SON DAKİKA
SON DEPREMLER

"Festivalin Sivilleşmesinin Yolunu Bulmak Lazım"

0
Güncellendi - 2017-11-18 05:01:24
A- A+ PAYLAŞ

Yönetmenliğini yaptığı ilk uzun metraj filminin Malatya Uluslararası Film Festivali kapsamındaki gösteriminde sinemaseverlerle buluşmak üzere Malatya’ya gelen Sinema ve Tiyatro Oyuncusu Rıza Sönmez, film festivallerinin, sinemanın geniş halk kitlelerine taşınabilmesi açısından büyük önem taşıdığını, ancak Türkiye’deki festivallerin, birkaçı dışında uzun ömürlü olamadığını söyledi.

Film festivallerinin, mutlaka 'bir kimliği' ve 'niceliğinin' yanında 'bir düzeyinin' olması gerektiğine dikkat çeken Rıza Sönmez, “Umut ederim Malatya’nın festivali devam eder. Fakat festivallerin en büyük tehlikesi yerel yönetimler ve valilikler tarafından yürütülüyor olması. Festivaller, döner kaynakları olan vakıflar tarafından yürütülmeli. Vakıfların yöneticileri de hem Türkiye’den hem de dünyadan yöneticiler olabilir. Bunun örnekleri var” dedi.

Festivallerin, yapıldığı şehirlerde yeni filmlerin yapılmasına vesile olduğuna vurgu yapan Sönmez, “Mesela Kars Film Festivali bu anlamda çok güzel bir örnek. ‘Kosmos’ (Reha Erdem) orada çekildi,  Uğur Yücel de festival vesilesiyle orayı gördüğü için Soğuk filmini çekti. Festivalden ötürü  orada 4-5 tane film çekildi. Ben de festival için Kars'a gittikten sonra orada film çekmeye karar verdim” diye konuştu.

Malatya’daki film gösterimi sonrasında Yeni Malatya Gazetesi muhabirinin sorularını yanıtlayan Rıza Sönmez, sinema ile mimari felsefenin benzerlikler taşıdığını da belirterek, “Dünya ülkelerini gezin, her şehir farklılığını yansıtır. Sizi o şehre çeken şey zaten diğerlerinden ayrışmış olmasıdır. Dünyanın her hangi bir yerine gittiğimizde binalarda kimlikler görürüz. Her binası farklıdır. Biz de bir şey oluşturduk aslında. Adana’ya gidin, Malatya, Elazığ, Konya,  Edirne, nereye giderseniz gidin aynı binaları görüyorsunuz. Çirkinlikte konsensüs kurduk” ifadelerini kullandı.

Sinema ve tiyatro sanatçısı Rıza Sönmez, Malatya Uluslararası Film Festivali’nde programında yer alan, daha ilk anda adıyla dikkat çeken ve uzun metrajda ilk yönetmenlik ürünü olan “Orhan Pamuk’a Söylemeyin Kars’ta Çektiğim Filmde Kar Romanı da Var” filminin gösterimine katılmak üzere Malatya’ya geldi.

Bugüne değin çok sayıda televizyon dizisi karakterine hayat veren Rıza Sönmez en önemli çıkışlarını Türkiye sinema tarihinde gelenek yaratmış isimlerin yönettiği filmlerdeki rolleri ile yaptı.

Türkiye sinema tarihine ve sinema izleyicisinin görsel hafızasına kazınan Yavuz Turgul’un Eşkıya’sında,  Zeki Demirkubuz’un Masumiyet’inde, Derviş Zaim’in Filler ve Çimen’inde, Ezel Akay’ın ‘Neredesin Firuze’sinde, Uğur Yücel’in bu defa yönetmen koltuğunda oturduğu Soğuk’ta ve birçok nitelikli sinema filminin daha güçlü oyuncusu olarak öne çıkan Rıza Sönmez, ailesinin bir yanı nedeniyle de “Malatyalı sanatçı” olarak tanımlayabileceğimiz bir isim.

Bu nedenle Malatya Uluslararası Film Festivali’ne özel bir önem veriyor. İlk olarak, Malatyalı yönetmen Aydın Sayman’ın İçimdeki İnsan filminin gösterimi için Malatya gelmişti. Bu defa kendisinin yönettiği, içeriği, tematik konsepti ve belgeselciliğe yepyeni, özgün bir yorum kazandıran, o uzun adıyla da farklılaşma çabasında başarı sağlayan filminin gösterimi için Malatya’ya geldi.

Rıza Sönmez ile “Orhan Pamuk’a Söylemeyin Kars’ta Çektiğimi Filmde Kar Romanı da Var” filminin gösteriminden sonra, doğal olarak merkezinde sinema ve festivallerin olduğu, Malatya Film Festivali’nin bugünü ve geleceği, sinema – politika ilişkisi ve Malatyalılığı üzerine konuştuk.

- Bugün Malatya’da sinemaseverlerle buluşan ve ilk uzun metraj ürününüz olan, filminizle başlayalım konuşmaya.  “Orhan Pamuk’a Söylemeyin Kars’ta Çektiğim Filmde Kar Romanı da Var” neyi anlatıyor, çıkış noktası neydi?

-Bu projeye başladığım zaman  benim Türkiye’deki bir dolu belgesele itirazım vardı. Televizyon programı gibi konuşan kafalar, sesler var.  ‘Bunu değiştirebiliriz’ dedim ve yeni bir ifade biçimi, yeni bir anlatım biçimi geliştirebiliriz gibi bir derdim vardı ve o derdimi de bu şekilde ifade ettim. Ben Turizm Otelcilik eğitimi aldım. Sonra Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde tiyatro bölümünde mezun oldum.  Sonra Marmara Üniversitesi Sinema - Televizyon bölümünde yüksek lisans eğitimi aldım.  Aslında hep  yönetmenlik yapmak istiyordum. Bu kadar geç üretmemin nedeni benim oblomovluğum olabilir.  Kısa filmlerim var ama benim film projem hep vardı. Üstümdeki ataleti ancak atabildim.  Ama bunun dışında Türkiye’de film üretmek kolay iş değil.

Bu filmin çıkışı şöyle oldu: Benim hep Kars ile ilgili bir film yapma isteğim vardı ama bir çıkış noktası bulmamıştım. Uğur Yücel’in ‘soğuk’ filmini çekerken şarkıcı Yüksel ile karşılaştım ve onun etrafında bir öykü oluşturdum.  Tretman (senaryo taslağı) yazıp gittim ve yanımda da Orhan Pamuk’un ‘Kar’ romanı vardı.  Daha sonra Kar romanını da filmin içine dahil etmenin yolunu aradım ve buldum. Kar romanından hareket etmedim.  Kars’ta geçen her türlü mesele, oranın kültürü ve etrafındaki  hikayeler ilgimi çekiyordu  ve kar romanı bu şekilde filme dahil olmuş oldu.

- Malatya’ya ikinci gelişiniz. Daha önce Malatyalı yönetmen Aydın Sayman’ın ‘İçimdeki İnsan’ filminde oynamış ve o filmin Malatya’daki gösteriminde yine Malatyalı takipçilerinizle buluşmuştunuz. Film festivalleri bu bağlamda, şehirleri ve istediği anda istediği filme erişim olanağı bulamayan Anadolu kentlerindeki sinema izleyicisini nasıl etkiliyor?

Evet, Malatya’ya son iki festivalde geldim. Malatyalı bir yönetmen olan Aydın Sayman’ın ‘İçimdeki İnsan’ filminde oynamıştım. Festivallerin şehirleri etkileme konusuna gelince; tabii bu doğrudan festivalin kalitesine, niteliğine, felsefesine vizyonuna bağlıdır. Festival yönetimlerinin vizyonu, bakış açısı çok önemlidir burada.  Şimdi şöyle düşünün: Benim bu ilk uzun metraj filmime neden olan şey esasında bir festivaldir.  Gezici Filmler Festivali kapsamında Kars’a gitmiştim. Kars’ta bu festival birkaç yıl yapıldı. O festival yapıldı diye orada filmler çekildi. Kosmos (Reha Erdem) çekildi,  Uğur Yücel de orayı gördüğü için Soğuk filmini çekti. Festivalden ötürü  orada 4-5 tane film çekildi. Festival yüzünden insanlar oraya gitti, gördü ve film çekti. Ben de o nedenle gittim ve o festivalin mahsulü olan filmde de oynadım. Film festivalleri  orada film üretimlerine de neden olacak bir imkân sağlar. ‘İçimdeki İnsan’ filmi ile Malatya’ya ilk kez geldim. Annem Malatyalı. Ama baba tarafım Elazığlı olduğu için çocukluğumuzda gelip geçerdik. Korucuk’ta hala akrabalarımız olduğunu söylerler. Ama benim gidip buluşma  imkânım olmadı.

- Verdiğiniz Kars örneği çok çarpıcı. Kars Film Festivali çok önemli filmlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamış. Peki Malatya, kent olarak film festivali ile ilişkisini nasıl kurgulamalı?

- Büyük bir şehir olmuş Malatya. Fakat  şöyle bir şey söz konusu. Biz gelişmeyi alış veriş merkezleri, yüksek binalar, yol, su elektrik olarak düşünüyoruz. Ama öyle değil. Kültürel olarak hangi sonuçları vermiş buna bakılması gerekiyor. Kültür Merkezleri kaç tane? Onların içinde hangi etkinler var? Yeterince doluyor mu?  Bu anlamda festivaller önemlidir. Kıymetlidir. Zaten içeriği olan festivaller çok az sayıda kaldı. Antalya Film Festivali’nin ulusal yarışması yok.  Ulusal yarışması önceki yıl olmasaydı zaten benim filmim burada olmayacaktı. Benim filmimin şu anda 23. Festival gösterimi oldu. 10’dan fazla festival dolaştı. Çünkü Antalya’da ulusal yarışmadaydı. Hindistan’a gitti, Norveç’e gitti, Amerika’da Boston, Seatle, Kanada’ya gitti. Türkiye’nin bir dolu yerine gitti ve bunun nedeni buydu. Malatya’nın gelişmişlik ölçüsünü biz, bu festivalin yıllar boyu nasıl devam ettiğini, içeriğinin nasıl doldurulduğunu gördüğümüzde kriterlerimizden biri olacak. Bir de tabi şu çok önemli. Yerel yeme içme kültürü, yani gastronomi çok önemli. Bunun öne çıkmasına yardımcı olmak lazım. Evet pestil, orcik çok kıymetli şeyler. Ama onun dışında buranın yerel yemeklerini  bulabileceğimiz yerler olmalı. Bir alışveriş merkezinin içine bir sürü dışarıdan insan geliyor. Malatya, Elazığ, Keban bu bölgenin yemeklerinin olduğu bir yer iyi bir fikir değil mi?  Bir takım yerlerde var. Kars’ta var işte.  Filmdeki Kamer lokantasını kadınları örgütleyerek yapmışlar, kadın emeğini değerlendirme girişiminin sonucu olarak o lokanta yapılmış ve devam ettirilmiş. Bunlar şehre tutunmamızı, şehre hatıralarımızı taşımamıza vesile olan şeyler. ‘Malatya’ya gittiğinde şuraya git’ cümlesi kıymetli bir cümle olmuş olur.

-Film literatüründe mekân kavramı çok önemli. Bu anlamda şehirler her zaman sinemanın çekici özneleri oldu. Bir sinemacı olarak şehirlerimizi nasıl değerlendiriyorsunuz?

-Dünyanın her hangi bir yerine gittiğimizde binalarda kimlikler görürüz. Her binası farklıdır. Biz de bir şey oluşturduk aslında. Adana’ya gidin, Malatya, Elazığ, Konya,  Edirne, nereye giderseniz gidin aynı binaları görüyorsunuz. Çirkinlikte konsensüs kurduk. Kötü binalar ürettik. Ama buna karşın çok şanslı bir ülkedeyiz biz. Sürekli yeni binalar yapıyoruz. Bu mimaride müthiş bir fırsat demektir. Mesela kentsel dönüşümde binaların yüzde 80’inini yenileyeceğiz biz. Müthiş bir şans aslında. Bu bile, bizim yenilediğimiz binaları dünyada görmek isteyenler için yaratacağımız yeni kentler demek. TOKİ evlerini bugün dünyanın her hangi yerinden gelen birine gezdirebilir miyiz? Halbuki, maliyetlere katkısı çok yüksek değil. Mimari yaratıcılık üzerinden bir şey olsa, muhtemelen bambaşka bir dünya olacak.

- Birçok oyuncu ve yönetmen festivallerin sinemaya, sanata hizmet etmediğini, film seçkisi ve ödüllendirme yapılırken sanatsal kriterlerden çok, sanatla ilgisi olmayan kriterler uygulandığını ifade ediyorlar. Siz bu eleştirilere katılıyor musunuz, bu anlamda Malatya film festivalini nasıl değerlendiriyorsunuz?

-Festivallerde bir kere jürinin objektif olması beklenemez.  Malatya’nın şu anki jürisi karar versin, ardından başka bir jüri oluşturalım, emin olun ödüller farklı farklı sonuçlar verecektir. Bunun nedeni şu. Birbirinden farklı filmler üretiliyor, birbirinden farklı kalibrede, tarzlarda ve türlerde filmler yapılıyor.  Hoşlandıkları, sevdikleri ve takdir ettikleri şeyler farklı olabiliyor. Ama dünyadaki iyi film festivallerinde, Cannes veya Berlin Film Festivallerinde şöyle oluyor:  Dünyanın sinema damarları aranıyor ve bulunuyor. O sinema damarları  keşfediliyor ve o festivaller keşif duygusuyla hareket ediyor.  Dünyanın bir yerinde  çok iyi bir film buluyor.  Sonra o filmin dünya tarafından bilinmesi için Avrupa’dan ve Amerika’dan yıldız yönetmenleri getirerek,  onların filmlerini seçerek onları birlikte yarıştırıyor. Sonra bunu anlayabilecek bir jüri başkanı ve jüri üyelerini teşkil ediyor. Ve o film en iyi film seçiliyor. Biz örneğin Cannes Film Festivali’nin haberlerini takip ederken, canlı yayınlanıyorsa izlerken işte kendi hayranlık duyduğumuz Wim Wenders’in (Alman Sinema Yönetmeni)  veya başka ünlü bir yönetmenin ödül almasını beklerken hiç bilmediğimiz bir adamla karşılaşıyoruz. Birden bire bu adamın filmi ‘izlenmesi gereken filmler’ listesine dahil olmuş oluyor, kendisi de ‘takip edilmesi gereken yönetmenler’ arasına girmiş oluyor. Daha sonra o bir ekonomi ve  bir fuar etkisi yaratıyor. Bizde jüriler her zaman sorunludur. Bunun nedeni de jüri havuzumuzun çok geniş olmaması. Şimdi jüri önermeye başlasak Malatya’nın ikinci festivalinde jüriydi, 4. Festivalinde jüriydi diyebileceğimiz bir tablo oluşur. 7 ile 10 tane jüri oluşturuyorsun. Türkiye’de kaç tane sinemacı var?  Yönetmenler Derneği’nin üyesi 100 kişiden oluşuyor. Bakıldığında havuz da zengin değil. Buna yabancı sinemacıların dahil olması yararlı olacak.  Ama odaklanılması gereken esas unsur, sinemanın damarı ve keşif duygusu. Seyircilere de o keşfi yaşatma duygusu.

- Diğer ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye’de sinemanın durumu nedir sizce? Siyasal müdahale ya da sansür ne kadar etkili, hangi ölçüde yaşanıyor bizim sinemamızda?

-Günün koşullarına göre üretilen filmler de var ama bunun dışında üretilen filmler de var.  Bu olağandır. Türkiye’de şu anda bir kültür devrimi yaşanmıyor. Bireysel sinema yolculukları olan yönetmenlerimiz var, ne yazık ki destek kaynakları ve sponsorluklar sınırlı. Dolayısıyla çok daha fazla film üretilebilecekken üretilemiyor. Buradaki kriter biraz şöyle: Yerel olmakla oryantalist kalmak arasında bir durum var. Bazı oryantalist bakışlar, yani Türkiye’den olduğu halde oryantalist bakışlara sahip olan yönetmenlerimiz var ama onun dışında çok özgün işler de çıkıyor. Ben 8 yıl boyunca Cannes Film Festivali’nde Türkiye marketinde gönüllü olarak çalıştım. Dünya sinemasının  akın akın ilgisine an be an tanıklık ettim. Türkiye bu çerçevede olumlu durumda. Ama bağımsız fon kaynaklarına ihtiyacı var. Örneğin Abluka’nın yönetmeni dünya çapında festivallerde ödüller aldı ama burada Kültür Bakanlığında destek alamadı mesela. Bu çok üzücü bir şey.  Çünkü günlük siyaset yarın ortadan kalkacak. 5 yıl sonra veya 10 yıl sonra değişecek. Dönüp baktığımızda  bir ülkenin tarihinde neler kalmış olacak? Orhan Pamuk’un Nobeli, Nuri Bilge Ceylan’ın Altın Palmiyesi, arada bir sürü insanın almış olduğu ödüller kalmış olacak.  Berlin Film Festivali’nde alınmış Metin Erksan’ın ödülü kalacak.  Gündelik siyaseti kimse hatırlamayacak bile. Okul yaptırmak çok önemli elbette, çeşitli vakıflara destek olmak çok önemli ama kendi kültürümüze yatırım yapmak ve bağış yapmanın yollarını bulmak lazım. Servetini sinema üretmek için bir vakfa bağışlayanı gördüğümüz gün biz aslında kültürle doğru ilişkiler kurmuş bir ülke olmuş olacağız.

-TV dizileri gibi popüler kültürün parçası olan işlerin yanı sıra, ideolojik bir rengi, mesajı ya da karakteri olan filmlerde de rol aldınız. Bunlardan biri ve belki de en önemlisi Reis Çelik’in Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının mücadelesini ve idamlarını beyaz perdeye aktaran Hoşça kal Yarın filminde, Türkiye’nin yakın tarihinde öğrenci ve gençlik hareketlerinde liderlik yapmış olan Sinan Cemgil’i oynadınız. Sinan Cemgil’i oynarken neler hissettiniz, ruh haliniz nasıldı?

- Sinan Cemgil’i oynamak benim için müthiş bir fırsattı. Bir de bir hocam benim Sinan Cemgil’in hayatını anlatan, Orhan İyiler’in ‘Öldükleriyle Kalmadılar’ kitabını uyarlamak istiyordu. Yazarın bir organizasyonu sonucu anne ve babayla tanıştık. Çok etkilenmiştim ben. Sonra o rol bana geldiğinde de çok duygulandım. Altından kalkmaya çalıştığımız bir roldü. Oynanması kolay olmayan işlerden biriydi o.

-Sinema oyunculuğu ile televizyon dizi oyunculuğu arasında nasıl bir ilişki ve ne tür farklar var? Sizin ilk tercihiniz hangisi, sinema mı televizyon mu?

Televizyon olmadan olmuyor. Filmlerin çoğunu biz televizyonda izliyoruz aynı zamanda. Dizinin ticari bir iş olduğunu atlamamak lazım. Sanat üretilmiyor. 140-150 dakika  filmin haftalık çekilmesi olağan dışı işler. Dolayısıyla oralarda olağanüstü bir sanat beklemek de mümkün değil ama özenli işler var. Ben de açıkçası içinde insanların nedensiz bir şekilde öldürülmediği, insanların sömürülmediği işlerde  olmak istiyorum. Bunlarla çok da karşılaşmıyoruz dolayısıyla dizi de yok benim hayatımda. Sinema projelerinde sevdiğimiz dostlarımızın veya inandığımız yönetmenlerimizin projelerinde olmak istedim ve onların içinde yer aldım. Dizinin içinde yer almanın ekonomik katkısı oluyor dolayısıyla dizilerde olmak da mümkündür.  Birçok işi reddettim ama 28 ayda oyunculukta bir lira para kazanmadım.

- Malatya Uluslararası Film Festivali’nin bu yıl 7.’si düzenleniyor. Festivale bugüne kadar iki defa katılan bir oyuncu ve yönetmen olarak MUFF’in geleceğini nasıl görüyorsunuz, festivalin uzun soluklu olması için ne yapılmalı?

Umut ederim Malatya’nın festivali devam eder. Fakat festivallerin en büyük tehlikesi yerel yönetimler ve valilikler tarafından yürütülüyor olması. Festivaller, döner kaynakları olan vakıflar tarafından yürütülmeli. Vakıfların yöneticileri de hem Türkiye’den hem de dünyadan yöneticileri olmalı. Bunun da bizdeki en iyi örneği İstanbul Film Festivali. Çok tutarlı. Çünkü bir burjuva aile bunun nasıl olması gerektiğini biliyor ve  İstanbul Kültür Sanat Vakfı aracılığı ile yürütülüyor ve o çerçevede en tutarlı yer İKSV’nin yaptığı etkinlikler oluyor. Dünyada bunun örnekleri var. Belki bir siyasi irade olduğunda gün geliyor festival yapmayabiliyor.  İşte Antalya Film Festivali’nde sinema toprağı olan, seyircilerin ve sinema üreticilerinin toprağı olan bir festivalin  ulusal yarışmasını kaldırdılar. Tehlike dediğimiz şey bu. Şimdi Malatya için de kaygılanıyoruz, ‘Önümüzdeki yıllarda devam eder mi?’ diye. Çünkü bakın Erzurum yapılmıyor, Edirne donduruldu, Kars yapılıyordu şimdi yapılmıyor. Festivalin ömrü konusunda kaygıya düşüyoruz.  Dolayısıyla festivalin sivilleşmesinin yollarını bulmak lazım.  Bakın festivali devam ettirecek en önemli unsurlardan birisi seyircinin ilgisi. Eğer seyirci, sinemaseverler gider ve salonları doldururlarsa, tıklım tıklım olursa, yer bulunamazsa, yeni salonlar açılırsa, daha başka salonlarda gösterilme ihtiyacı doğarsa, festivalde satılan bilet sayısı ve seyirci sayısı artarsa bu halkın talebi anlamına gelir. Bir festivalin devam etmesi halkın talebi üzerinden gelecektir. Bu talep güçlü olursa, o zaman yerel yöneticilerin de reddedemeyeceği hale dönüşmüş  olur. Yöneticiler değişmiş olur falan ama bu devam eder. Bir diğer önemli unsur, sadece televizyon izleyerek biz sanatçı yetiştiremeyiz. Sinemaya gitmeleri gerekir. Çocuklarımızı kendi başına bıraktığımızda sadece popüler gişe filmlerine gittiklerinde de onlara sanatı öğretemeyiz.  Festivale çocuklar geliyor. Bu çocuklar arasında 10 tanesi dünya çapında sarsıcı filmler üreten yönetmen çıkabilir.  Çok iddialı bir laf değil bu.  Bu çocukların tamamını bu çerçevede sanat örnekleriyle karşılaştırırsak, çocuklar aslında yaratıcı ödevlerle karşılaştırırsak, yaratmalarına izin verirsek bu çocukların içinden çıkabilir. Malatya’nın iyi bir içeriği var. Yarışma dışı filmler iyi, kısa film programı iyi, özellikle uluslararası programı çok iyi. Sözün özü şu: Halkın talebi festivali daim eder. Süreklilik çok önemlidir. İnsanları  bunaltan şeylerden biri organizasyonlardaki eksikliklerdir.  Türkiye’de bu organizasyonları yapabilecek uzmanlaşmış kadrolar var.  Bu kadrolardan hizmet almak gerekiyor. Mesela Adana’nın ekibi değişti, daha önce festival yapmamış birilerine verdiler o ihaleyi, çok sayıda üzüldüğü, canının sıkıldığı bir sürü aksamalar olmuş oldu. Bunlar önemli. Bunları gidermenin yolunu bulmak lazım. Festivallerin kimlik kazanması gerekir. Dünyada festivallere baktığımızda kimlik taşıdıklarını görüyoruz. Bir festivalin kendi kimliğini üretmesi gerekli. Bir önermesinin olması gerekiyor.

SÖYLEŞİ: Güler HAZAR, Yeni Malatya Gazetesi- malatyahaber.com

FOTO: Ferdi DURDU

UYARI: Sitemizde çoğunlukla muhabir arkadaşlarımızın imzalarıyla ya da mensubu oldukları basın kuruluşları kaynak belirtilerek yayınlanan üstteki haber benzeri araştırmalar, haberler, röportajlar, maalesef “emek hırsızı” –özellikle de biri sürekli olmak üzere- sözde bazı internet yayıncıları tarafından, ya aynen ya da küçük bazı değişiklikler yapılarak, kendi özel araştırmaları ya da haberleriymiş gibi kendi yayın organlarında yayınlanabilmektedir. Haber kaynağıyla ya da araştırmasıyla, istihbaratıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan, sadece gerçek gazetecilerin ‘kamuoyunun bilgisine sunulmuş’ emeğinin üzerine ‘çöküp’, gazetecilik- habercilik yaptıklarını zanneden ve böylece kamuoyunu da aldatanların bulunduğuna bir kez daha dikkat çekerken, söz konusu unsurları da ‘gerçek gazetecilerin emeğini çalmamaları’ konusunda uyarıyoruz.
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız

1 yorum yapılmış

  • Ruşen uçar (7 yıl önce)
    Sivilin de dersiydi zaten....
    0
    0
    Yanıtla