi'ne yazdığı "Üniversitelerin ideolojik kimliği olur mu?" başlıklı makalede, konuyu değerlendirirken Malatya'daki görevi sırasında karşılaştığı bir soruyu da ve "Üniversitelerin ideolojik kimliği olmaz" görüşünü içeren yanıtını da paylaştı.
Prof.Dr. Çelik'in, gazetenin "Görüşler' başlıklı sayfasında "İnönü Üniversitesi Emekli Rektörü" olarak yazdığı makale şöyle:
"Bilim ve teknolojide gelişmiş olan dünyada üniversiteler üst düzeyde araştırmaların yapıldığı ve evrensel anlamda da dünyanın her alanda ihtiyacı olan kaliteli mesleki bilgilerin teorik ve pratik anlamda öğretildiği yerlerdir. Bu yapıdaki üniversiteler sadece bilgiyle, beceriyle ve beynini kullanan bilim insanlarıyla ilgilenirler ve mümkün olduğunca kapasiteli bilim insanlarını bünyelerinde tutmaya çalışırlar. Bilim alanlarına öğrenci kabul ederken de en yeteneklilerini almaya çalışırlar. Özellikle bu üniversiteler kabul ettikleri bilim insanlarının ne dinleriyle ne de ırklarıyla ya da yaşam tarzlarıyla değil ciddi projelerinin olup olmadığıyla, başarılı işlerle uğraşıp uğraşmadıklarıyla ilgilenirler.
Öncelikle, bilim kadrolarına standartlarının üzerinde bilim insanlarını katmaya çalışırlar. Dolayısıyla da bu tür yükseköğretim kurumlarında çalışan sosyal bilimcilerin yazdıkları makaleler ciddiye alınır, yazılan kitaplar sadece ulusal sınırlarda kalmaz evrensel anlamda saygı görür. O üniversitenin olduğu eyalet ya da ülkeleri yönetenler bu bilim adamlarının görüşlerine değer verirler ve ortaya konulan bilgiler yönetimlerine ufuk çizer. Laboratuvarlarında yapılan araştırmalar sadece akademik unvan almak için değil, insanlığın bir sorununu çözmeye hizmet eder; yeni buluşlara, patentlere kapı aralar ve nihayetinde de bu çalışmaların sonuçları, önce bu araştırmaların yapıldığı üniversiteye, genelde ise o ülkeye ekonomik faydaya dönüşür.
EVRENSEL BİLİM
Şüphesiz günümüz üniversitelerinin önceliği, öğrencilerine edep ve ahlak öğretmenin ötesinde değişik mesleklerle ilgili temel ve uygulamalı mesleki bilgileri öğretmektir. Eğitimin ciddiyetini kavramış olan ülkeler çocuklarına ve gençlerine kendi moral ve ahlak değerlerini, tarihini, edebiyatını okul öncesinden başlayarak ilk ve orta öğretim kademelerinde vermeleri gerekir. Üniversite sıralarına gelinceye kadar bu işlerin bitirilmiş olması gerekir. Üniversitelerin işi ise, evrensel ölçekte bilimle ilgili bilgilerin öğretilmesi ve üretilmesidir. Şüphesiz üniversitelerde her türlü dünya görüşünün tartışılması ve saygı görmesi de bu kurumların olmazsa olmazıdır. Onun içinde üniversiteler tarif edilirken, her tür düşüncenin hür ve bağımsız olarak kimseden çekinmeden, korkmadan savunulduğu ve tartışıldığı yerlerdir denilmektedir. Bununla birlikte, ciddi araştırma kurumlarını, laboratuvarları yapısında barındıran üniversitelerde bilim öğrenenler, birlikte çalıştıkları bilim insanlarından bugün “akademik duruş” olarak ifade olunan erdemleri de öğrenirler. Bizim kadim bilim geleneğimizde yetişen saygın ilim insanlarında olduğu gibi, günümüzde de saygın bilim insanlarının tutum ve davranışlarında çiğlik görülmez. Dünyevi kaygılar için ahlaki erdemler çiğnenmez. Öğrenciler, özellikle de lisansüstü ileri düzeyde eğitim yapanlar, bilim öğrendikleri üstatlarına karşı ölünceye kadar ve hatta onlar öldükten sonra da saygı ve sevgilerini devam ettirirler. Bu bağlamda hocaları hayatta olmadığı halde, onların yazdıkları kitapları yeni bilgiler ilave ederek yine onların adına yayımlayan, onların takipçisi olan bilim insanları bulunmaktadır. Meşhur bir biyokimya profesörü olan Albert L. Lehninger 1986 yılında öldüğü halde, biyokimyacılar arasında meşhur olan kitabı (Lehninger’in Biyokimyası) hâlâ öğrencileri tarafından onun adına yayımlanmaktadır. Yine hücresel düzeyinde birçok biyokimyasal metabolik yolu keşfeden, Nobel ödülü almış Hans Adolf Krebs’in hayatı, öğrencileri tarafından yıllarca laboratuvarda tuttuğu deney notlarından da yararlanılarak gelecek bilim kuşakları yararlansın diye ciltler halinde yayımlanmıştı.
Maalesef bizim de aralarında bulunduğumuz gelişmekte olan ülkelerin üniversitelerinde ne ideal anlamda bilim ne de bilim geleneği oluşturabildik. Çok az bilim insanımız istisna tutulacak olursa, yanında doktora yaptığı hocasıyla bozuşmadan onunla diyaloğunu sürdüren kaç bilim insanımız var acaba? Ne kadarımız üniversite denince kafamızdaki ideolojik algılarımızın egemen olduğu yerin ötesinde bir bilim dünyası tahayyül edebiliyoruz? Darül-Fünun’dan bu yana üniversitelerimizin hal-i pür melal’ini bilmeyenimiz yok.
Üniversiteler her siyasi dönemde, o siyasi anlayışın savunucusu kaleler olarak algılandı. Bu anlayış hâlâ devam ediyor. Bir türlü üniversiteleri günlük siyasetin ilgi alanının dışında özerk, politikaüstü kurumlar olarak muhafaza edemedik. Üniversitelerimizde görev yapan öğretim üyeleri de bu işe çanak tuttuk. Bunda çoğu öğretim üyesi sıfatını taşıyanların akademisyen olmanın erdeminden fazla nasiplenmemiş olmasının da payını unutmamak gerekiyor. Geleneği henüz oluşmayan yerelliğin baskın olduğu üniversitelerde, siyasi otoritenin akademik algıyı bariz olarak etkilediği, akademisyenlerin tutum ve davranışlarının buna göre şekillendiği de ayrı bir gerçek. Diğer bir konu da az çok saygınlığı olan bilim insanlarımızın magazinleşerek, akademik ciddiyetten uzaklaşması sıkıntısıdır. Şüphesiz bilim insanları zaman zaman kendi bilim alanlarıyla ilgili olan konularda görüşlerini kamuoyu ile paylaşmalı, toplumun bilim toplumuna dönüşmesine yardımcı olmaları da bir akademik sorumluluktur. Ancak bu husus istismar cihetine kaydığında hem akademisyenler hem de akademisyenliğin değeri düşürülmektedir.
Dikkatimi çeken ve hâlâ bir eksiklik ve gelişmemişlik olarak gördüğüm bir hususu da burada okuyucuyla paylaşmak istiyorum. 2012 yılında üst yöneticiliğini yaptığım üniversitede, ikinci dönem rektör adayı olarak öğretim üyelerini ziyaret ediyordum. İlahiyat fakültesi öğretim üyelerinden birisi bana “Siz üniversitemize İslami bir kimlik kazandıramadınız” demiş, ben de ona aşağıdaki cevabı vermiştim.
“Bak arkadaşım, üniversitelerin ideolojik kimliği olmaz, öğretim üyelerinin bireysel kimlikleri olur. Dindar olmak, liberal olmak, sosyal demokrat olmak vb. gibi. Ancak bilim insanları bu kimliklerinden dolayı değil, bilimsel başarılarından dolayı üniversitelerde olmaları gerekir. Ayrıca bilim ve teknolojide ileri gitmiş ülkelerde bulunan üniversitelerin ideolojik kimlikleri söz konusu değildir. Her dünya görüşünden bilim insanları bu kurumlarda çalışırlar ve kimse bu konuları aklına bile getirmez. Herkesin ürettiğiyle ilgilenilir. Şayet bu dediğin doğru ise benden önceki rektörün yaptıklarına itiraz etmemeniz gerekirdi. Oysa o dönemde üniversitenin belirlenmiş olan ideolojik kimliğine uygun düşmediğinden dolayı yani, İslami kimliğinden dolayı zarar görmüş haksızlığa uğramıştın değil mi diye devam etmiştim.” Sahiden de önceki yaşanılan süreçte üniversiteler tek tipleştirilmeye çalışılmış, ben de dâhil yüzlerce arkadaşımız mağduriyet yaşamıştık.
İDEOLOJİK SAPLANTILAR
Sonra da İslam dünyasında bir ilk olan, 1974 yılında bir Rus bilimadamıyla birlikte Nobel Ödülü alan Pakistan asıllı Prof. Dr. Muhammed Abdus Salam‘ın, ‘İslam ve Bilim’ adlı kitaba yazdığı takdim yazısında yer alan sözlerine atıfta bulunmuştum. Prof. Dr.Muhammed Abdus Salam, bu takdim yazısında Nobel Ödülü aldıkları konuda Rus kökenli bir bilimadamı ile birlikte çalışırken ne kendisinin Müslüman oluşunun ne de Rus bilim insanının ateist oluşunun akıllarına bir kez olsun geldiğinden söz ediyordu. Bu bilim insanı bir süre UNDP’ye (Birleşmiş Milletler Kalkınma Teşkilatı) bağlı Trieste/İtalya’daki merkezin fizik konusundaki araştırma enstitüsünün yöneticiliğini yapmış ve bu dönemde çoğu zaman Hoca, Pakistan mahalli giysisiyle görevine gelip gitmiş ve bu durum kimseyi rahatsız etmemişti. Hatta ofisinin yanında ise küçük bir namaz kılacağı mescit benzeri bir yer oluşturduğunu da o dönem kendisini ziyaret eden arkadaşlardan dinlemiştim. Kısacası, gerçek anlamda bilim kuruluşlarının ideolojik bir takıntısı bulunmuyor.
Yurtdışında değişik ülkelerin bilim kurumlarında bulunmuş birisi olarak bunu şahsen ben de görmüştüm. “Yeni YÖK” derken, Türkiye Yüksek Öğretiminin yeniden yapılandırılması sürecinde yukarıda izaha çalıştığım algının ne yanına düştüğümüz konusunu, ne kadar bilim yöneticisi ve bilim insanımız kendisine dert edinmektedir acaba? Önceki dönemlerin yaptığı yanlışlıkları, ideolojik saplantıları, ‘bu sefer sıra bizde’ diye tekrar etmenin bilim üretimine faydasının olamayacağını hepimiz yaşayarak göreceğiz.
Üniversitelerimizin dikkat çekmeye çalıştığım bakış açısına kavuşmadan kurumsallaşamayacağını, bilim geleneği oluşturamayacağını ve zaman kaybedeceğimizi unutmamak gerekiyor. Üniversitelere ideolojik kimlik kazandırmaya çalışacağımıza, ülkemizin kalkınması ve saygın bir konuma gelmesi için üniversitelerin ve bilim kurumlarımızın bilim ve teknoloji üretmesinin önünü açalım. Bunun için ülkemizin gerek yurtiçi ve gerekse yurtdışındaki bilim insanı potansiyelini ve diğer kaynaklarımızı akıllıca değerlendirmeye çalışmamız daha doğru olmaz mı?"
Karar Gazetesi- karar.com