Orhan ALKAYA
Oalkaya44@hotmail.com
Bilindiği gibi, insanoğlunun topluluklar hâlinde yaşamaya başlaması ile birlikte ekonomik ve kültürel yaşamının temelleri atılmaya başlanmıştır. İnsan ve toplum yaşamının esas temeli, maddi yaşamının sağlanması, yani beslenme, barınma ve kendi neslini devam ettirebilme mücadelesidir. Bu mücadele aynı zamanda insanlık tarihinin temelini oluşturur. Bu yaşam kavgası, onun doğa ile olan ilişkisini de belirler. Önceleri avcılık ve toplayıcılıkla yaşamını sağlayan insanoğlu, ağırlıklı olarak Yukarı Mezopotamya denilen, Fırat ve Dicle nehirlerinin arasında kalan topraklarda tohumları ekip biçmeyi ve tarımı keşfetti. Bitki tohumlarını ekerek çoğaltmayı başardılar. Bu olağanüstü keşif, yeni ekonomik ve toplumsal sistemlerin doğuşu ve gelişmesine yol açtı. İnsanlar, günlük ihtiyaçlarından fazlasını üretmeye başladılar. Artı ürün ortaya çıktı. Kar ve servet oluşumu başladı. Bunun sonucunda kentler kurulmaya başladı ve yerleşik hayata geçildi. Her yeni buluş, bir sonrakini doğurdu. Bu zincirleme gelişmelerle insanlık bugünlere geldi.
Bu gelişmelere paralel olarak bir arada yaşamanın kuralları, dini inançlar, yönetme ve yönetilme yasaları ile beslenme alışkanlıkları, barınma biçimleri ortaya çıktı; siyasal ve toplumsal yaşam oluşmaya başladı. İşte biz buna kültür diyoruz.
Toplumsal kültür, o yörenin coğrafyasına ve üretim biçimine göre şekillenir. Örneğin nehir kenarlarında yaşayan topluluklar, toprağı işleyerek tohumları ekerek tarımsal üretimi oluşturdular. Bozkırlarda hayvancılıkla geçinenler, mevsimlere bağlı olarak göçebe bir yaşam biçimi geliştirdiler. İşte bu üretim biçimlerine uygun olarak da gelenek, görenek, alışkanlıklar ve kurallar oluşturdular. Su havzalarında yaşayanlar suyu, ağacı, toprağı kutsadılar. Göçebe toplumlar bazı hayvan türlerini, dağları, yaylaları, yağmuru vb. kutsal bildiler. Ürettikleri besinlerle yemek kültürü geliştirdiler. Barınak ve giyim kültürünü biçimlendirdiler. Her hasat sonunda tanrıyı ve doğayı kutsamak için kurbanlar adadılar. Şenlikler, bağ bozumları, bayramlar kutladılar. Birlikte oyunlar, müzikler yarattılar. Ruhsal yaşamlarını müziklerine, tiyatrolarına, halk oyunlarına ve dokudukları kilimlere yansıttılar. Yazılı eserlerine, resimlerine, heykellerine aktardılar. İşte yaşam kültürü dediğimiz kavram böyle oluştu.

Bu genel düşünce ile Malatya’nın yakın tarihine bakacak olursak, Beydağı’nın eteklerinde bol su ile sulanan topraklardan başlayarak, Tohma ve Fırat kıyılarına uzanan geniş ve verimli tarım alanlarına kadar gelişen üretim biçiminden kaynaklanan bir yaşam kültürü gelişti. Beydağı’nın eteklerinde meyve bahçelerinin yoğunluğu ve sebze üretiminin olanaklı oluşu; diğer yanda Aşağı Şehir’de (Eski Malatya) hububat ve bakliyat üretiminin verimli oluşu, burada yaşayan toplulukların evlerine, mahallelerine ve köylerine şekil verdi.
***
Çok çeşitli ürünlerin yetişmesi sayesinde zengin bir beslenme ve mutfak kültürü oluştu. Onlarca çeşit yaprak köftesi, sebze yemeği; yöreye özgü “kunduru buğday” ekimi ve üretimiyle çeşit çeşit bulgur pilavları, bulgurun meyve ve sebzeyle bir araya gelişiyle pişirilen farklı yemekler hep bu üretim çeşitliliğinin sonucunda oluştu.
Bu örnekleri daha da çoğaltabiliriz.
Ancak biz sözü kayısı üretimine getirecek olursak, Malatya’nın geniş meyvecilik potansiyeli içerisinde gittikçe önem ve değer kazanan kayısı yetiştiriciliğinin gelişimi doğal olarak kendi kültürünü yaratmaya başlamıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında Malatya ekonomisi için pek fazla bir anlam ifade etmezse de, 1950-60’lı yıllardan itibaren büyük şehirlere ve güney illerine başlayan satışlar, 80’li yıllarla birlikte oluşan talep sayesinde kayısı üretimimiz oldukça büyük boyutlara ulaşmıştır. Artık kayısı, Malatya ekonomisinin temel unsurlarından biri haline gelmiştir.

Özellikle son yüzyılı göz önüne alırsak, gittikçe gelişen bu kayısı üretiminin Malatya halkının yaşam ve üretim kültürüne etkilerini gözlemleyebiliriz. Özellikle kuru kayısının satışının ve uzak bölgelere ulaştırılmasının kolaylığı nedeniyle bu meyvenin kurutma biçimleri ve teknikleri ön plana çıkmıştır. Bunun sonucunda Malatya merkez ve yakın köylerinde “sergen” kültürü oluşmuştur. “Sergen”, olgunlaşan kayısının sallanıp toplanmasından başlayıp islimlenip serilmesi, kurutulması, çekirdeğinin çıkarılmasına kadarki tüm aşamalarını içeren zaman ve mekâna Malatya halkının verdiği isimdir. Belki de Türkçemizin en güzel, en şiirsel isimlerinden biri diyebiliriz.
Sergen sadece kayısının kurutulduğu alan ile sınırlı kalmamış; hasat mevsiminin umudu, telaşı, zorluğu, acıyı ve sevinci, yani üreticinin ekonomik, sosyal ve kültürel tüm yaşamını içine alan bir süreç, bir zaman, bir kavram hâline gelmiştir. Bunu ancak sayfalar dolusu bir yazı ile anlatmak mümkün olabilir. Bu nedenle bir sonraki yazıya bırakalım.
Sergen zamanı, kayısı hasadının başından sonuna kadar insanların, akrabaların, komşuların birbirine destek vererek, yardımlaşarak, imece ile işlerin yapıldığı bir dayanışma kültürü oluşturmuştur. Zaman içinde üretimin çok genişlemesi sonucu mevsimlik işçilerle bu işlerin yapılmasına başlanması, bu ilişkilerin başka biçimlere evrilmesine yol açmıştır. Ancak yine de sergen kültürü biçim değiştirerek günümüze kadar gelmiştir.
2000’li yıllarla beraber kayısı üretiminin artmasına ve yoğunlaşmasına rağmen, kısacası kayısı üretim ve satışının Malatya’nın ekonomik yaşamına damga vurmasına rağmen, Malatya’nın sosyal ve kültürel yaşamına da aynı oranda damgasını vurabilmiş midir? Yani köylünün ve kentlinin müziğinde, edebiyatında, sinemasında, folklorunda, fotoğraf ve resim sanatında nasıl etkileşimler yaratmıştır? Yemek kültürü nasıl etkilenmiştir? Şehrin turizm ve tanıtımına hangi katkılarda bulunmuştur? Ve bütün bunların sonucunda halkın ekonomik ve sosyal yaşamına nasıl katkıda bulunmuştur?

Ne yazık ki bu sorulara olumlu cevaplar verebilmek pek mümkün görünmüyor.
Ne yazık ki ekonomik önemi oranında kayısı üretim kültürü gelişemediği gibi, yaşamın her alanında izler bırakacak sanatsal ve folklorik eserler de ortaya çıkamamıştır. Yakın tarihe kadar Malatya’da yaşamış halklara bakacak olursak, Ermeni toplumu bu alanda çok daha kalıcı ve etkili kültürel ve sanatsal yapılar oluşturmuştur. Örneğin kayısının islimlenip kurtulması açısından yöntemler uygulamışlar ve bu, kayısı için önemli bir üretim kültürü oluşturmaktadır.
Yine, kayısı ağacından yapılan ve milli çalgıları hâline gelen “Duduk” adı verilen nefesli çalgı, bugün bütün dünyanın tanıdığı bir müzik aleti olmuştur. Önceleri bu müzik aleti ile icra ettikleri ve bugün birçok uluslararası klasik müzik orkestraları ve sanatçılarının icra ettikleri eserler, “Kayısı Ağacı” (“Apricot Tree” – Tzarani Tzar) adını taşımakta ve Anadolu ezgileri ile bezenmiş bir müzik eseri olarak dünyaca tanınmaktadır.
Yine Ermeni yemek kültüründe kayısı tatlıları, reçelleri, marmelatları ve içecekleri (kayısı likörü) yaygın olarak bilinmektedir.
***
Özellikle meyvelerden yapılan, buzlu dondurma diyebileceğimiz tatlıların içinde kayısı sorbesi bilinen ve tanınan bir dondurma çeşidi olarak bilinmektedir. (Ancak bir dönem iç içe yaşadığımız, ancak daha sonraları emperyalizmin oyunları sayesinde birbirine düşman edilmiş bu iki halkın kültürel etkileşimi bugüne kadar devam ettirilememiştir.)
Oysa aynı coğrafyada yaşayan toplumlar, kaçınılmaz olarak birbirlerinin kültürel mirasçılarıdır. Sizden evvelkilerin yarattığı kültür, aynı zamanda sizin de mirasçınız olduğunuz bir kültürdür. Aynı ya da komşu coğrafyalarda yaşayan toplumların birbirlerinin kültürlerinden etkilenmeleri gayet doğal bir süreçtir. Anadolu’da bir arada yaşamış Türk, Kürt Süryani Ermeni gibi toplumlar birbiri ile kültürel etkileşimlere girmişlerdir. Bu nedenle her biri bir diğerinin doğal mirasçısı sayılabilir. Örneğin bugün biz nasıl yedi bin yıl öncesine kadar uzanan Arslantepe kültürünü sahipleniyorsak, Hitit kültürünü sahipleniyorsak sonraki birçok toplumların kültürlerinden etkilenebiliriz çünkü burada o kültürü yaratan bir coğrafya vardır ve biz de o coğrafyada bugün yaşayan insanlarız.
Sonuçta, bugün yaşadığımız topraklarda çeşitli öz ve biçimleri oluşmuş kalıcı bir kayısı kültüründen bahsedemiyoruz. Örneğin bir kayısı hasadını simgeleyen, düğünlerde, bayramlarda veya şenliklerde oynanan bir kayısı halayı oluşamamıştır. Ya da kayısı temalı tiyatro, müzik, şarkı ve türkü var olamamıştır. Oysa bu topraklarda yer alan Arguvan yöresinin günlük yaşamını, acılarını, sevinçlerini ve geçimini anlatan sayısız türkü mevcuttur.
Kayısı üretimini ve sosyal yaşamı konu alan bir sinema veya edebiyat eseri ortaya konabilmiş midir? Resim, heykel ve fotoğraf alanında kaç tane eser ortaya çıkarılabilmiştir? Bunları geçelim, kayısı üretim ve hasadını baştan sona anlatabilen, izlenebilecek doğru dürüst kaç belgesel film çekilebilmiştir?
Bu arada heykel demişken, Çevre Yolu’nun her iki kavşağında yer alan, biçimi, boyutları ve konumu açısından hiçbir estetik ve sanatsal değer taşımayan ucube ve faciaya dönüşmüş iki eserin hakkını yemeyelim.
Fırat’ın suları altında sonsuzluğa gömülen Cafer Höyük’ten bildiğimize göre günümüzden neredeyse 9 bin yıl öncesinden başlayarak, yazı öncesi ve yazı sonrası birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış, Hitit’i, Asur’u, Urartu’yu görmüş, Sümer’in ticaret için gelip gittiği bu topraklarda, yaklaşık elli yıldan beri kurulu olan üniversiteler ve akademik kurumların oluşturduğu görseller bunlar mı olmalıydı, deyip şimdilik bu konuyu geçelim.
Aslında kültürel ve sanatsal eserlerin yaratılmamış olması, kentin turizm ve tanıtım potansiyelini de olumsuz etkilemektedir. Kente gelen insanları etkileyecek ve belleğinde iz bırakacak seviyede müzeler, anıtlar, heykeller, kayısı temalı parklar ve peyzajların olmayışı, şehre sıradan bir beton yığını görüntüsü vermektedir.
Bu saydıklarımız ışığında asıl sorulması gereken soruyu soralım:
Üretim potansiyeli ve şehrin ekonomisinin can damarı olan bir kayısı üretim süresi, yaklaşık yüz yıllık zamana rağmen neden kendi üstyapısını, kültürünü ve onun sonucu olacak sanat eserlerini yaratamamıştır? Akademilerin, üniversitelerin, sosyoloji ve güzel sanatlar bölümlerinin ve en başta devletin ve ilin kültür ve turizm alanını yönetenlerin bu konuda cevap vermesi gerektiği açıktır. Peki, bu cevabı verebilecek hangi bilimsel çalışma ve araştırmalar yapılmıştır?
Öncelikle, yeri gelmişken kültürel ve sanatsal eserlerin geleneklerin zorlama ile, sipariş üzerine yaratılamayacağını belirtmemiz gerekir. Zorlama ile yaratılacak kültürel eserler oluşamaz; oluşsa da kalıcı olamaz. Ancak ekonomik ve sosyal yaşamın kendi iç dinamikleri ile ortaya çıkan eserlerin bir değeri, kalıcılığı ve toplumu yansıtan yönü olabilir.
Böyle eserlerin ortaya çıkabilmesi için gerekli ve uygun koşulların ve ortamın oluşturulması, yönetici, eğitici ve yönlendirici kurumların görevidir. İşte bu sorumluluk yerine getirilmiş midir? Bu tartışılmalıdır.
Ülkemizde ve Malatya’da bu ortamı ve iklimi oluşturacak kişi ve kurumlar, şehrin geçmişten günümüze gelen yaşamı içinde yetişmeyen ve kayısı üretim kültürüne yabancı ve Malatya’ ahalisinden olmadığı için kentin yaşam kültürüne ve ruhsal coşkusuna yabancı oluşu önemli bir etmen değil midir? Atadan, dededen bu kentin üretim ve yaşam biçimini belleğine ve yüreğine yerleştiremeyen ve onu içselleştiremeyen insanların ve kurumların bu alanda yeterli eserler ortaya çıkarması beklenemez.

Kaldı ki , Malatya’da yetişmiş olsalar bile liyakat, eğitim, beceri ve iradeye sahip değillerse, ortaya değerli eserler çıkarılması beklenemez.. Sorunun bir diğer boyutu ise, bu eserlerin ortaya çıkarılması için gereken koşulların, ortamın oluşturulması ve yaşatılmasıdır; yani o iklimin devam ettirilmesi de en az diğer nedenler kadar önemlidir.
***
Ne yazık ki, uzun bir zamandır ülke genelinde olduğu gibi Malatya’da da liyakat ve kabiliyetin geri planda kaldığı; kültür ve sanatın anlam ve işlevinden koparılarak sadece biçimsel çabaların öne çıktığı bir ortamın hakim oluşu oldukça etkili olmuştur diyebiliriz.
Sorunun bir diğer boyutu ise özellikle 1990’lardan beri şehrin nitelikli nüfusunun dışarı göç etmesi, yine niceliksel olarak yoğun bir kitlenin kente dışarıdan gelişi, toplumsal ve kültürel yaşantının sürekliliğini kesintiye uğratmakta ve bir sonraki nesil ile iletişim bağlarını koparmaktadır.
Bu durum, var olan değerlerin yitirilmesine ve yerine yoz, dejenere değerlerin yerleşmesine yol açmaktadır. Böylece, tepeden tırnağa kadar Malatya’nın geçmiş üretim ve yaşam biçimine yabancı kişi ve kurumların toplumu yönetir hâle gelmesi; kültürel eserler ortaya çıkaracak ne birikim, ne potansiyel, ne de gelenek yaratabilmiştir.
Sonuç nedir derseniz?
Cevap bugünkü Malatya’dır.
___________________
Fotoğraflar hakkında not:
Kayısı hasadı döneminde çektiğim fotoğrafların yanı sıra, Malatya Arslantepe’de ortaya çıkarılmış, Melid Krallığı dönemine ait taş levha üzerine işlenmiş (ortostat) resimlerden ikisini paylaşıyorum.
M.Ö. 12-11. yüzyıllarda, günümüzden neredeyse 2200 yıl öncesine tarihlenen, ortostatların ilkinde sağdaki Malatya Kralı Pugnus-Mili Fırtına Tanrısına şarap sunusu yaparken betimlenmiş. Resimde Fırtına Tanrısı arabasıyla gökyüzünden inmiş, yürüyerek gelirken - burada dönemin insanına “sinema gibi” hareket duygusu vermek istemiş olabilirler- Kral onu karşılıyor; arkada hizmetkarı kurbanlık bir hayvan tutuyor. Bu arada 2 tanrı figürünün ortasında üstte Hitit dilinde Malatya’nın simgesi öküz başı ve dana ayağını (Malatya topraklarının bolluk ve bereketini tasvir ettiği düşünülüyor) görüyoruz.
Diğer ortostat üzerinde karşılıklı duran, kuş başıyla tasvir edilmiş, aslan ve kuş başlı, insan gövdeli kabartmalar görülüyor. Bunlar şehir duvarına yerleştirilmiş, binlerce yıl öncesinin sadece inancını, dünyaya bakış açısını değil, estetik duygusunu da yansıtıyor.





