Altan ÖYMEN- Radikal
Dün İsmet İnönünün ölümünün 37inci yıldönümüydü. Son günlerde onu anmak için törenler, toplantılar düzenlendi. Toplantılardan biri, İnönünün hayatında büyük yeri olan Malatyadaydı. Ben de oradaydım. İnönünün torunu yazar ve politikacı Gülsün Bilgehanın, CHP İl Başkanı Veli Ağbabanın konuşmalarını dinledim. Ben de konuştum.
İnönüyü bu yazıda da anmak istiyorum. Tabii, onun anlatılacak özellikleri çok... Bütün görevleri sırasında aldığı kararlar, yaptığı işler üzerinde, cilt cilt kitaplar yazılmış... Aynı yazıda hepsine kısaca değinmek bile, gazete yazısına sığmaz.
Ben burada İsmet İnönünün ülkemizin demokrasiye geçişiyle ilgili tutumundan ve o sıradaki durumundan söz edeceğim.
Şu biliniyordu: Başta Atatürk, Kurtuluş Savaşı kadrosunun, daha 1919da, 1920de benimsediği hedef demokrasiydi. Bunun ilk uygulamasını Birinci Mecliste başlatmışlardı. Sonradan tek partili yönetime geçişleri, dönemin iç ve dış gelişmelerinin etkisi altında olmuştu ve buna geçici bir tedbir gibi bakılmıştı.
Nitekim 1925te başlayan takrir-i sükûn uygulamasından beş yıl sonra -1930da- serbest fırka denemesi başlatılmıştı. Serbest fırkanın ömrü çok kısa olmuştu. Yeniden tek partili rejime dönülmüştü.
Sonra da İkinci Dünya Savaşına doğru giden dünyanın savaşa hazırlık koşulları ortaya çıkmıştı.
İtalyan ve Rus tehlikesi
Türkiye, o savaş döneminde iki tehlike karşısında kalmıştı: Biri Mussolininin İtalyasından, öteki, Stalinin Sovyetler Birliğinden geliyordu. İkisinin de Türkiyeye karşı niyetleri iyi değildi. Mussolini topraklarımıza göz dikmişti. Stalin de Boğazları ortaklaşa savunalım diyordu.
Türkiye bu iki tehlikeye karşı korunmak için çok dikkatli bir diplomasi uyguladı.
Hikâyesi uzun... Birkaç defa, savaşa ha girdi, ha giriyor durumunda kaldı. Ama sonuçta girmemeyi başardı. Savaşa resmen katıldı ama, bu bir sözde savaştı. Onu da savaşın bitişinden 2 ay 8 gün önce yaptı.
San Francisco için...
Türkiyenin savaşa giriş tarihi 1 Mart 1945ti. Savaşın Avrupadaki bölümü 8 Mayıs 1945te bitti.
Tabii, o kararın Türkiye için hiçbir riski olmadı. 1945 Martında Almanyanın müttefiklerce işgal edilmeyen pek az yeri kalmıştı.
Türkiyenin bu son dakika kararının sebebi ise basitti:
Savaşın galibi olan ülkeler, başta ABD, İngiltere ve Rusya olmak üzere Birleşmiş Milletler Örgütünü kuracaklardı. Örgütün kuruluş toplantısı San Franciscoda yapılacaktı.
1945in şubatında o zaman üç büyükler diye anılan- ABD, İngiltere ve Rusyanın liderleri Roosevelt, Churchill ve Stalin, Kırımın Yalta kentinde bir toplantı yapıp, o zamana kadar savaşa girmemiş olan belirli ülkelere bir çağrıda bulunmuşlardı.
1 Marta kadar Almanya ve Japonyaya savaş ilan ederseniz, o toplantıya siz de katılabilirsiniz demişlerdi.
Türkiye de o şartı kabul etmişti. Güney Amerika ülkelerinden Suudi Arabistana, Suriyeye kadar, hiçbir savaş harekâtına katılmadıkları halde Almanyaya savaş ilan eden ülkeler arasında yer almıştı.
...Ve 19 Mayıs
Türkiyenin demokrasiye geçişinin ilk adımı o savaşın bitmesinden 11 gün sonra atıldı. İsmet İnönü o yılın 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı töreninde bir konuşma yaptı. Dedi ki:
Harp zamanlarının ihtiyatlı tedbirlere lüzum gösteren darlıkları kalktıkça, siyaset ve fikir hayatımızda demokrasi prensipleri daha geniş ölçüde hüküm sürecektir.
Bu konuşmanın hemen ardından yeni partilerin kurulmasına izin verileceği anlaşıldı.
Bir yandan CHPden ayrılarak yeni bir parti kurmayı düşünen Celal Bayar ve arkadaşlarının hareketi başladı, bir yandan CHP dışından parti kuruluşları birbirini izledi.
1946 yılına geçilince de (7 Ocak günü) Celal Bayarın kurucu genel başkanlığında eski CHP milletvekilleri Adnan Menderes, Fuad Köprülü ve Refik Koraltanın kurucu üyeleri olduğu Demokrat Parti kuruldu.
Böylece, Türkiye, İkinci Dünya Savaşından sonra, o savaşın öncesinde ve savaş sırasında otoriter rejimlerle yönetilen ülkeler arasında demokrasiye geçiş adımını atan ilk ülke oldu.
Bunda İsmet İnönünün kararının belirleyici olduğunda şüphe yoktur. Zaman zaman öne sürülen bazı rivayetler hâlâ tekrar ediliyor: Biri İnönü demokrasiye geçmeye mecburdu. Çünkü San Francisco konferansına gitmek istiyordu denilir. Yukarıda belirttik, o konferansa gidebilenler arasında Suudi Arabistan Krallığı dahil, demokrasiyle ilgisi olmayan birçok ülke vardı. Gitmenin şartı, Almanyaya ve Japonyaya savaş ilan etmekten ibaretti. Türkiye de o şartı yerine getirmişti.
Bir başka rivayet, bunu NATOya girmek için yapmıştır lafıdır. Bunun da gerçekle ilgisi yoktur. NATO, 1949da kurulmuştur. Türkiyenin demokrasiye geçiş uygulaması ise 1945te başladı. Ayrıca, NATOnun ilk üyelerinden biri, Salazar diktatörlüğü altındaki Portekizdi. Demokrasiye geçişi, 1970li yıllardadır.
Başlangıçtaki eksikler
Bu, büyük bir değişim döneminin başlangıcıydı. Ama birçok eksiği vardı. Anayasa, eski Anayasaydı. Takrir-i Sükûn Kanunu gibi İstiklâl Mahkemeleri gibi, tek parti döneminin otoriter kurumlarının kurulmasına da imkân veren 1924 Anayasası...
Ayrıca birçok kanunun antidemokratik maddeleri yerinde duruyordu. Değiştirilmesi için uzun çalışmalara ihtiyaç vardı.
Gerçi Seçim Kanunu değişti. Çok partili sistemin uygulanması yolunda bazı hükümler getirildi. Fakat o değişikliklerin ne oy kullanılmasının gizliliğini, ne oy sayımının şeffaflığını sağlayacak hükümleri vardı, ne de kontrol mekanizmaları...
1946nın temmuz ayındaki seçime, o kanunla gidildi. Tabii, seçim sonuçları da tartışmalı oldu.
İktidardaki Cumhuriyet Halk Partisi, yarışı, muhalefetteki Demokrat Partiye karşı büyük farkla kazanmıştı. Ama aradaki farkın o kadar büyük olmadığı, seçimde usulsüzlükler yapıldığı iddiaları vardı.
Gerçi, o usulsüzlük iddiaları kanıtlansa bile CHP gene iktidarda kalacaktı, çünkü DPnin tüm yurtta gösterebildiği aday sayısı yeterli değildi. Ama iktidarın milletvekili sayısı daha az, muhalefetinki daha fazla olacaktı. Bu durum 1946 ve 1947 yıllarında, çok partili demokratik hayatımızın çok gergin bir hava içinde başlamasının nedeni oldu. Bu gerginlik iki yıl boyunca devam etti.
Cumhurbaşkanı, İsmet İnönü veya halk arasındaki adıyla İsmet Paşa, 1947nin haziran ve temmuz aylarında Başbakan Recep Peker ve DP Genel Başkanı Celal Bayarla bir dizi görüşme yaptı. Sonra ikisini bir araya getirdi. Onların da razı olduğu bir metni bildiri haline getirdi. 11 Temmuz gecesi radyoda yayınlattı. 12 Temmuz günkü gazetelerde de yer alan bildiri, 12 Temmuz beyannamesi adıyla yakın siyasi tarihimize geçti.
Beyannamede İnönü, iki tarafın da karşılıklı şikâyetlerini dinlediğini belirtiyor ve yapılan görüşmeler sonunda iki tarafın da kabul ettiğini belirttiği şu ilkeleri sıralıyordu:
Muhalefet teminat içinde yaşayacak ve iktidarın kendisini ezmek niyetinde olmadığından müsterih olacaktır. İktidar, muhalefetin kanunî haklarından başka bir şey düşünmediğinden müsterih bulunacaktır. Büyük vatandaş kitleleri ise, iktidarın bu veya öteki partinin elinde bulunması ihtimalini vicdan rahatlığıyla düşünebilecektir.
12 Temmuz beyannamesinin somut sonuçları, Türkiyeyi 14 Mayıs 1950 günkü seçime getiren koşulları sağladı. Meclisin, gerek iktidarın, gerek muhalefetin, ortaklaşa bir çalışmasının sonunda tam bir uzlaşmayla hazırladıkları yeni bir Seçim Kanunu kabul edildi. Kanun, gizli oy-açık sayım ilkesinin tüm gereklerini gözetiyordu. Seçim uygulamasının tümünü, bağımsız yargının güvencesi altında tutuyordu.
1950 seçimi
O seçim kanunuyla, 14 Mayıs 1950 seçimine gidildi. Seçim mekanizmaları, hiçbir ciddi tartışmaya meydan vermeyecek şekilde işledi.
Ben de, sandıkların açılıp sayımın başladığı saatte, o sandıklardan birinin başındaydım. Sonuçları izliyordum. Bunu, anılı kitaplarımda da anlatmıştım: Sonuç, iktidardaki CHPnin bizim sandıkta açık arayla seçimi kaybettiğini gösteriyordu.
Bir süre sonra, diğer sandıklardan haberler geldi. Ben de başka sandıklara gittim. Durum CHPnin sadece oradaki sandıklarda değil, tüm Ankarada kaybettiğini gösteriyordu.
Yani, Ankaradaki durumun sonucunun değişmeyeceği artık belliydi. Yeni Mecliste CHPnin Ankara adaylarının hepsi seçimi kaybetmişti.
Ankara adaylarından biri İsmet İnönüydü, o da kaybetmişti.
Tek umut: Malatya
Bir tek umut vardı. O da Seçim Kanununda partilere verilmiş bir imkândan kaynaklanıyordu. Partiler, önem verdikleri bazı siyasetçilerini birden fazla ilden aday gösterebilirlerdi. Demokrat Parti o usulü, Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü gibi parti ileri gelenleri için uygulamıştı. CHP de, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve başbakanı Şemsettin Günaltay için... İnönünün ikinci seçim çevresi Malatyaydı.
İnönü acaba Malatyadan kazanabilir miydi?..
Orada da kazanamazsa, CHPnin Meclise sokabileceği az sayıdaki milletvekili arasında, partinin genel başkanı da bulunamayacaktı.
Malatyanın il merkezinden ve ilçelerinden gelecek ilk haberlerin Ankaraya gelip değerlendirilmesi, gece yarısından çok sonra mümkün olabildi. Ve şu anlaşıldı:
Malatyada CHP kazanmıştı. Tüm milletvekillerini o çıkarmıştı.
Aslında tüm Türkiyede CHPnin kazandığı iler fazla değildi. O zaman 63 ili olan ülkede, şunlardan ibaretti:
Sinop, Ordu, Trabzon, Kars, Van, Erzincan, Tokat ve Malatya...
Tüm Türkiyenin sonucu şöyleydi:
Demokrat Parti oyların yaklaşık yüzde 53ünü almış ve 408 milletvekilliği kazanmıştı.
CHP, oyların yaklaşık yüzde 40ını almış ve 69 milletvekili çıkarmıştı.
Üçüncü parti, yüzde 3 alan Millet Partisiydi. 1 milletvekili (Osman Bölükbaşı) çıkarmıştı. 9 milletvekili de bağımsız olarak kazanmıştı.
Alınan oy oranlarının Meclise yansımasındaki büyük farklar il bazındaki çoğunluk sisteminden kaynaklanıyordu.
Yani, bugünkü baraj sistemine göre, alınan oyların Meclise yansımasındaki gibi temsilde adalet ilkesine uymayan bir durum ortaya çıkmıştı. Ama seçim seçimdi. İki partinin de uzlaşmasıyla çıkan bir yasaya göre yapılmıştı.
İnönü ve Malatya
Şimdi, genelden özele dönelim:
Evet, İsmet İnönü, 1950 seçiminde milletvekilliğini Ankaradan kaybetmiş, babasının memleketi Malatyada kazanmıştı. 1954 seçiminde de aynı şey oldu. Ankarada kaybetti, Malatyada kazandı. 1957de ise hem Ankarada, hem Malatyada kazandı. Seçim kanununa göre, bu durumda, ikisinden birini tercih etmesi gerekiyordu. İnönü, Malatyayı tercih etti...
Ondan sonra da, artık nisbi temsilin uygulandığı 1961, 1965, 1969 seçimlerinde hep Malatyadan aday olup seçildi İsmet Paşa.
Gerçi 1950-1960 döneminde iktidarın muhalefete karşı tutumu zaman zaman çok sertleşti ve o sertlik Malatyadaki hükümet görevlilerini de etkiledi. Olaylar çıktı. Bunlardan biri, Malatyalı İsmet İnönünün isminin, resimlerinin ve heykellerinin, yurdun diğer yerlerinde olduğu gibi Malatyada da ortadan kaldırılması girişimleridir. Malatyada şöyle bir şey oldu: İnönünün Malatya Belediyesi binasının bir odasında resmi vardı. Belediye Başkanı CHPli Muzaffer Akalındı. O, valinin indirin isteğine karşı, dedi ki:
Efendim burası başka yere benzemez. İnönü Malatyalıdır. İlimizin medar-ı iftiharıdır. Onun resmini kaldıramayız.
Vali Turgut Babaoğlu, belediye başkanının bu isteğine karşı iki şey yaptı: 1) Belediye Başkanlığına bir polis baskını yaptırdı. Polisler gelip resmi indirdiler. 2) Belediye Başkanı, İçişleri Bakanlığı kararıyla görevden alındı.
Ama iş onunla bitmiyordu. İnönünün, Malatyada bir de 1947de yaptırılmış heykeli vardı. Vali, o heykeli de kaldırmak istiyordu. Fakat bunu iki nedenle başaramadı:
1) Malatyalı gençler, o haberi işitince heykelin etrafında gece gündüz nöbet tutmaya başladılar. 2) Heykeli kaldırmanın mevzuat açısından sakıncaları olduğu anlaşıldı. Ankarada Meclise ona imkân verecek bir kanun teklifi getirildi. Fakat o teklifin kanunlaşması bazı Demokrat Partili milletvekillerinin de itirazı üzerine mümkün olmadı.
O heykel, bugün yerinde duruyor.
Şimdi, çok şükür, demokrasinin ilk yıllarındaki o tahammülsüzlük olayları, bugünün Malatyasının gündeminde yok. Malatyalı devlet adamı İnönü, herkes tarafından saygıyla ve rahmetle anılıyor.
Malatyadaki İsmet İnönü heykelinin önünde 1950 seçiminden sonra Malatyalı gençler nöbet bekledi. Heykel, diğer heykellerle ilgili yasa çıksaydı kaldırılacaktı. Bugün gene aynı yerde duruyor. Üzerinde İnönüye hitaben şu yazı var: Adın temiz, hatıran aziz kalacak... Fotoğraftakiler: İnönünün torunu, Parti Meclisi üyesi Gülsün Bilgehan ile birlikte CHP heyeti: (Soldan:) Ali Kaya, Malatya İl Başkanı Veli Ağbaba, Hacı Demirhan, Sabahattin Enginol.
Taksim Anıtı ne olacak?
İnönünün heykellerinin kaldırılması için verilen kanun teklifinin gerekçesinin formülü şöyleydi: Kamu alanlarında yaşayan kişilerin adları, resimleri, heykelleri bulunmayacak... Var olanlar da kaldırılacak. Fakat bunun heykellere uygulanmasında bazı güçlükler vardı. Kanun teklifinin Meclisteki görüşmesi sırasında bunların birini Demokrat Parti Milletvekili Kemal Özçoban hatırlattı. Dedi ki:
Peki ama, bazı heykeller grup heykeli içindekilerin bazısı ölmüş, bazıları hayatta. Mesela İstanbulda Taksim abidesinin (anıtının) grup heykelinde Atatürkün yanındaki İnönü ne olacak?.. Bu sorunun cevabı kolay değildi. Kanun çıkarsa oradan, heykelin Atatürkle birlikte tümünü kaldırmak gerekecekti, ya da heykelin İnönüyü gösteren bölümünün traş edilmesi gerekecekti. Konu bir süre daha tartışıldıktan sonra Meclis Genel Kurulundan komisyona geri döndü. Ve İnönünün, daha başka bazı heykelleriyle birlikte Malatyadaki heykeli de kaldırılmaktan kurtuldu.