İsmet İnönünün torunu Gülsün Bilgehanın, anneannesi Mevhibe İnönüyü anlattığı MEVHİBE adlı kitabının ilk cildinde, İsmet İnönünün milli mücadeleye katılmak üzere Anadoluya geçmesinden bir süre sonra, İstanbuldaki aile fertlerinin de memleketi Malatyaya göçetmesi ve yaklaşık 2 yıla yakın süre Malatyadaki ikametleri anlatılıyor.
İsmet Paşanın babası Hacı Reşit Bey, annesi Cevriye Hanım, kayınvalidesi Saadet Hanım, eşi Mevhibe hanım, birkaç aylık oğlu İzzet , kardeşi Hayri ve diğer aile fertleri, Malatyaya gelip, İsmet Paşanın amcaoğlu Tevfik Bey (Temelli-sonradan Malatya Belediye Başkanı)in, Dörtyol ile Niyazi Mısri Caddesi arasında Leblebici Sokak diye bilinen yerde bulunan evlerinde kaldılar.
İsmet Paşanın babası Hacı Reşit Bey ile hasta olan oğlu İzzet, Malatyadaki bu ikamet sırasında vefat ettiler. Cenazeleri, Mücelli Mezarlığında toprağa verildi. 1940'lı yılların ilk yarısında bu mezarlığın kaldırılması kararı üzerine dede torunun mezarları Sancaktar Mezarlığına nakledildi. Halen oradadır. Merhum İsmet Paşanın en sonuncusunu, ölümünden 2 yıl önce, 1971 yılında gerçekleştirdiği Malatya ziyaretlerinde babasının ve oğlunun mezarlarına gitmişti (fotoğrafta). İnönünün babası ile oğlunun mezarları, maalesef 1990lı yıllarda iki kez meçhul kişilerin saldırısına uğrayıp tahrip edildi. Bu saldırılar bir türlü aydınlatılamadı, ancak mezarlar İnönü Ailesinin katkısıyla onarıldı.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğanın, CHP Genel Başkanı Deniz Baykalın bir eleştirisine yanıt verirken Hitlere benzetmesi üzerine tepki gördüğü İsmet İnönünün ailesinin, kendisi Milli Mücadele için Anadoluda iken 1920 yılının Temmuz- Ağustos aylarında Malatyaya gelen ve 2 yıl kalan ailesinin Malatyaya gelişleri, ikametleri ve dönüşe ilişkin olarak, MEVHİBE adlı kitapta yeralan bölümler şöyle:
***
İSMET PAŞA SAVAŞTA, AİLESİ MALATYA'DA..
" Çok geçmeden Mevhibe de bir sabah karşısında işbirlikçi hükümet kuvvetlerini buldu. Mevhibe zaten hazırlıklıydı, çoktan İsmet Beyin bütün belgelerini, dosyalarını yakmıştı. Holdeki yazı masasında yok etmeye kıyamadığı birkaç mektuptan başka kağıt kalmamıştı.
Genç kadın antreye bakan yan pencereden sarışın bir subayın girdiğini görünce hiç korkmadı. Genç, mahcup bir delikanlıydı. Türktü. Peçesini örtmüş, meraklı bakışlarla kendini izleyen ev hanımına son derece nazik davrandı. Yanındaki iki erle etrafı üstünkörü aradı. Özellikle sedef çalışma masasını karıştırdı. Bir ara Mevhibe ile gözgöze geldiler. Ne tuhaf, sanki aralarında gizli bir ortaklık vardı. Bu toy çocuk onun düşmanı olamazdı. İsmet Bey asırlardın hür yaşamış, bugün düşman boyunduruğundaki onun gibi vatan evlatlarını kurtarmak için hayatını tehlikeye atarak, Anadoluya gitmişti. Genç kadın yalnızlığına, İzzetin ağabeyi olabilecek bu delikanlıların hatırına katlanıyordu.
Sarışın subay karşısında dimdik durarak ona bakan kadının gözlerinden sanki düşüncelerini okumuş gibi utanarak başını önüne eğdi, sonra nedenini bilmeden saygı ile bir selam çakarak dönüp gitti.
Ama Hacı Reşit Efendiye bu kadarı yetmişti. Artık düşünecek zaman kalmamıştı. Bir an önce İstanbulu terk etmenin vakti gelmişti. Derhal hazırlıklara başlamalarını ailenin kadınlarına iletti.
Cevriye Hanım, kirayla oturduğu evini boşaltacaktı. Hemen el altından kızı Seniha Hanımın eşyalarını satışa çıkardılar. Mevhibe bir sabah karşı evin önüne bir atlı arabanın yanaştığını gördü. Kırmızı beyaz çizgili koltuklar, iskemleler yüklendi ve bir kırbaç sesiyle Süleymaniyeden uzaklaştı. Genç kadın arabanın arkasından içi sızlayarak bakakaldı. Kolay mı? Zavallı görümcesinin yuvası dağılıyordu, giden çeyizle birlikte sanki bütün hayatıydı..
..İsmet Bey gizlice haber yollamış, ailesinin Anadoluya geçmesinin daha hayırlı olacağını düşündüğünü belirtmişti. Eh, madem o da öyle istiyordu, Mevhibe durur muydu hiç?
Saadet Hanım içi sızlayarak torununu kucağına aldı. Zavallı yavrucak, babası gittiğinde henüz doğmuştu, şimdi dokuz aylık olmuştu. Görünüşte sağlıklı, hatta sarışın, pembe yanaklı güzel bir bebekti. Ama başını hala tutamıyordu. Mevhibe anne sevgisi ile oğluna başka türlü bakıyor dünya gözüyle babası şu çocuğu bir daha kucaklasın başka bir şey istemem diye dualar ediyordu. Saadet Hanım ise hastalıklı çocuğun bu zor yolculuğa nasıl dayanacağını düşünüyor, gönlünden evinden hiç ayrılmak gelmiyordu.
Dünürünün isteksiz hazırlıklarını gören Reşit Bey sinirlendi. Bir gün Mevhibeye:
Eğer İzzet olmasaydı, anneni hiç götürmezdik! dedi. Genç kadının başından aşağı kaynar sular dökülmüş gibi oldu. Bir tanecik annesini hiç bırakabilir miydi? Gene iki aile arasında kalmıştı. Neyse ki tecrübeli, anlayışlı bir kadın olan Saadet Hanım, kızını yatıştırdı: Bugünler olağan zamanlar değildi, herkes sinirli, telaşlıydı, boşuna üzülmenin sırası mıydı.
Hacı Reşit Efendinin memleketi Malatyaya gideceklerdi. Yaşlı adamın orada yeğenleri, akrabaları vardı, hiç olmazsa yabancılık çekmezlerdi. Rıza Beyin İstanbulda kalmasını kararlaştırdılar. Saadet Hanımın evine taşınacak, teyze İlhame Hanım ile birlikte haremlik kısmına yerleşecekti. Mevhibe, Saadet Hanım, İzzet ve diğer evden Reşit Bey, Cevriye Hanım, üçüncü kere hamile görümce Seniha ve Çocukları Hatice ile Hüsamettin, bir de küçük kayınbirader Hayri ile yola çıkacaklardı.
Hazırlıklar tamamlanınca Mevhibe son bir kez geride bıraktığı Süleymaniyedeki konağa baktı. Onun da acı tatlı hatıralarla dolu yirmi üç yılı burada geçmişti. Genç kadın kocasıyla gittiği on günlük Bursa balayından başka hiçbir yolculuğa çıkmamıştı. Kalbi bir taraftan doğup büyüdüğü, anne olduğu yuvasını terk etmenin sıkıntısını taşırken, bir yandan da yaşayacağı olayların, göreceği yeni diyarların heyecanıyla hızlı hızlı çarpıyordu. En kısa zamanda kocasına kavuşmayı umuyordu. Bu uğurda her şeyi göze almaya hazırdı. Gözü birden üzüntüsünü saklamak için İzzete sıkı sıkı sarılmış annesine takıldı. Yaşlı kadının kırılan gönlünü almak için sevgiyle onu kucakladı:
Anneciğim, inşallah çok yakında evimize gene kavuşuruz
Yaşlı kadın Mevhibeye gülümsedi. Bu gidişin dönüşü olacak mıydı acaba? İçini çekerek, son basamağı da inip sokağa çıktı.
Köprüde kendilerini Samsuna götürecek vapura bindiler. Oradan kara yoluyla Malatyaya geçeceklerdi. Reşit Efendi, ailesine sıkı sıkı tembih etmişti, kesinlikle kimliklerini açıklamayacaklardı, İsmet Beyden söz etmeyeceklerdi. O kendisini Malatyalı bir tüccar olarak tanıtacaktı. Çoluk çocuk bir kamaraya yerleştiler, hareket saatini heyecanla beklemeye başladılar. İstanbuldan bir ayrılsalar, tehlike kalmayacaktı! Reşit Beyin gözü saatteydi. Vakit gelmiş ama vapur hala kalkmamıştı. Acaba korktukları başlarına mı geliyordu? Yaşlı adam fırlayıp güverteye çıktı. Her kafadan bir ses işitiliyordu. Birisi:
İhbar varmış, gemide Milli Mücadeleci bir komutanın ailesi saklanıyormuş. Birazdan hükümet kuvvetleri arama yapacaklarmışdedi.
Yandan bir başka yolcu: Vapuru basacaklar, sonra da Maltaya yollayacaklarmış diye atıldı.
Hacı Reşit duyduklarından endişe içinde ailesinin yanına döndü, hepsini birden toparlayarak beş dakika içinde gemiden çıkarttı.
Mevhibe daha o sabah annesini teselli ederken bu kadar çabuk evine kavuşacağını da düşünmemişti. Tekrar Süleymaniyeye döndüler. Yüklükten yedek şilteler çıktı, sofaya yataklar serildi. İki ev halkı paylaştılar ve Mevhibe ile Saadet Hanım bir gece daha yuvalarında yattılar.
İkinci defa vapura gece yarısı, olaysız bindiler. Bu kere başka bir gemi seçmişlerdi. Yenidünya adlı büyük bir şilepti. İki gün, iki gecede Samsuna ulaştılar. Onları İsmet Beyin yolladığı bir haberci limanda bekliyordu. Genç miralay iyiydi, ailesini merak ediyordu, ilk fırsatta yanlarına gelmek ümidindeydi. Birkaç gün dinlendikten sonra Amasyaya geçtiler.
Hacı Reşit Efendi üç atlı araba tutmuştu. Sekiz aylık hamile kızını, gelinini ve hasta İzzeti düşünerek onlara yaylı bir araba bulmuştu. Mevhibe, Saadet Hanım, görümcesi ve küçük oğlu İzzet, uzun arabanın içine yanlarında getirdikleri yatakları sermişler, üzerlerine çıkmış oturmuşlardı. İkinci arabaya Reşit Bey, Cevriye Hanım, Hatice, Hüsamettin ve Hayri bindiler. Eşyalar da diğer atlıya yüklendi. Üstü kapalı arabalar sallana sallana ilerlemeye başladılar.
İlk molayı Tokatta verdiler. Eşyalar indirildi, bir hana yerleştiler. Saadet Hanım hemen işe girişti. İzzetin kirli bezleri birikmişti, onları yıkadı. Hepsi kurumazsa ıslakolanları arabaya asabileceğini düşündü. Yolların tozu içlerine işlemiş, kadınların saçları adeta bembeyaz olmuştu. Hamama gittiler, bir güzel yıkandılar.
Cevriye Hanım kızı ile gelinine:
Aaa, ben de başınıza ak düştü sanmıştım. Hamamda renginiz açıldı diye takıldı.
İki gece dinlendikten sonra tekrar yola koyuldular. Hava kararınca önlerine çıkan hanlarda konaklıyorlardı. Yorgunluktan onlara kervansaray gibi gelen basit, pis odalarda uyudular. Sivası geçtiler, Malatyaya yaklaştılar. şehre iki saatlik uzaklıkta bir Pınarbaşı vardı. Uzaktan yeşillikler arasında bir kalabalık fark ediliyordu. Mevhibe heyecanlandı, acaba İsmet Bey onları karşılamaya gelmiş olabilir miydi?
Pınarbaşına yaklaşınca ağaçların altında bekleşen atlılar ilerlediler. Arabalar durdu. Hacı Reşit Efendi arabacının yanından yere atladı. Onu gören süvariler de indiler. Mevhibe üstlerini örten tenteyi aralamış, sahneyi merakla izliyordu.
Kalpağının altında kıvırcık, siyah saçları seçilen, kalın kaşlı, bıyıklı bir genç adam Reşit Efendiye yaklaştı.
Hoş geldiniz amca bey. Sizi bekliyorduk diyerek el öptü.
Yaşlı adamın yeğeni Tevfik Efendiydi. İki akraba kucaklaştılar. Kadınlar peçelerini takıp, arabalardan indiler. Karşılamaya gelenler yaşlıların ellerini öpüp gençlerle selamlaştılar. Ağaçların altındaki çardakta hazırlık yapılmıştı. Semaverde çay demleniyor, şerbet dolu maşrapalar masanın üzerinde hazır bekliyordu. Tabaklar yöre kadınlarının yaptığı bulgur köfteleri ile doluydu. Mevhibenin gözü bir köşede bekleyen karpuzlara takıldı. Çoluk çocuk bütün yolun yorgunluğunu çıkarmak istercesine buz gibi suyla yıkanmış, kütür kütür meyvalara saldırdılar.
İstanbuldan Malatyaya tam kırk günde gelmişlerdi.
Hacı Reşit Efendi ailesi, Malatyayı umdukları gibi bulmadılar. Yaşlı adamın mallarına, kayısı bahçelerine el konmuştu. Yıllardır İstanbuldaydı, yöre adetlerine yabancı kalmıştı. Şehir merkezinde kardeşiyle ortak evleri vardı. Yanındaki hamam da onlarındı. Cevriye Hanımlar evin selamlık kısmına yerleştiler. Tevfik Efendi henüz bekardı, haremlikte o oturuyordu. Onun iki odası da Mevhibe hanım için hazırlamışlardı. Hanımlar derhal yerleşme işlerine giriştiler. Herkeste bir gariplik, gurbet sıkıntısı vardı. Gene, kendini ilk toplayan, gençliğiyle, neşesiyle çevresine umut veren Mevhibe oldu. Malatyalılar kibirli, ukala İstanbullu gelin bulacaklarını sanarken, mütevazi, sevimli, cana yakın, çocuk merakı ile kendilerine hoşgörü ile yanaşan genç bir kadınla karşılaştılar. Mevhibe burada yeni dostlarından hamur açmasını, yöre yemeklerini yapmasını öğrendi. Görümcesi ile kayınvalidesi sık sık hallerinden şikayet edip İstanbulu ararken o sanki doğma büyüme Anadolu kızı imiş gibi şehrin havasına girmiş, düğünlere, toplantılara katılmaya başlamıştı. Ah bir de İsmet Beye kavuşabilseydi!
Miralay İsmet, Malatyaya ilk geldiklerinde onlara haber göndermiş, yerleşmelerini bildirmiş, ilk fırsatta geleceğini söylemişti. Ama ne gelen vardı ne giden
Bir ay sonra Sehina Hanımın bir kızı oldu, adını İrfan koydular. Bütün aile bayram yaptı. Sevinçli haberi cephedeki erkeklere yolladılar. Artık Tevfik Beyin evine sığamıyorlardı. Reşit Efendi şehirde büyük, güzel bir ev kiraladı. Bütün amacı ailesini rahat ettirebilmekti. Malatyalılar alışık olmadıkları bir hayat süren İstanbullu akrabalarına şaşıyorlardı. Gelin, başı açık kayınpederinin yanına çıkabiliyor, çoluk çocuk hep beraber aynı sofrada yemek yiyorlardı. Bu nasıl işti.
Ama zavallı ihtiyar adama yeni eve taşındıklarını görmek kısmet olmadı. Son torununun doğmasından birkaç gün sonra Hacı Reşit Efendi hastalandı. Şiddetli bir dizanteri kendisini yatağa düşürdü. Zaten son ayların üzüntüsü, yorgunluğu onu bitirmişti. Sıkıntılı günlerin bir türlü sonu gelemiyordu. Şimdi de cepheden gelen savaş haberleri gittikçe fenalaşıyordu. Düşman ilerlemiş, İsmet Beyin kuvvetleri geri çekilmek zorunda kalmıştı. Malatyaya gelen habercileri hasta ihtiyar yatağının yanına çağırıyor, dermansız sesiyle onları soru yağmuruna tutuyordu. Yalnız kalınca, iniltiye benzer soluk alışını duyan Cevriye Hanım yanına koşardı. Kadıncağız da kocasıyla birlikte zor günler geçiriyordu. Reşit Bey ömrü boyunca titiz, meraklı bir insan olmuştu. O da pek çok kadın gibi erkeğinin bütün arzusunu yerine getirmişti. Şimdi hastalık kocasını daha da huysuz yapmıştı. Malatyada yemek beğenmiyor, her şeye kusur buluyordu. Temizliğe aşırı düşkün hale gelmişti, yıkanması mesele oluyordu. Kayınvalidesi arada Mevhibeye dert yanıyor, çaresizliğini geliniyle paylaşıyordu. Şehrin tek doktoru her gün eve gelip, ilaçlar veriyordu.
Malatyaya geldikten tam kırk gün sonra, Hacı Reşit Efendi 29 Eylül 1920 Çarşamba gecesi hayata gözlerini yumdu. Oğlundan çok beklediği zafer müjdesini alamamıştı. Mevhibe kayınpederinin Anadoluya geçmeyi ne kadar çok istediğini hatırladı. Sanki baba toprağına ölüm çekmişti. Artık bu gurbet ellerde çoluk çocuk erkeksiz kalmışlardı.
Malatyadaki mezarlık yüksek bir tepe üzerindeydi. Yukarıya çıkınca bütün şehir ayak altında görünürdü. Hacı Reşit Beyi oraya gömdüler.
Kış gelmişti. Cevriye Hanımlar kiralık eve geçmediler, Tevfik Beyin yanında kalmaya devam ettiler. Oraya bir oda ilave ederek İsmet Beyle Abdülrezzak Beyi beklemeye başladılar. Mevhibe soğuk havalarda sobanın karşısında dikiş dikiyor, kocasına gömlekler, gecelikler hazırlıyordu. Ama aylar geçiyor, Miralay İsmet bir türlü görünmüyordu. Genç kadın artık kavuşma ümidini yitirmeye başlamıştı. Bu sıralarda Tevfik Bey evlendi. Bütün aile acısını bir yana bırakarak genç adamın mutluluğunu paylaştı. Mevhibe düğün hazırlıklarında en çok çırpınan oldu. Gelin, Rana adında genç, güzel bir kızdı.
Görümce Seniha Hanımın çocukları büyüyorlardı. Hatice Malatyada ilkokula başlamıştı. İzzet de artık iki yaşına yaklaşmıştı. Tek tük anne demeyi öğrenmişti. Fakat daha yürüyemiyor ve hala başını tutamıyordu. Mevhibe oğlunu kucağına alınca bebeğin sıcacık vücudunun ateşini hisseder, kendi çaresizliğine isyan edeceği gelirdi. Niçin bir annenin başına gelebilecek en kötü kader onu bulmuştu? İnancının verdiği güçle şikayet etmiyordu, ama zaman zaman direncinin kırıldığını hissediyordu. İzzetin rahatsızlığının ciddi olduğunu başından beri babasından saklamışlardı. İsmet Bey çocuğunu görünce kim bilir nasıl üzülecekti? Genç kadın gene de bir an önce gelse de, şu ufacık ağzın kendine baba dediğini duyabilse diye düşünüyordu. İzzet, annesinin kolları arasında, bukleli başını ona dayar, Mevhibe şeftaliyi andıran bu körpe yüze incitmekten korkarak dudaklarını değdirir, mis gibi kokusunu içine çekerdi. Ana oğul İsmet Beyin hasretiyle yol gözlerken bir yıl geçti.
Nihayet Anadoluda sıkıntıyla, özlemle beklenen zafer haberleri gelmeye başladı. Garp Cephesi Kumandanı İsmet Bey, Birinci ve İkinci İnönü Savaşlarında büyük bir başarı kazanarak, Milli Mücadelenin ilk önemli sayfasını açmıştı. İnönü zaferleri memlekette bir iyimserlik, ümit rüzgarı estirdi. Yıllardır savaşın içinde ezilmiş, evlatlarını kaybetmiş ve hep yenilen taraf içinde yer almış halk, ilk defa alınyazısının değişmekte olduğunu sezmişti. İç isyanlar bastırılmış, düzenli bir ordunun daha yararlı olduğu kanıtlanmış, Ankara hükümetinin Türk halkının gerçek temsilcisi olduğu kabul edilmişti. Mevhibe artık adını bütün yurdun duyduğu ünlü İsmet Paşanın eşiydi.
Yine de, genç kadının hayatında en ufak bir değişiklik görülmüyordu. Kocasından çok zor haber alabiliyordu. Günleri birbirine benzeyen bir durgunluk içinde geçiyordu.
Mevhibe ile annesi, Tevfik Beyin evindeki sakin hayatlarına devam ediyorlardı. Saadet Hanım büyük bir hevesle torununu büyütüyordu. Yanlarına Ermeni bir yardımcı kız aldılar. Şefkatliydi, hamarattı, çocuğu çok seviyordu. Ana- kız hanım toplantılarına gittiklerinde çocuğu ona bırakıyorlardı. Bu sırada İsmet Bey, cephede Malatyaya gelip gidenlerden İzzetin hastalığını öğrenmişti. Telaşlanarak Talas hastanesinden bir doktor yollattı. Ali Şükrü Bey adında bir uzmandı. Eve gelerek, bebeği muayene etti. Kederli anneyi yatıştırdı, tedavi şekilleri yazdı. Ama Mevhibenin ümidi azdı. Zavallı bebek üstelik bir de gribe yakalanmıştı.
Bir akşamüzeri komşu evlerden birinde gene düğün vardı. Cevriye Hanım kızını ve gelinini alarak, Tevfik Beylerle birlikte oraya götürdü. Saadet Hanım torunu ile kalmayı tercih etmişti. Çocuk son günlerde daha da halsizdi ama ilaçlarını veriyorlardı, korkacak bir durumu yoktu. Cevriye Hanımlar düğün evinde iki saat kadar oyalandıktan sonra döndüler. Mevhibe kayınvalidesi ile görümcesini bırakıp, annesi ile kalmakta olduğu haremlik kısmına yöneldi. Birden bir ağlama sesi duydu: Saadet Hanımdı, genç kadın uzun eteklerini toplayarak koşmaya başladı. Kalbi hızla atıyor, kafasının içinde sanki çanlar çalıyordu. Kısa mesafeyi nasıl aldığına şaştı. Hızla yatak odasından içeri daldı.
Saadet Hanım yaşlı gözlerini kızına çevirdi. Kadıncağız yere, beşiğin yanına çömelmişti. İzzet sarı bukleli saçları, kapalı gözleriyle melek gibi yatıyordu. İki kadının aylardır korkusu içinde yaşadıkları felaket başlarına gelmişti. Yavrucak anneannesinin kollarında son nefesini vermişti. Mevhibenin acı çığlığı bütün ev halkını başlarına topladı:
İzzet! Evladım
Hüzünlü bir eylül günü çocuğu Hacı Reşit Beyin yanına gömdüler. Malatyanın tepesindeki mezarlıkta dede ile torun sok uykularını uyuyacaklardı. Soğuk kış geceleri rüzgar esince, Mevhibe o çıplak tepede yatan minicik oğlunu düşünür, titremeye başlar ve ne örterse örtsün, ısınamazdı
Genç kadın İzzetin öldüğünü İsmet Beyden sakladı. Çarpışmanın en şiddetli devrelerinde, her gün ölümle yüzyüze gelen babanın elinden ne gelirdi? Evladının kaybını metanetle, tek başına karşılamaya çalışan yirmi dört yaşındaki anne, bu şekilde kocasının yükünü paylaştığına inanıyordu. Savaş yalnız cephede değil, dövüşen askerlerin ailelerinin kalbinde de büyük yaralar açıyordu
Miralay İsmet, 8 Kasım 1920de Garp Cephesi Kumandanı olmuştu.
Birinci İnönü Zaferi kazanılmıştı.
Miralay İsmet bundan böyle savaş kahramanı İsmet Paşaydı.
.
Sakarya Meydan Muharebesi, bütün cephede yakından temas ve çarpışmalarla yirmi gün devam etti. Sonunda kazanıldı.
Küçük İzzetin ölümü tam bugünlere rastgeldi. Muzaffer komutan İsmet Paşa, Malatyadaki biricik oğlunu da cephedeki binlerce vatan evladı gibi kaybettiğini henüz bilmiyordu.
İsmet Paşa eşini ve ailesini görmeyeli iki koca yıl geçmişti. Süleymaniyedeki evi terk ettiği 1920nin Mart ayından beri eşinin sıcaklığını, oğlunun bebek kokusunu unutalı çok olmuştu. Anadoluya gidip gelen habercilerden babasının öldüğünü öğrenmişti ama savaş içerisinde böyle hayati konuların bile önemi azalıyordu. Hacı Reşit Efendinin elini son bir defa öpememenin acısı İsmet Paşayı en çok etkileyen duygu olmuştu. Akşehire yerleşince, ailesine Malatyadan daha yakın olma arzusunu duydu. Belki Konyaya gelseler, genç komutan için cephe gezileri sırasında çok nadir de olsa eşini ve çocuğunu görme fırsatı doğabilirdi. Bir telgraf çekerek Mevhibeyi ve annesini Konyaya çağırdı. 1922 yılının bahar aylarıydı.
Mevhibenin Malatyadan ayrılışı, gelişinden çok farklı oldu. İki yıl önce İstanbuldan kaçarak, hemşerilerine sığınmış bir asker ailesiyken, bugün muzaffer bir komutanın eşi olarak şehri terk ediyordu. Genç kadın Malatyada değişmiş, olgunlaşmıştı. Oğlunu ve kayınpederini burada kaybetmiş, evlat acısını tatmış, annesi ve kayınvalidesi ile erkeksiz yaşamını sürdürmeyi öğrenmişti. İstanbullu gelin, Anadolu hayatının cefasını görmüş, sabırla beklemeye mecbur kalmıştı. Bu iki yıl içinde bütün arzusuna rağmen kocasına kavuşamamış, yalnızca cepheden aldığı mektuplarla hasretini dindirmeye çalışmıştı. Eşinin kazandığı zaferlerin toplum içindeki yerlerini değiştirdiğini yavaş yavaş görüyordu. Nicedir adı Mevhibe Hanıma çıkmıştı. İsmet Paşa ünlendikçe, kendisine gösterilen ilginin de arttığını fark etmişti. Düğünlerde, toplantılarda yeri zamanla değişmiş, çağrıldığı evlerin başköşesinde ikram görür olmuştu.
İsmet Paşadan gelen haber üzerine hemen sevinemedi. Günler o kadar yavaş, sıkıcı ve acı dolu geçmişti ki, bu uzun sürgün hayatının bitmek üzere olduğuna inanmakta güçlük çekiyordu. Hele son zamanlarda Malatyada başlayan tifo salgını yaşamı daha da zorlaştırmıştı. Görümcesi Seniha Hanımla çocukları hastalığa yakalanmışlar, binbir güçlükle bulunan ilaçlarla tedavi olmuşlardı. Ama bu defa da küçük kayınbiraderi Hayri bilinmeyen bir rahatsızlığa tutulmuştu. Bütün aileyi gene macera dolu bir yolculuk bekliyordu. Gerçi bu sefer itibarları fazlaydı. Çoğu zaman kendilerine askerlik şubesinden yardımcı askerler eşlik edecekler, yolda eşraftan milli mücadelecilerin evlerinde misafir edileceklerdi. Mevhibenin Malatyada son günleri kendisine güle güle ziyaretine gelen dostlarını ağırlamakla geçti. Konu komşu tanımaktan artık onur duydukları, ama zaten görür görmez ısındıkları genç kadına veda ediyor, ufak tefek hediyeler, hatıralar getiriyorlardı. Mevhibe, bunlardan bir tanesini özenle ayırdı: Kırmızı kaplı bir günlük
Baharla birlikte Ramazan da gelmişti. 28 Nisan günü Tevfik Bey de dahil olmak üzere yola çıktılar. Malatyadan Konyaya kadar bilinmeyen olaylarla dolu, uzun bir yolları vardı. Mevhibe yolculuğu defterine günü gününe kendi ifade tarzı ve yorumu ile kaydetti. Konyada İsmet Paşaya kavuşunca ona anlatacak kim bilir ne çok hikayesi olacaktı:
28 Nisan 1922: Saat 15.00te Malatyadan hareket ettik. Evden ayrılış çok firaklı (üzüntülü) oldu. Şube reisi Hakkı Beyin, Tabib Ekrem Beyin ve Belediye reisinin refikaları (eşleri) aşağı şehre kadar bizi teşyi ettiler (uğurladılar). Akşam saat 23te Hasanbedrettine vasıl olduk (vardık). Hamit Efendinin evine misafir ettiler. Kuzu pişirmişler. İyi pişmemişse de, Ramazanın ilk günü oruçlu olduğumuzdan fena halde acıkmışız, lezzetli bir yemek yedik. Temiz bir odada, rahat uyku uyuduk.
30 Nisan Pazar: Saat 12de yola çıktık. 19.30da Hekimhana vasıl olduk (vardık). Bir saat mesafeden Şube Reisi Yüzbaşı Behçet Beyin refikası (eşi), şube katibi ile yerli eşraftan İsmet Efendinin refikası faytonla bizi karşıladılar. Ben onların arabasına bindim. Gece kalmayacaktık ama yük arabasının tekerleği bozulduğundan kalmaya mecbur olduk. Bugün oruç tutamadığımızdan, güzel bir çay, peynir, zeytinle kahvaltı ettik. Akşam da kuzu ile mükemmel bir yemek yedik. Gece zabitan (subay) aileleri geldiler. Güzel temiz yataklarda rahat bir gece geçirdik. Şube reisinin refikası Mevhibe Hanım terbiyeli, misafirperver ve güleryüzlü bir genç. Melahat ve Şevkat isminde iki kızı var. Sabah nefis çay ile kahvaltıdan sonra çıkış, iniş çok fena oldu.
1 Mayıs Pazartesi: Saat 11.00de yola çıktık. Yol dağlar arasında, yokuş iniş, uçurumlar kenarından çok müthişti. Hamdolsun salimen dört saatte Hasançelebiye geldik. Sabık Nahiye Efendisi Neşet Efendi karşıladı. Öğle yemeğini yedik. Biraz istirahatten sonra saat 17.30da arabaya bindik. Hasançelebinin kadınları güzel, uzun saçlı, halı dokuyorlarmış. Ekinler gayet güzeldi. Akşama Alacahana dahil olduk (vardık). Güzel bir camii var. Eşraftan Mahmut Beyin selamlığına misafir ettiler. Hasançelebiden Alacahana kadar yol gayet fenaydı. Dar yollar, tehlikeli uçurumlar saatlerce devam etti. Alacahana iki saat mesafede eşkıyalar Nihat Paşa kafilesine saldırmışlar, yaveri şehit olmuş, orada defnetmişler. Biz Malatyaya gitmeden 20 gün önce olmuş.. (Grup yaylı denilen atlı araba, otomobil ve trenle yapılan seyahatin ardından 11 Mayıs günü Konyaya varır)
Mevhibe, Malatya- Konya yolculuğunu, Milli Mücadelenin Genelkurmay Başkanı, Garp Cephesi Kumandanı, İnönü savaşlarının galibi İsmet Paşanın eşi olarak yapmıştı. Yol boyunca, askerlik şubelerinden zabitler kafileye eşlik etmişler, emanetlerinin rahat etmeleri için ellerinden geleni yapmışlardı. Ama memleket savaş, yokluk, sefalet içindeydi. Anadolu bütün Türkiyenin yükünü sırtında taşıyordu. Bütün zorluklara rağmen Mevhibe her gittiği kasabada, şehirde, hiç tanımadığı insanların kendisine İsmet Paşanın ailesi olarak büyük itibar gösterdiklerini, ağırladıklarını, evlerini açtıklarını gördü.
Karı kocanın buluşması hem sevinçli, hem de üzüntülü oldu. İsmet Bey, oğlunun öldüğünü bilmiyordu. Mevhibe aylardır bu ağır ve acı yükü tek başına taşımış, haberi bağrına taş basarak saklamıştı. Genç kumandanın Konyaya geleceğini öğrenince bütün aileyi hüzünlü bir telaş sardı. Zavallı babaya evladının kaybını nasıl söyleyeceklerdi? Malatyada doğan Seniha Hanımın küçük kızı İrfan iki yaşında, sevimli bir çocuktu; İzzetin ölümünden sonra herkesin sevgilisi, tesellisi olmuştu. Cevriye Hanım küçük torununu ortaya çıkarmamaya, İsmet Beyin acısını artırmamaya karar verdi. Çocuğu sakladılar, heyecanla beklemeye başladılar.
Ama İsmet Paşa yolda gelirken durumu öğrenmişti. Olayı bilen emir subayı dayanamamış, komutanının hazırlıklı olmasını istemişti. Ailenin kavuşması gene de acıklı oldu. Mahzun baba, Her şey içime doğmuştu. İrfanı çıkarın da göreyim diyerek gözlerindeki iki damla yaşı, küçük kızın sarı, kıvırcık saçları arasına gömerek, sakladı..