SON DAKİKA
SON DEPREMLER

"Tarihe İlk Elden Tanıklık Etmek, Dünyayı Dolaşmak İstiyordum.."

A- A+ PAYLAŞ

Türkiye Foto Muhabirleri Derneği'nin (TFMD) yayın organı 'Foto Muhabiri'nde, malatyahaber.com'un da kurucularından olan, TRT Haber Sunucusu, Gazeteci Fuat Kozluklu ile yapılan geniş bir röportaja yer verildi.

Dergide, "Fuat Kozluklu, Vizörün Arkasından Ekran Önüne.." başlığıyla yayınlanan röportajda, gazeteciliğe 1980'li yılların ilk yarısında Malatya'da Görüş Gazetesi'nde başlayan ve 44 yılı bulan süreçte  'Gazeteci' olarak dünyanın dört bir yanında haber takip eden Fuat Kozluklu ve onun anlatımları yer aldı.

Hamza Şahin tarafından Fuat Kozluklu ile yapılan röportaj şöyle:

"Meslek yaşamında gazetecilikte yerelden ulusala, televizyonda ise kamera arkasından önüne farklı bir hikayeye sahipsin. Hatta bir dönem uluslararası medya organlarında çalıştın. Bu mesleğin her alanında toz yuttun kısaca… Bu serüven nasıl başladı? Ve gazetecilikte yerelden ulusala nasıl taşındı?

1965 Malatya doğumluyum. 4 yaşımdayken İstanbul’a taşınmışız. 1980’de İstanbul’da Etiler Lisesi’nde okuduğum dönemde Türkiye sağ-sol görüşlülerin silahlı çatışmasına sürüklenmişti. Her gün onlarca kişi öldürülüyordu. Doğru dürüst bir eğitim yapılamıyordu. Okulumuza da sıçramış bir çatışma ortamı vardı. Lise sona geçemedim. Yedi dersten sınıfta kalmıştım. Babam da darbeye üç ay kala memleketimiz Malatya’ya gönderdi. Akrabalarım vasıtasıyla Fatih Lisesi’nde sınav kâğıtlarımı tanıdık hocalar yanıtladı da zar zor diploma alabildim.

Lise son sınıftayken babamın aldığı fotoğraf makinesiyle mesleğe adım atmış oldum. Malatya’nın en köklü ve saygın gazetesi Görüş’e gittim. İlk hocam, kalp abim İsmet Yalvaç’ın (1990'ların başlarında çekilen yandaki fotoğrafta Hürriyet'in Malatya Bölge Bürosu'nda İsmet  Yalvaç ve Fuat Kozluklu birlikte) beni aralarına kabul etmesi ve elimden tutmasıyla gazeteciliğe başladım. Mesleği öğreten İsmet abim hevesimi, gazeteci olma kararlılığımı görerek büyük destek verdi. Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile partisi ANAP’ı kurduktan sonra ilk röportajı yapan oldum. Hemşerisi olarak evinden aradım, telefonla yaptığım röportaj ulusal basın tarafından manşetlerde yayımlandı. İstanbul hayalimin gerçekleşmesinde o ve benzeri bir dizi haberimin etkisi oldu. Ben mesleğe başlarken en yakınlarıma hep “yerelden ulusala, ulusaldan uluslararasına uzanacağım” demiştim. Fotoğrafların, haberlerin tarihi şekillendirmedeki rolünü biliyordum ve dünyadaki adaletsizlikleri duyurup gösterenlerden biri de ben olmak istiyordum.

İlkokuldan beri rahmetli babam Ali Osman beyefendi eve her gün 2-3 gazete getirirdi. Ara Güler, Coşkun Aral ve Ergin Konuksever gibi efsane isimlerin haberlerini, dünyadaki olaylara tanıklıklarını okuyordum, çektikleri fotoğrafları görüyordum. Hedefim daha ilk günden itibaren mesleği onlar gibi yapabilmekti. Onlar kadar başarılı olamasam da bu ustalarımın dostluğunu kazandım. Onlardan çok ama çok şey öğrendim. Nitekim Coşkun Aral benim uluslararası alandaki gazetecilik serüvenimin yönetmeni oldu, kelimenin tam anlamıyla elimden tuttu. Abilik yaptı. Fotoğraf makinasını, filmini, lenslerini paylaştı. Hatta maddi olarak da destek verdi. Minnettarım.

Gazetecilik serüvenimde 44 yılı geride bıraktım. Bunun ilk sekiz yılında yazılı medyada muhabir ve foto muhabiriydim. Tarihe tanıklık mesleği olan gazetecilikte 44 yıldır fotoğraf çekmenin yanı sıra radyo ve televizyon maceram söz konusu. Televizyonculuğa kamera asistanı ve ses teknisyeni olarak uluslararası bir haber ajansında adım attım. Körfez Savaşı sürecinde ABD ve İngiltere merkezli televizyon kanallarında profesyonel kameraman olarak tarihe tanıklık ettim. Fotoğraf da çekiyordum. Tutkuyla yaptığım kameramanlık maalesef iki yıl sürdü. Çünkü 1991 yılında Körfez Savaşı sırasında Irak’ta bir Amerikan hava kuvvetleri helikopterinden kalkış sırasında düştüm. Kamera üç parçaya bölündü, omuriliğimde kalıcı ağır hasar oluştu. ABD’nin Boston kentinde Harvard Üniversitesi Hastanesi’nde tedavi gördüm. 

Ardından 1992 yılında Washington’a yerleştim ve yazılı medyaya döndüm. ABD başkentinden Türkiye’deki özel kanallara ve TRT’ye, yanı sıra bir radyo istasyonuna muhabirlik yaptım ama fotoğraf çekmeyi hiç bırakmadım. 2001’den itibaren de muhabir sunucu olarak ekrandayım. Washington’u merkez yaparak Dünyanın birçok bölgesine gittim; savaşlara, doğal felaketlere ve tarihe damgasını vuran uluslararası anlaşmalara, hatta 1994 Atlanta Olimpiyatları gibi spor etkinliklerine tanıklık ettim. Bu tanıklıklarımı İngiliz kamu yayın kuruluşu BBC, Almanya’nın uluslararası yayın kuruluşu Deutsche Welle (DW) ve Şubat 1942 tarihinde kurulmuş ABD’nin en büyük uluslararası yayıncısı Amerika’nın Sesi (VOA) yayınladı. Dört yıla yakın bir süre de Washington’da VOA Türkçe yayınlarında editör, muhabir ve sunucu olarak çalıştım. VOA İngilizce İnternet yayınında editör olarak da çalıştım. 

Sonrasında 2006 yılı biterken Türkiye’ye kesin dönüş yaptım. Beni meslekte heyecanlı kılan ve harekete geçiren unsur merak! Öğrenmek istediğin ve merak ettiğin yerlere gidiyorsun, sayılı insanın yapabildiği birbirinden farklı hayatlara, tarihin akışına damga vuran olaylara tanıklık ediyorsun. Acının da mutluluğun da fotoğrafını çektiğim bir tanıklıktan söz ediyorum. Fotoğrafta sanki her bir öznenin ruhu çerçevenin içinde görünüyormuş gibi, insanlık durumuna dair ruhani bir şeyler yakalamaya çabaladım ancak sanırım bunda başarılı olamadım. Ben acının ve gözyaşının olduğu ortamların fotoğrafını çekmeyi psikolojik açıdan hiçbir zaman normalleştiremedim, işimin doğal parçası diyemedim… Doğanın deviniminden kaynaklanan ancak insan canlısının hoyratlığı ve aç gözlülüğü ile tedbirsizliği yüzünden felakete dönüşen olaylar karşısındaki incinmelerimi ifade etmekte zorlanıyorum. Gördüğüm dram ve trajedinin yüklediği acı duygu bambaşka. Ancak insanın insana yaptığı zulme, yaşattığı acı ve sergilediği vahşete olan tanıklığımın yükü altında çok ezildim, tarifsiz derecede yaralandım. Onların verdiği hasarı onaramıyorum, yükünü kaldıramıyorum. Bir güvercinin yürek tedirginliği gibidir kalbim. Zaman zaman nasırlaştığını hissettiğim de olmuyor değil.

Neden gazetecilik?

En başından beri tarihe ilk elden tanıklık etmek ve dünyayı dolaşmak istiyordum. Hedefim işimle etki yaratmaya çalışmaktı. Ofiste bulunmamı gerektirecek bir iş yapamayacağımı iyi biliyordum. Hedefim her zaman işimle etki yaratmaya çalışmaktı. Hayatımı idame edeceğim para kazanmak yetecekti. Foto muhabiri ya da muhabir olmak tam bana göre diye düşündüm hep. Mesleğin gerektirdiği tutkuya ve cesarete ilk günümden beri sahip olduğumu hissettim. İlk hocam İsmet Yalvaç’ın temel öğretileri sayesinde fotoğrafçılığımı bir yere kadar geliştirebildim. Burada usta-çırak kültürünün önemini belirtmeliyim. Hep el verdi, sadece haber nasıl yazılır, fotoğraf nasıl çekilir değildi öğrettikleri. Sayesinde gazeteci-haber kaynağı ilişkisinde mesafenin ne olması gerektiğini, evrensel ahlaki değerleri falan öğrendim. Kısa sürede önce yerelde Malatya’da sonrasında da İstanbul’da ulusal bir gazetede çalışan en genç foto muhabir oluverdim. İnsanların gelecek nesillere belge bıraktığı büyüleyici bir dünyaya girdiğimi hissettim. Meslek büyüklerimin tavsiyeleri bunu yapmama ışık tuttu.

Bizim meslekte usta-çırak olayı eskiden son derece önemliymiş!

İsmet abimin ve ilk yazı işleri müdürüm olan babası Celal Yalvaç ile Görüş gazetesinin patronu Cevdet Barış’ın öğretilerini her zaman minnetle anarım. Yurtdışına açılmadaki akıl hocam ve rehberim Coşkun Aral’dır. Çok emeği vardır. Bugün benzeri usta-çırak ilişkini görmek neredeyse imkansız gibi.

Mesleğe olan aşkın ve çaban gerçekten anlamlı ve örnek alınacak değerde.

Bilemiyorum, sadece ikili ilişkilerle bir yere gelmediğimi göğsümü gere gere söyleyebilirim. Kariyerimin her dönemecinde, her aşamasında alın teri var. Hedefim, tarihe tanıklık ederken mazlumun, hakları yenen, emeği sömürülen, ötekileştirilen, ayrımcılığa uğrayan ve ezilen kesimlerin sesi olmaktı. Adaletten, haktan yana bir gazetecilik öyküsünde yer alabilmek için çabaladım. Ne kadar başardığımı ben söylemeyeyim. İlk yıllarımda çalıştığım o dönemin en itibarlı gazetesi Cumhuriyet’in arşivinde aylarca eski gazeteleri okudum. Geceleri eski gazetelerin ciltlerini üst üste koyup uyurdum. 1940’lardan 1982’ye neler olup-bittiğini okudum, notlar çıkardım. Yani arşivi adeta yuttum! Gazetede hemen herkes son derece gözde liselerden, kolej ve üniversitelerden mezun olmuş, yabancı dil bilenlerdi. Ben ise lise mezunuydum, en azından genel kültür birikimi yapmam kaçınılmazdı. Bana tepeden bakanların sayısı az değildi. Hırs yaptım ve iyi de oldu! Mesleğime dört elle sarıldım. Çok okudum, çok çalıştım. Bu koşturmacada maalesef girdiğim hiçbir üniversiteden mezun olamadan ayrılıverdim.

Marmara Depremi’nde bölgeye ilk giden isimlerden birisin, hatta ilk canlı yayını sen yaptın. 6 Şubat 2023 depremleri sırasında da bölgedeydin.

17 Ağustos 1999 Marmara Depremi’nde bölgeye İstanbul’dan ulaşan ilk gazeteci olmam tamamen tesadüf. Zira Washington muhabiri olduğum NTV için Kosova Savaşına ve savaştan kaçabilenlerin dramına tanıklık etmiştim. Kanal yönetimi fotoğraf da çektiğimi öğrenince sergi açmamı teklif etti. Afişler hazırlandı, broşür basıldı. Serginin açılış tarihi 17 Ağustos olarak duyuruldu. Ben de sergi salonunda fotoğrafların videolu öyküsünü içeren bir kısa belgesel hazırlamak için NTV’nin Maslak’taki merkezindeydim. Montaj yaparken 03:02’de tarifsiz bir sarsıntıyla şoke olduk. Kameramanlıktan gelen biri olduğum için canlı yayın aracıyla bölgeye hareket ettik. Yolda usta kameraman Cengiz Tapan’la buluştuk. Birlikte bölgeye yol aldık. İzmit Devlet Hastanesi önünden sabah gün ağarırken yayındaydım. Sabit kameranın karşısına teknisyen arkadaşı geçirdim, netlik ayarını yapıp onunla yer değiştirdim. Cengiz de diğer kamerayla trajedinin, çevredeki yıkımın görüntülerini kaydediyordu. NTV dışında ABD televizyonları da bağlandı ve onlara da depremin ilk saatlerine ilişkin bilgileri aktardım. O günleri asla unutamadım, zira tüm yaşantımı, psikolojimi alt üst etti. Devlet dört gün sonra müdahale edebildi, hantal yapı. Daha doğrusu deprem ülkesinde zerre hazırlığı olmayan, sistemsiz çürük kurumları gördüm.

Çok sayıda ilklerin ve ilginç anıların var…

Her meslektaşımın olduğu gibi benim de var. 1989 yılı Aralık ayı sonuna doğru Romanya Devlet Başkanı diktatör Nikolay Çavuşesku’nun kanlı bir şekilde devrilmesine tanıklık –ki Doğu Blokundaki sosyalist rejimlerin yıkıldığı sırada iktidarın kanlı bir yöntemle değiştiği tek ülke olmuştu-, 1990 Haziran’ında İran’ın Mencil-Rudbar şehirlerini yıkan ve en az 50 bin kişinin öldüğü deprem, 1991’de Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgaliyle ABD’nin başını çektiği uluslararası koalisyonun Irak’a karşı Körfez Savaşı, 1999’daki Kosova Savaşı, Ekim 1999’da silahlı bir grup tarafından Ermenistan Millî Meclisi’nin basılıp Başbakan ile Meclis Başkanın da dahil olduğu 8 siyasetçinin ölümüyle sonuçlanan parlamento katliamından saatler sonra başkent Erivan’da yaşanan karışıklık, 2000 yılında Etiyopya ve Eritre arasında iki yıl süren sınır savaşı ile açlık krizi, 2001’de Kuzey Makedonya’daki sivil ayaklanma veya isyan, 2003’de ABD ve İngiltere’nin başını çektiği Batı ülkeleri ordularının diktatör Saddam Hüseyin’i devirdiği Irak’ın işgal ve istilası, Şubat 2022’de Rusya’nın topyekûn işgale başlamasıyla Ukrayna’da çıkan savaş, 7 Ekim 2023’de başlayan İsrail’in Gazze’de Filistinli soykırımı, Aralık 2024’te Suriye’de diktatör Esed ve 61 yıl hüküm süren Baas rejiminin devrilmesi.

Her biri benim tanıklıklarım…

Bu tür zorlu görevlerin doğasında çok büyük riskler vardır…

Bunların bazılarında ateşlenen mermiler veya şarapnel parçaları bedenimin çok yakınına düştü. Eğer farklı bir yöne dönseydim gitmiş olurdum. Kosova’da bir Sırp keskin nişancının hedefine girdiğimi NTV rejisinde fark ettiler ve “Bu çılgının canlı yayında vurulmasını göstermeyelim” denilerek yayın kesildi. Uyarıldım ve benzeri bir riski alarak, cephe hattına girerek yayın yapmamam istendi. İsrail’in Gazze’deki soykırımda kullandığı bombaları attığı noktalardan birinde tam da yayına başlarken bir Siyonist tarafından ölümle tehdit edilişimde yaşadığım şoku asla unutamam.

Gerçekten zor olmalı. Kendi deneyimlerimizden söylüyorum. Anlaşılmaz bizim ruh halimiz.

Katılıyorum. Evet anlaşılmayız ve bunu da kimseden bekleyemem. Bir tercih bizimkisi. Acılara, trajedilere ve yıkılmışlıklara tanıklık kolay bir şey değil. Çekilen fotoğraflar, kaydedilen görüntüler ve yazılan haberler duygusal bir unsur içermezse tüm çıplaklığıyla aktarılamaz, etki sağlamaz. Görüntü ile izleyici arasında, onların bakışlarını kaçırmaması için bir ilişki yaratmak önemlidir. Bunu yaparken de doğası gereği sonradan ortaya çıkan birçok hasar oluşuyor tüm bedenimizde. Hatta hayata bakışımız, hedeflerimiz, çoklarının önemsediği küçük ve saçma sapan maddi hırslar bizler için bir şey ifade etmiyor. Bizim meslekte tanıklık ettiğimizi en çarpıcı ve kurgusuz şekilde belgelemek aynı zamanda olayın tüm aktörlerine karşı bir sorumluluktur. Akademik olmayan, bir tür tarihçilik diyeceğim yaşananları geleceğe belgeleme işini yapıyoruz. Hiç kolay değil. Tarihin akışına damga vuran olaylara tanıklık ediyoruz. Acının da mutluluğun da fotoğrafını çektiğimiz bir tanıklıktan söz ediyorum. Gördüğümüz dram ve trajedinin yüklediği acı duygu bambaşka. Çoğu zaman insanın insana yaptığı zulme, yaşattığı acı ve sergilediği vahşete olan tanıklığımızın ağır yükü altında eziliyoruz. Ben de tarifsiz derecede yaralandığımı hissediyorum artık. Çoğumuz gibi ben de olayların ruhumda, zihin dünyamda yol açtığı hasarı onaramıyorum. İtiraf etmeliyim, yükü taşımakta zorlanıyorum. Bocalıyorum yani. Kalabalıklardan davetlerden kaçıyorum. Zaten oldum olası maskeli balolardan hazzetmemişimdir. Bir güvercinin yürek tedirginliği gibidir kalbim. Zaman zaman nasırlaştığını hissettiğim de oluyor.


Fotoğraf çekemediğin anlar oldu mu?

Fotoğraf çok büyük bir güce sahip. Foto muhabiri için özellikle de ölüm kusan delikli demirlerin, bomba yağdıran çelik kanatlıların bulunduğu alanlarda deklanşöre basacak gözü pekliğe sahip olmak herkesin harcı değildir. Fotoğraf çekemediğimiz anlar oluyor tabi. Bir çocuğa, yaşlı birine koşmakta, yürümekte güçlük çekerken ilk kare fotoğraftan sonra yardım eli uzattığım çoktur. 1991 ilkbaharında tanıklık ettiğim ve Dünyadan biri ben toplamda beş profesyonel kameramanın çektiği Kürt göçünde yaşadıklarımı örnek verebilirim. 25 Kg ağırlığında kamera, kasetler ve bataryalarla 11 saat yürümüşüz. Yanımda Coşkun Aral abim ve Amerikan TIME dergisi muhabiri olan ilk eşim var. Yüzbinlerce Iraklı Kürt Saddam Hüseyin’in kimyasal bomba saldırısından kaçarak Türkiye’ye yol alıyordu. Dağdayız, rakım 3 bin… Donuyoruz adeta. Açlık ve susuzluktan herkes perişan. Yorgunuz. Yolda ölenler oluyor, onların cenazesi taşınıyor ya da oracıkta çukur açılıp gömüyorlar. Bebeklerini taşıyamayanlara yardımlarımız, çantalarımızdaki kazak ve bisküvileri vermişliğimiz gibi küçük dayanışmalar. 17 Ağustos depreminde de arama kurtarma ekiplerine kameramızın ışığını verip canlı yayın yerine telefon bağlantısı yapmam ve iki kişinin bina enkazından hafif yaralı olarak çıkarılmasına katkı sunmak gibi birçok örnek var. Neredeyse birçok meslektaşım bunu yapıyor. “Önce insan sonra gazetecilik” demek önemli. Ahlaki ve vicdani ilkeler, sorumluluklar devreye giriyor. Ama yine de duygusal olarak fotoğraf çekememek benim için pek geçerli değildi.

Bu ne demek?

Şunu demek istedim; sayılı tanığın bulunduğu bir yerden yaşananları aktaracağım kitlenin gözü olma konusundaki sorumluluk hissiyle hareket ettim. Hep bir şeyi sansürlemenin bana düşmediğine karar vererek fotoğraf çektim. Oto-sansür yapmadım, gördüğümü belgelemeye çalıştım.

Korkma hissini sorsam?

Korkmakla korkaklık arasındaki hassas bir çizgideyiz biz gazeteciler. Felaketin ya da çatışmanın yaşandığı yerden herkes kaçıp kurtulmak için çabalarken bizler oraya koşuyoruz, ulaşmaya çabalıyoruz. Garip bir psikoloji, tarifsiz bir mesleki tutku. Artık ne denilirse. Açıklaması ifade etmesi hiç kolay değil. Korkmak ile korkaklık ayrı şeyler. Mutlak güç yanılsaması insanı yolundan saptırır. Bizler insanız, süper yeteneklerimiz, kuvvetimiz ve korunma zırhımız falan yok. Savaşta kurşun adres sormaz! Uçağa bindiğim andan geri eve dönene kadar bir çatışmayı aktaracağım zaman korktuğumu söylemeliyim. Bunu kabul etmek önemli. Ve korkunun bu tür durumları belgelemede çok önemli bir faktör olduğunu da düşünüyorum. Eğer korkmuyorsa muhtemelen o kişide bir sorun vardır. Sorun korkuyu nasıl kullandığınızdır. Ve korkuyu kullandığınızda aptalca hatalar yapmamaya çalışmalısınız. Bir fotoğraf için ölmeye değer olduğuna inanan biri değilim. Ertesi gün çalışmak için hayatta olacağımdan emin olmak istiyorum. Ama yine de tehlikeli durumlarda riske girersiniz ama ben riskleri azaltmaya çalıştım hep. İtiraf etmeliyim ki sarsıntı sonrası stres yaşıyorum. Kariyerimin başında pek anlaşılamıyordu bu sarsıntı (travma) sonrası, hemen hiç konuşulmuyordu. Daha çok gazetecinin barda tek başına kalması sigara ve alkollü içecek tüketmesi klişesi vardı. Ancak bugün stres ve gazetecilik üzerine büyük araştırmalar yapan bilim insanları var. Özellikle ABD ve Batı ülkelerinde gazetecilerin yaşadıklarıyla başa çıkmasına destek veren yardımcı olan uzmanlar var. Bu son derece önemli bir faktör.

Trajedilere tanıklığın yol açtığı etkileri nasıl tanımlarsın?

Yürek burkan durumlara şahitliğin etkisi kolay kolay ifade edilemiyor. Hele de sürekli birbirinin benzeri ortamlarda çalışıyorsan. Savaşlar, doğal afetler gibi yerlerde… Fotoğraf makinesi ve kamera duygulara karşı bir koruma oluşturmuyor. Tam aksine durumu, yüklediği etkiyi büyütüyor. Fotoğrafı çekerken herhangi bir duygu hissetmiyorsam o zaman fotoğrafta yansımaz, dolayısıyla izleyende bir etki yaratmaz. Benim için önemli olan o duyguyu yakalayıp sonsuzluğa kaydetmek ile işimi yapamayacak kadar karşı karşıya kaldığım ve belleğime kazınan duygunun altında ezilmemek arasındaki dengeyi bulmaktı. Asıl zorluk eve dönüşte başlıyor. Duygularımızın keskinliği tarifsiz yoğunlukta, sertlikte ve çok zorlayıcı oluyor. Kapanmıyor derin yaralar. Olayların içindeyken üzüldüğüm, ağladığım zamanlar çok oldu. Evde de ağladım. Yaşananlara dair çevremdekilerle üstün körü konuşup geçiştirdiğim konuşmamayı seçtiğim çoktur. Örneğin deprem bölgelerinden eve döndüğümde kendimi dışarıya kapamışımdır.

Fotoğraf ağırlıklı çalıştığın dönemde kendine savaş fotoğrafçısı mı yoksa foto muhabiri mi diyordun? Bir foto muhabirinin hangi özelliklere sahip olması gerektiğini düşünüyorsun? Çatışma bölgelerinde fotoğraf çekmenin bir yaş dönemi var mıdır?

Önce şunu vurgulamalıyım ki hiçbir zaman bir adlandırma yapmadım. Doksana yakın ülkede gördüklerimi belgeledim. Kimi zaman çatışmaları, savaş suçlarını, çatışma sonrasını, insan hakları ihlallerini, ateşten kaçışları, kitlelerin canını kurtarmak için güvenli saydıkları ülkelere sığınma arayışlarını, uluslararası anlaşmaları falan fotoğrafladım. Bunu yapabilmek için her zaman fotoğrafta silahlı birisinin bulunması gerekmiyordu. Spor karşılaşmalarını, siyasetçileri, iş dünyasının öne çıkan isimlerini, eğlence dünyasındaki popüler kişileri de fotoğrafladım. 

Foto muhabirlerinin karelerinin bazıları öylesine etki yaratır ki; ya yasaklanır, ya eğitimde veya propaganda amacıyla yahut dış politikada kullanılır. Fotoğrafçılar insanlığın görsel arşivini oluşturan, kayıt altına alanlardır. Foto muhabirleri, hiçbir ayrım yapmadan herkesi ve her olayı fotoğraflar, görsel tarihe birer belge olarak taşır. Yaşamın kültürel, siyasi, diplomatik, askeri, ekonomik, sosyolojik ve güvenlik tarihine tanıklığın arşivi foto muhabirlerine aittir. Örneğin arkadaşım olan, Irak ve Kosova savaşlarında birlikte çalıştığım Pulitzer ödüllü Amerikalı usta foto muhabiri Ron Haviv’in Bosna savaşında çektikleri tarih kitaplarında yer almaktadır. Fotoğrafları öylesine etki yarattı ki, Sırp generallerinin, dönemin Sırbistan Cumhurbaşkanı Miloseviç’in Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nce tutuklanıp mahkûm edilmesinde ‘delil olarak’ kullanıldı. Fotoğrafın nasıl bir güce ve etkiye sahip olduğunu vurgulamak açısından son derece çarpıcı bir örnektir. Bir fotoğrafçı olarak en büyüleyici şey, gücünü görmektir. Bu meslekte kendinizi riske attığınız anlayışıyla mümkün olduğunca güvenli sayılacak önlemlerle çalışmalısınız. Riskler nedeniyle takip etmekte isteksiz olduğum yer Afganistan ve Çeçenistan’dı. Gerçi yine de gitmeye çalıştım ama görevlendirecek, masrafları karşılayacak medya kuruluşu bulamadım. Göğüslemeye kalkışacağınız risk her zaman çok kişisel bir karardır. Bu iş merak, tutku, adanmışlık gerektiriyor. Ve tabii ki iyilik yapma arzusu. 

Foto muhabirliği dünyasında belgelediğiniz olayın bilgi ve estetiği bir arada barındırması gerekiyor; bilgi önemli olmalı ama estetik, izleyicide o fotoğrafla etkileşim kurma arzusunu uyandırmalı. Sadece bir şeyin anlık görüntüsü değil, çekenin görüşünün ve gerçekte yaşananın gizlenmeden kaydedildiği bir fotoğraf olmalıdır. Yani bilginin ve yaşanan anın görüntüsü olmalı diyorum… Çatışma bölgelerinde fotoğrafçılık 20’li 30’lu yaşlarda cazip geliyor, risk almaktan çekinmiyor, gözü kara oluyorsun. Sonrası yaşlarda en azından fiziksel olarak zarar görmemişsen, bunun tehlikeli bir meslek olduğunu, çok riskli olabileceğini anlamaya başlıyorsun. Ve risklerini en aza indirmek istiyorsun. Riske girme konusunda biraz daha az istekli oluyorsun. Çocuğun olduğu zaman da sıfıra yakın risk alacağın fotoğraflar çekmek istiyorsun. Yani aileden ziyade sadece kendinizden sorumlu olduğunuzda savaş bölgelerinde bu tür işleri yapmaktan pek kaygı duymuyorsun, macera gibi de algılıyorsun yaşadıklarını. Bu genç yaşlarda bir nevi kendimi işe adamak için yaptığım bilinçli bir seçimdi. Hatta belki de bilinçli-bilinçsiz ve o zamanki kişisel durumlarımın gerçekliğinin bir birleşimiydi. Bilemedim ne diyeceğimi! Ancak Dünyada gazetecilik kadar insanların yabancıların hayatlarını bu kadar dramatik şekilde etkileyen bir kariyer olduğunu düşünmüyorum.

Mesleğe adım attığın dönemle bugünün foto muhabirliğini bütün dinamikleriyle, etik yönüyle de değerlendirsen, karşılaştırma yapsan neler söylersin?

Teknolojik ve etik değerler boyutuyla yanıtlayayım. Kariyerimin başlangıcından bu güne geçen 44 yılda teknoloji ve kullandığımız araçlar tümüyle değişti. Yirminci yüzyılın son çeyreği biterken başladığım meslekte analog makinalar ve 35 mm.’lik filmler vardı. Çektiğimiz fotoğrafları banyo ve baskı sürecinde görebiliyorduk. Şimdi cep telefonu kamerasıyla anında görüntü ve birkaç saniye içinde de yayın mecrasına ulaştırmak mümkün. Analog makinelerden sonra dijital makineler büyük kolaylık sağladı. Tarifsiz devrim! Film yerine hafıza kartları var. Ve şimdi de bir başka devrim yaratan teknoloji ürünü dronlar var. Çok etkileyici çarpıcı müthiş fotoğraflar çekiliyor. Hele de iyi bir göze sahipseniz! Onlarca yıllık kariyerim boyunca fotoğrafların nasıl çekildiği, düzenlendiği ve dağıtıldığı konusunda dramatik değişikliklere tanık oldum. Ancak dijital devrimin fotoğrafçılara ve dünyaya net bir fayda sağladığını düşünüyorum. Hepimiz görsel açıdan çok daha bilgiliyiz. Gıpta ettiğim, imrendiğim pek çok harika iş var.

Etik kavramlar, moral değerler yönünden değişime ilişkin düşünceme gelince…

İnsanlar fotoğraf sayesinde iletişim kurabiliyor, anlatım dili oluşturuyor ve anlatmak istediklerini adeta konuşturabiliyor. En önemli şey fotoğrafçının dünyayı nasıl gördüğü, ne mesaj vermeye çalıştığıdır. Açıklamaya çalışayım. Son 25 yıldır Batılı fotoğrafçıların arasında, krizlerin cereyan ettiği savaşların olduğu bölgelerde artık bizim de usta gözlerimiz var. Zira eskiden Batılı, çoğunlukla da Amerikalı gazetecilerin gözünden olup bitenleri izliyorduk. Onların ajandaları olduğunu, göstermek istediklerini dünyaya servis ettikleri gibi acımasız bir gerçeğe şahitliğim var. Kimse bu dediğime itiraz edemez. Yabancı medyada da çalışmış biri olarak bunu rahatlıkla söyleyebilirim. 

Örneğin 1991 Kürt göçü sırasında çalıştığım yabancı televizyon haber ajansı Türk askerinin ve halkının Iraklı Kürt sığınmacılara yaptığı yardım çalışmalarına odaklanmamdan hazzetmemişti. Bir çarpıcı örnek vereyim; İngiliz gazetesi Independent’ın yazarı Robert Fisk’in (kendisi Ekim 2020’de öldü) 1991 yılında yaşanan Kürt göçü sırasında sınır dışı edilmesine ve Türkiye ile İngiltere arasında diplomatik krize yol açan “Yağmacı Türk askerleri” haberindeki sis perdesini 2005 yılında itiraf etmişti. Sınır dışı edildiğinde bindirildiği uçakta ben de kendisiyle röportaj yapmıştım. Olay gazeteci 1100 sayfalık “Büyük Medeniyet Savaşı-Ortadoğu’nun Fethi” adlı kitabında Iraklı Kürtlerin Türkiye’ye göçü sırasında Türk askerlerinin yardım malzemelerini çaldıklarını bizzat görmediğini, bilgiyi CIA’dan aldıktan sonra Türk tarafına olayı sormadığını itiraf etmişti. 20 Nisan 1991’deki “Türk askerleri mültecilerin yiyecek ve battaniyelerini çalıyor” haberinde, Körfez Savaşı sonrasında Hakkari’ye sığınan Iraklıların yardım malzemelerinin Mehmetçik tarafından çalındığını öne sürmüştü. Hatta Yeşilova Mülteci Kampı’nda yaşanan olayda İngiliz ve Amerikan askerleri ile Türklerin çatışmanın eşiğine geldiğini iddia etmişti. 

Yani şunu vurguluyorum; onlarca yıl zalimin zulmü pek gösterilmezdi. Mazlumlara kucak açan Batılı olmayan ülkelere karşı acımasız küçümseyici yaklaşım vardı. Fotoğrafçılardan kameramanlara çoğunlukla emperyalist ve sömürgeci güçleri haklı çıkaracak açılar sipariş edilirdi. Olanları fotoğraflayacak doğru kişiler onlar mıydı? Tabi ki hayır! Sorarım, egemen ABD ve Batı medya kuruluşlarında çalışan kaç foto muhabiri Afrika kökenli veya Iraklı, Suriyeli, Libyalı, Afganistanlı? Hâlbuki onların bakış açısından, kültür ve yaşam dinamikleriyle ilgili farklılıkları yorumlamaları, bundan hareketle fotoğraf çekmeleri eminim çok daha çarpıcı olacaktır. Örneğin ABD ya da Batı ülkelerinde onların gözünden fotoğraflar daha farklı bakış açısıyla çekilecek alışageldiğin dışında bir şeyler anlatacak, gösterecektir. Değer katacaktır. Mesela İstanbul’u bir Türk ile bir Amerikalı veya Afrikalı farklı duygu ve gözle fotoğraflayacaktır. Politik sebepleri de var bu söylediğimin. Dünyanın Irak’ta, Afganistan’da olanları belgeleyecek o ülke insanlarının anlayışını yansıtacak oralı fotoğrafçıların gözüne ihtiyacı var. Şükür şimdi alan internetin olumlu nimetleri sayesinde gerçekten düzleşti. Bir zamanlar işlerin çoğu Avrupa ve Kuzey Amerika’dan geliyordu, ama şimdi dünyanın her yerinde inanılmaz işler yapılıyor. Ayrıca şunun altını çizmek isterim; çekilen fotoğrafın yanlış veya kışkırtıcı zihniyette yorumlara neden olacak şekilde çerçevelenip çerçevelendirmeden sunulması da son derece önemli. Fotoğrafçılık yorumlara yer açar ve çerçeveleme büyük bir sorundur. Neden bunu vurguluyorum? Çünkü fotoğrafın yanlış şekilde veya kasıtlı biçimde çerçevelenmesine çok rastladık. Tatsız sonuçlar doğurdu.

 Mesleğe adım attığımda ustalarım bana önce insan sonra gazeteci olmak gerektiğinin değerini, önemini öğrettiler. Etik değerlere saygı anlayışıyla yaklaşmak temel şarttı. Ben de deklanşöre vicdan ve duygu harcımla basmaya çalıştım. Yani insanların çok mutlu olduğu, üzgün olduğu, hayal kırıklığına uğradığı ve korku içinde olduğu zamanlar vardır. İçinde bulunduğum olayları aktarırken, hayatın gerçekliğini fotoğraf karelerine sığdırmaya çabalarken bu etik prensiplerle hareket etme gayreti gösterdim. Parmağımı deklanşöre götüren hayatın zihnimizdeki hakikiliği olmalıydı… Tanıklığını yaptığınız yerde bulunamayacak insanların gözleri olma sorumluluğunu çok ciddiye almalısınız. Fotoğraflarınız bir dereceye kadar insanları etkiliyor. Hatta insanları belirli bir konu hakkında biraz farklı düşünmeye sevk edebiliyor, belki de onları etkiliyor. Örneğin doğal afetlerin hayatlarını altüst ettiği insanların ya da savaş mağduru masumların çaresizliğini, beslenme ve barınma sorununu çarpıcı biçimde gösteren fotoğraflar, dünyanın birçok sakininin yüreğini sızlatıp sarsıyor. Böyle insanlar banka hesaplarına erişip bir sivil toplum kuruluşuna bağışta bulunmaya başlıyor. Mesela Bodrum Akyarlar sahilindeki Suriyeli Kürt çocuğu Alan Kurdi’nin fotoğrafı. Meslektaşımız Nilüfer Demir’in sarsıcı fotoğrafı Alman dış politikasının göçmenlere ilişkin politikalarını etkilemiş, hatta değiştirmişti. Küresel Araştırmacı Gazetecilik Ağı’nın (GIJN) bir rehberinde denildiği gibi; ‘Savaş ve çatışma dönemlerinde insanların acımasızca öldürülmesi ve onlara kötü muamelede bulunulması ve bu tür şiddetin beraberinde getirdiği dehşet, hesap verebilirlik gerektirmektedir.’ Gazeteciler savaş ve çatışmaların haberleştirilmesi ve soruşturulmasında kritik bir role sahip. Savaşı yürütenlerin uygulamalarına ışık tutmak, zor sorular sormak, kanıt bulmak için araştırmak, yalanları ve propagandayı ve gerçekte neler olup bittiğini ortaya çıkarmak, araştırmacı gazetecilerin işinin kritik bir parçası ve savaş muhabirlerinin, insan hakları araştırmacılarının, fotoğrafçıların ve resmi yetkililerin yürütmesi gereken bir iştir.

Tirajlarının yüksek, etkilerinin parlak olduğu dönemlerde gazetelerde görev yaptın. Eskiden meslekte her muhabirin bir fotoğraf makinesi olmak zorundaydı. Sen ikisini de başarıyla yürüten ve iki alanda da ismi sık sık anılan birisin. Bunu nasıl başarabildin? Fotoğrafa bakışın ve fotoğrafa ilginin televizyona geçişe etkisi var mı?

Teşekkür ederim ancak ben her iki alanda da pek başarılı olduğumu düşünmüyorum. Her ne kadar Amerika Birleşik Devletleri merkezli basın tarihinin en eski ve etkili haber ajansı Associated Press (AP) ile aynı tarihi geçmişe ve etkiye sahip İngiltere merkezli Reuters ajansı ile bir dönemin devleri GAMMA ve SİPA Press için çalışmış olsam da foto muhabirliğimde aman aman başarı kaydedemedim. Fotoğraf makinası ve objektiflerinin pahalı olması ekonomik açıdan beni güçsüz kılıyordu. Geniş açı ve tele objektiflerim sınırlıydı. Açıkçası sıra dışı bir gözüm olmadığını düşündüm hep. Belki de özgüvensizlik veya tembellikten kendimi geliştiremedim. Bilemiyorum. Bu kadar açık yürekli olabiliyorum. Bakmak ile görmek çok farklı şeyler. Doğru zamanda doğru yerde bulunmamdan dolayı fotoğraflarım talep gördü ama marka bir isim olamadım. Halbuki fotoğrafta başarılı olmayı çok isterdim ancak biraz da ayran gönüllülük sanırım televizyona geçiş daha cazip geldi. Oysa Nisan 1985’te yayımlanmaya başlayan Sabah gazetesinin kuruluşundaki haber merkezi kadrosunda öne çıkan bir isimlerden biriydim. Fotoğraflarımın yanı sıra ses getiren haberlerim çoktu. Acar, kapıdan olmazsa bacadan giren biriydim. Dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın iş insanlarıyla ilk beş dakikası basına açık iki ayrı toplantısında masa altına saklanıp konuşulanları not etmem, Ankara’da 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası siyaset yasağı getirilen Süleyman Demirel ile Necmettin Erbakan’ın buluşmasında konuşulanları görüşme öncesi fotoğraf çekimi sırasında koltuk altına teyp yerleştirerek kaydetmem gibi bugün yapması imkânsız ve etik miydi değil miydi diye sorgulanacak işlerim vardı. Dijital ve cep telefonlarının kameraları sayesinde bugün daha fazla insan fotoğraf çekse de profesyonel fotoğrafçılık devam ediyor ve her zaman da güçlü olmayı sürdürecek.

Televizyona kamera arkasından başladın ve dünyanın farklı coğrafyalarında hem kameraman sonrasında ise muhabir olarak görev yaptın. Televizyon macerasından kısaca bahsetsek?

Burada da ustam, kalp abim Coşkun Aral devredeydi. 1989 yılı biterken elimden tutup Romanya’da diktatör devlet başkanı Nikolay Çavuşesku’nun kanlı bir şekilde devrilmesine tanıklığa götürdü. Romanya Doğu Blokundaki sosyalist rejimlerin yıkıldığı sırada iktidarın kanlı bir yöntemle değiştiği tek ülke olmuştu. Coşkun abi hem uluslararası fotoğraf ajansı SİPA ile TIME dergisi için fotoğraf çekiyordu hem de Türk televizyonları tarihinin uluslararası çapta en çok tanınan, hatta programları alıntılanan haber programı 32. Gün’e el kamerası olarak bilinen Handycam video kamerayla kaydediyordu. Program için yaptığı anonsları çekmem için kamerayı bana verdi. Başlangıçta bir anonsu 20 defa çektiğimi söylemeliyim. Beceriksizdim. Ama kullanılabilecek kadar bir iki çekimi başardım. Coşkun Abim Türkiye’ye döndüğümüzde “gelecek televizyonda, çok iyi bir kameraman olabilirsin” dedi. 1990 yılında Irak komşusu Kuveyt’i işgal ettiğinde Türkiye’de uluslararası televizyon haber ajansları ve kanalları için çalışan bir medya kuruluşu asistan arıyordu, foto muhabirliğini bırakıp televizyona yöneldim. İlk başlarda mikrofon tutmaya ve kamera sehpası taşımaya başladım. Kablo nasıl toplanır, yayın için kurulum nasıl yapılır gibi şeyleri öğrendim. Aylarca sürdü. Bir zamanlar gazete sayfalarında manşetlerde imzası çıkan, fotoğraflarına yer verilen ben kablo çekiyor, kamera sehpası taşıyordum. O dönemin dünyaca tanınan kameramanı Aziz Akyavaş’ın asistanlığını yaparken temel çekim kalıplarını öğrendim. 1991 yılında Körfez Savaşı patlak verdiğinde kameramana ihtiyaç duyuldu. Adana’da İncirlik Üssü’nden Amerikan hava savunma sisteminden Patriot adlı hava hava savunma füzesinin yanlışlıkla fırlatılmasını tesadüfen çekince şans yüzüme güldü. İyi para da kazandım ve profesyonel anlamda kameramanlık maceram başladı. Körfez Savaşı sürecinde ABD ve İngiltere merkezli televizyon kanallarında profesyonel kameraman olarak tarihe tanıklık ettim. Körfez Savaşı biterken Irak’ta Amerikan ordusunun bir helikopterinden kalkış sırasında düştüm. Kamera üç parçaya bölündü, omuriliğimde kalıcı ağır hasar oluştu. ABD’nin Boston kentinde Harvard Üniversitesi Hastanesi’nde tedavi gördüm. Doktorlar artık ağır taşıyamayacağımı, kameramanlık yapamayacağımı söyleyince kameramanlık maceram iki yılda bitiverdi. Ardından 1992 yılında Washington’a yerleştim ve yazılı medyaya döndüm. ABD başkentinden Türkiye’deki özel kanallara ve TRT’ye, yanı sıra bir de radyo istasyonuna muhabirlik yaptım. Ancak hiçbir zaman fotoğraf makinesinden ayrılmadım.

Televizyon haberciliğinde de birçok başarıya imza attın. Bölücü terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan’ın yakalandığını ilk sen duyurdun dünyaya. Pakistan’da General Pervez Müşerref’in yönetime el koyduktan sonra verdiği ilk röportaj gibi birçok flaş işlerin oldu. Irak’tan Suriye’ye, İran’dan Afganistan’a, Etiyopya’dan Ermenistan’a, İsrail’den işgal altındaki Filistin topraklarına, Avrupa ülkelerinin tamamına, Kolombiya’dan Brezilya’ya, Panama’dan Uruguay’a, kısacası haber peşinde parıltılı bir geçmişin var.

Birçok meslektaşım gibi benim yıllarıma da ilk ve sadece bana ait diyeceğim çarpıcı, ses getiren güzel işlerim oldu. Ancak sanırım terör elebaşının yakalanışını duyurmam, Kosova Savaşı, ABD’de güç odaklarının zirvelerine, uluslararası anlaşmalara ve olimpiyattan felaketlere bir dizi tarihi dönemece tanıklık mesleki geçmişime dair sayfalar dolusu diyebileceğim anlamlı notlar bıraktı. 1998’de ABD Başkanı Bill Clinton’ın 22 yaşındaki Beyaz Ev stajyeri Monica Lewinsky ile yaşadığı ilişkinin patlak vermesi sürecinin tüm safhalarını izledim. Clinton yalan söylemişti. Dünyanın en güçlü lideri Bill Clinton diz çöktürüldü; davranışından dolayı özür dilemeye zorlandı, seks hayatının en mahrem ayrıntıları kamuoyuna açıklandı ve sonunda Amerikan tarihinde azledilen ikinci başkan oldu. Kongre tarafından aklandı. Clinton’ın seks skandalı sürecinde çektiğim fotoğraflar ve o döneme tanıklığım sırasında içinde yer aldığım fotoğraf karelerinin belgesellerde ve kitaplarda yayınlanması keyif verici anılardan. Başkan eşi Hillary Clinton’ın ifade verdiği mahkeme binasından çıkışta çekilen bir fotoğraf karesi de onun biyografi kitabında yer alıyor. Bunları yaşananlara masa başından değil olay yerinden tanıklık ettiğimi vurgulamak için söyledim.

Ekran önünde muhabirlik de yaptın, program da sundun. Irak’ta Saddam devrildiğinde Irak’ta, Suriye’de Esed rejimi çöktüğünde Suriye’deydin. Hangisi daha keyifli stüdyo mu, saha da olmak mı?

Tek cümleyle yanıt vereyim; sahada olunca bu işi layıkıyla yapabildiğimi düşünüyorum, haberci olduğumu hissediyorum. Stüdyo bana göre değil. Keşke hep sahada olabilsem, haberi yerinden sunabilsem…

Türkiye Foto Muhabirleri Derneği’nin en eski üyelerindensin. Dernek 40 yılı geride bıraktı. Bu yıl 40. yılında Yılın Basın Fotoğrafları jürisinde de yer alacaksın. Meslek örgütlerini ve dernek hakkında görüşlerini alsak?

En yaygın sivil toplum örgütlenmesi türü dernekler. Faaliyet türlerine göre sayılarıyla toplumsal gelişmişlik göstergesi gibi görülebilir. Ancak işlevi ve faaliyetleri itibarıyla değerlendirince basın meslek örgütlerinin enflasyonu şaşırtıcı, hatta güldürüyor beni. Medya sendikalarının ve derneklerinin sayısı karşısında şaşkınım. Birilerine makam veya siyasal çıkar sağlayan derneklerden uzak durmak gerekir. Birkaç tane olsa eyvallah. Onlarca var. Çoğu da tabeladan ibaret. Gururla söylemeliyim ki, Türkiye Foto Muhabirleri Derneği bi tanedir. Tüm meslektaşları kucaklamak için çabalayan, ölçütü foto muhabirliği olan bir meslek örgütüdür. Yarım asra yakın ayakta kalabilmek kolay değildir. Ve sürekli üretmiş, mesleki dayanışma sergilemiş, imkanları olmayana makine takımı konusunda destek vermiştir. Benim Nikon FM2 bunun en somut örneğidir. Ödüllendirme kıstasları da takdire şayandır. Bu röportaj nedeniyle böyle güzel sözler sarf etmediğimi de beni yakından tanıyanlar iyi bilir.

90’lı yıllarda Fetullahçıların ABD yapılanmasını ilk sen ortaya çıkarıp haberleştirdin, sonrasında 15 Temmuz darbe girişimi öncesinde FETÖ-CIA ilişkisini ortaya koydun. Bunlar yüzünden de terör örgütünün hedefinde oldun. Telefonların dinlendi, davalara konu oldun, yaşadığın en ufacık olay üzerine haklı bile olsan bu örgütlerin sosyal medya hesaplarınca linçe uğruyorsun. Bunu nasıl değerlendiriyorsun? Neler yaşadın?

Ben Fetullahçılar denilince her zaman ‘onun bunun tetikçileri, vatan haini iblisler güruhu teröristler’ diyerek başlarım söze. Bu PKK terör örgütü için de geçerlidir. FETÖ’nün ABD’deki Pentagon’u diye tanımladığım Pensilvanya’daki karargahını 25 Ağustos 1993 tarihli Cumhuriyet gazetesinin manşetinden ben duyurmuştum. ABD’de yaşayanların çocuklarına eğitim veren hafta sonu Türk Okulu diyerek başlamışlardı faaliyetlerine. Örgüt merkezinin telefonunu hem gazeteci hem de çocuğunu okula getirmek isteyen baba olarak aradım. Birinde “Benim çocuğum var, hafta sonları getirmek istiyorum dilimizi kültürümüzü öğrensin. Ancak Atatürkçü müfredatınız olduğu söyleniyor. Bunu istemiyorum” dedim. Bana ‘dışarıya karşı öyle görünmeleri gerektiğini ama tam aksi olduklarını’ ifade ettiler. Görüşmelerimin tamamını teybe kaydettim. Birkaç gün sonra da gazeteci olarak aradım ve bana veli olarak aradığımda söylediklerinin tam aksini anlattılar. Türkiye’deki eğitim müfredatı çerçevesinde Atatürk’ün önemi temelinde dersler verdiklerini, Türkçemizi öğrettiklerini söylediler. İkiyüzlülüklerini çok açık ve çarpıcı biçimde ortaya koyan haberim büyük yankı uyandırdı. Gazetelerinde bir yazar haberimi atılan başlık hariç ‘habercilik yapmış’ diyerek değerlendirdi. FETÖ’nün mahkemeye taşıyıp Cumhuriyet’te tekzip yayınlatamadığı tek haberdir. Kıskançlıktan FETÖ’nün ABD tarihçesi ile ilgili kitaplarda bu haberime meslektaşlar hiç yer vermediler! Umurumda değil. Neyse ki internet var. 

Bu yaratıkların tehditlerine hiç aldırmadım. Rahatsızlık duydum ama korkmadım aşağılık korkaklardan. ABD’de Washington yakınlarında oturduğum müstakil evde verdiğim yemek davetine gelenlerden biri (arkadaşım sanıyordum meğerse onların elemanıymış) çalışma odama girip haber kesiklerini ve notlarımı koyduğum dosyalardan birini çalmış. FETÖ kumpası davalardan olan Ergenekon yargılamaları sırasında çalınan dosyam ortaya çıktı. Bu CIA aparatı vatan haini yaratıklar öyle sinsi ki, 15 Temmuz’dan yıllar önce, bana yaşattıklarından ve tehditlerinden itibarsızlaştırma çabalarından onları ilk fark eden sayılı gazetecilerden biriyim. 2007 yılında çıkardıkları bir medya dergisi için röportaj yapmak istediler. Çalıştığım televizyon kanalının yönetimi geri çevirmememi rica etti. Mesleki bir yayın organı diye evime gelen FETÖ aparatı muhabire (Türkiye’den kaçanlardan biri, şimdi Avrupa’da yaşıyor) kopya kaydı elimde bulunan bir röportaj verdim. Amaçları tuzak kurmakmış. “Mesleğe yeni başlayanlara tavsiyeniz nedir?” sorusunu gazetecilikteki ikinci yılımda bir haberimin eksik unsurlarından söz ederek yaptığım hatayı örnek vererek tavsiyemi ifade etmeye çalıştım. Söylemesem kimsenin bilemeyeceği bir konuydu. En az iki üç kaynaktan doğrulatmadan haber yazmanın yol açabileceği sıkıntıyı anlatmaktı amacım. Öz eleştirisini yapabilen güveni yüksek, kirlilerini güneşte kurutabilecek cesaretteyimdir. Birden fazla kaynaktan doğrulatarak haber yazmanın ne denli önemli olduğunu, gazetecilerin 5N1K sorgulama tekniğinin, bilgi toplarken ve bir konuyu araştırırken kullandığı, temel aldığı yöntemi vurgulamaktı amacım. Yanıtımı çarpıtarak ve sadece bir cümlesini alarak “Cumhuriyet muhabirinin yalan haber itirafı” diye gazetelerine taşıdılar. Utanmaz, onursuz, şeref yoksunu sözde gazeteci bozuntusu ve soyadı gibi dumanlı ajan herifin teki, tüm çabalarıma rağmen gerçeği yansıtma talebimi umursamadı, sözlerimin tamamını yayımlamadı. Düzeltme talebimi görmezden geldi. Allah da belasını verdi. O terörist şimdi kaçıp sığındığı ABD’de, tasmasını tutan Sam Amcanın koruması altında. 

Hınçlarını alamadıkları için “Selam Tevhid” adıyla sözde bir terör örgütüne yönelik açtıkları soruşturma çerçevesinde telefonlarını dinledikleri binlerce kişiden biri de ben oldum. Ve bunlardan korkmayıp şikayetçi olan ilk isimlerdenim. Binlerce kişiyi dinledikleri ortaya çıktığında SABAH gazetesi 2 Mart 2014 tarihinde benimle röportaj yaptı. Oradaki sözlerim şöyleydi; Ey zibidiler bunu ne hakla yaptınız? 15 yıl gazetecilik yaptığım Washington’da ABD İstihbaratı tarafından dinlenmiş birisiyim. İş ve ev arasında gidip-gelen, sadece ailemle yaşam süren birisiyim. Ama buna rağmen yaptığım işten haz etmeyen sapıkların beni dinlediğini, dinlettirdiğini hep biliyordum. Memlekete dönüş yaptığım 2006’dan kısa süre sonra, sanırım 2008’de bir ahbabım, telefonlarımın dinlendiği uyarısında bulunmuştu. Türkiye’de devlet içinde çöreklenen bir şantaj ve tehdit çetesi bulunduğunu da duyuyordum. Binler, hatta belki 10 binler, ne hukuk ahlakı ne de hukuk tekniğine evrensel uygunluğu bulunan, Hitler’le genetik akrabalıklarının olduğunu düşündüğüm tiplerin röntgeni, fişlemesi ve infazıyla karşı karşıya kaldı. Tam bir cinnet hali. ‘Şeytan bile masum kalır’ dedirten, belden aşağı, tuzak ve üretim/ montaj içeren dinlemelerle saldırılıyor. Ancak yalan mızrak ve çuvala sığmıyor. Onlara şunu diyorum: Ey zibidiler, ey röntgenciler; siz yerli olamazsınız. Ve siz kim oluyorsunuz da devletin görevini üstlenerek hiçbir yasallığı bulunmayan, üç yıl süreli telefon dinlemesi yapıyorsunuz? Özel yaşamı takibe alıp, kaydediyorsunuz? Bunu, ne hakla yaptınız?”.

Yani açık açık meydan okumuşlardan biriydim hep. Bugün yıllarca FETÖ maşalığı yapmış, övgüler düzmüş karşı duran meslektaşlarını yaftalamış tipleri televizyonlarda görüyorum. Utanmadan sıkılmadan boy gösteriyorlar. Kanaat önderi soytarılığıyla ‘dün dündür’ diyerek sırıtıp ahkam kesiyorlar. Bu sözde gazeteci bozuntularının çoğu FETÖ’nün ABD’deki karargahına gidip elebaşının yanında el pençe divan durmuşlardı. Fotoğrafları internet sayesinde sonsuza dek hafızlarda kalacak. Ülkemizin bekasında son derece tarihi kırılma noktası olan 15 Temmuz ihaneti için yıllarca hazırlık yapıldığına belge niteliğinde diyeceğim bir diğer haberim ise 1998’in Mayıs ayında ABD ordusunun en önemli strateji kuruluşlarından Ulusal Savunma Enstitüsü’nde düzenlenen çok kritik bir toplantıyla ilgilidir. O toplantı; ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi Planlama Dairesi’nde görevli, Lehigh Üniversitesi Siyaset Bilimi Profesörü CIA görevlisi Henri J. Barkey ile bir dönem Türkiye’de CIA İstasyon Şefliği yapmış, FETÖ elebaşının hamisi ve ABD’de oturabilmesi için nüfuzunu kullanmış Graham E. Fuller önderliğinde gerçekleştirilmişti. Türkiye uzmanlarının iç savaş senaryolarını tartıştığı toplantı basına kapalıydı ama toparlayabildiğim bilgi kırıntılarıyla yazdığım haberin önemi 15 Temmuz’da anlaşıldı. FETÖ-CIA işbirliğinin iç yüzüne ışık tutan son derece kritik değerde bir haberdi.

Bir de ‘hoca’ diye kendini tanıtmış ve onbinlerce insanımızın hayatını karartmış Adnan Oktar’ın örgütüne sızman var. Hatta “Kod Adı: Sapkın” isimli bir kitap da yazdın.

‘Harun Yahya’ takma adıyla sözde İslami değerleri savunduğunu vurgulayan Adnan Oktar konusu gerçekten ülkemizin büyük belalarındandır. Bu herifin başkalarınca yazılan makalelerine yer vermiş gazetelerin zerre özeleştirisi olmadı bugüne dek. Şu gerçeği vurgulamalıyım; Oktar ve örgütünün emir ve isteklerine boyun eğmiş gazeteci bozuntuları ile özel hayat çarpıklıklarının gizli çekim kasetleriyle diz çöktürdüğü siyaset-yargı-emniyet üçgeni yüzünden oldu her şey. Adnan Oktar çetesi ve FETÖ, içeriği az çok değiştirilerek sanki rakip yapılarmış gibi Türkiye’nin başına bela edilmiş uşaklardır. Temelde Türkiye’ye aynı zararı vermeye, bölüp parçalamaya hizmet eden zehirli ürünlerdi bu örgütler. Her ikisinin de destekçisi ve koordinatörü ABD’li Evangelistler ile CIA idi. Nihai amaçları “evangelize” edilmiş, yani Tevrat ve İncil’le karılmış bir Kur’an çerçevesinde Amerikancı bir İslam yaratmaktı. 

Mesleğimin henüz ilk yıllarında 1985’in son aylarında Adnan Oktar diye bir ‘hocadan’ söz ediliyordu. Dönemin en saygın haber dergilerinden NOKTA’da çalışıyordum. Rahmetli ustam Ergin Konuksever İstanbul’un varlıklı ailelerinin oturduğu Levent’te ikamet ediyordu. Evine giderdim sık sık. Bir gün “Evlat, Adnan Oktar diye bir adam varmış. Bizim buralarda adı herkesin ağzında. Çevresine topladığı çocukları tuzağına düşürüyormuş. Beyinlerini yıkayıp ailelerinden kopardığını öğrendim. Bunların peşine düşmelisin” dedi. Dergi yönetimine aktardım, olurlarını alır almaz harekete geçtim ve grubun içine sızdım. Sonradan silahlı suç örgütüne dönüşen bu sapkın yapılanmanın karanlık öyküsünde önemli bir role soyunmuş oldum. Aylarca toplantılarına katıldım, gazeteci kimliğimden haberleri yoktu. Toplantılarında konuşulanları gizlice teybe kaydettim. Haberim yayınlandığında büyük olay oldu. Tehditlerine maruz kaldım. 

1986 -2019 yılları arasında yaşananlarla örgütün geçirdiği evrimi tüm ayrıntılarıyla gün yüzüne çıkaran bir kitap yazdım. Sözde hocadan örgüt liderine, sözde cemaatten silahlı suç örgütüne dönüşen din söylemli Allah ile aldatan karanlık yapıyı detaylıca resmetmeye çalıştım. “Adnan Oktar’ın Karanlık Dünyasını Deşifre Eden Bir Gazetecinin Kaleminden – Kod Adı: Sapkın” kitabımı değerli buluyorum. Aynı zamanda hukukçu da olan yazar Yasemin Onat dostumun yazma sürecimdeki tarifsiz katkısı sayesinde bu kitap ortaya çıktı. Bu arada örgütün davalarla beni yıldırma ve yıpratma çabalarının önüne geçen avukatım Tahsin Kaplan’a da ayrıca minnettarım. Adnan Oktar Silahlı Suç Örgütü’nün insanları etkilemek için kullandığı lüks hayatın aslında şantaj kasetlerinin büyük sahnesi olduğu gerçeği ile yüzleşmek 40 yılı almamalıydı. Örgütün TV kanalını izleyip de onun hocalıkla ve İslamiyet ile uzaktan yakından bir alakasının bulunmadığını göremeyenlere ya da görüp ifade etmekten korkmuşlara acıyorum. Ne yazık ki medyamızın bir kesimi, yaşanan taciz ve tecavüzler ile çarpık ilişkiler ve daha pek çok iğrençlik karşısında susmuş gazetecilerin kuşatması altındaydı. Onlar da hala aramızda işlerine devam edebiliyorlar.

Mesleğe başlarken hayal ettiğin hedefe ulaşabildin mi? En çok canını sıkan ne oldu? ‘Yeter artık’ dediğin oluyor mu?

Çok şükür, içinden geldiğim kültürel ve ekonomik gerçeklerden hareketle baktığımda beklentimin ötesinde dolu yaşadım bu hayatı. Daha ne isterim ki! Çekirdekten gelip tırnaklarıyla kazıya kazıya yol almış biriyim. Banka hesaplarımda alın terimin dışında bir girdi-çıktı olmadı. Her zaman asgari maaşlarla çalıştırıldım. Hakkım fazlasıyla yendi ama yılmadım. Halkla ilişkiler şirketlerinin davet edilecek veya bayramda seyranda, yılbaşında hediye gönderilecek gazeteciler listesinde olmadım. Bundan büyük keyif alıyorum. Parasını ödemediğim bir şeyi kabul etmiyorum. Ve ben bu kadar yıldan sonra hala tarihe tanıklık etme tutkusunu kaybetmemiş bir gazeteciyim. Tam bir ikilem. Garip bir duygu sarmalı! Gassal ile karşı karşıya kalana dek de bırakamayacağım gibi! Olup bitene kızdığım zamanlar ‘Bir hayatım var, yeter artık. Bırakacağım bu işi, gidip sakin bir hayata başlayacağım’ diyorum ama kararımda tutarlı olamıyorum. En büyük sorun alanda çalışmamış masa başından ahkam kesenler oldu hep. İşe göre değil de kişiye göre istihdamdan çok çektik. Bir de komik ve acınası egolarla, kibir abidesi tiplerle mücadele etmek en büyük sorun oldu. İşe harcayacağımız zamanın büyük bölümünü bu türden tiplerin saçmalıklarına ayırmak gerçekten tatsız. Onlarca yıl saha gerçeklerinden uzak kişilerle boğuştuk. ABD ve Batı medyasında da çalıştığım için söyleyeceğim; bir çatışma veya felaket bölgesine gönderildiğinizde rehberden güvenlik danışmanına, zırhlı araçtan yemeğinize kadar lojistik destekleri sağlıyorlar. Bunun için istihdam edilen uzmanlar var. Gazeteler ve televizyon kanalları genelde şoför ve zırhlı araç temin ediyor. Bizde ise bir muhabir bir kameraman. Araç şoförü de siz oluyorsunuz çoğunlukla! Onlarca yılın ardından ‘son kez’ dediğim çok oldu, oluyor. Ancak bu öyle bir meslek ki bırakmak kolay değil.

Bu denli önemli deneyiminle yönetici olmayı hiç düşünmedin mi?

Mesleğe adım atarken en büyük hayalim dünyayı gezmekti. Bu konuda en büyük rehberim, akıl hocam ve elimden tutup destekleyenim değerli ustam Coşkun Aral olmuştur. Bilinen kadarıyla 8 milyara yakın insanın yaşadığı devasa bir gezegendeyiz. Bu evrendeki kültürleri, benzersiz yaşamları ve lezzetleri ancak muhabirlik yaparak tanıyabilecektim. Ve ben de bu yönde bir yol izledim. Asla yönetici olmayı hedeflemedim ve hedeflemiyorum da. Zaman zaman işleyişe öfkelendiğimde, ABD’deki iş disiplinine ve profesyonelliğe duyduğum özlem depreştiğinde “Allah’ım çok kısa süreliğine, yöneticilik yapsam” dediğim oldu. Ama Allah’tan bu arzum 24 saat içinde bitti. Allah’tan yönetici olmadım ve olmayacağım da. Yoksa zücaciye dükkanına dalmış fil misali bir görüntü veririm!

Son olarak demek istediklerin…

Son sözleri; foto muhabirliğinin yaşarken efsaneleşmiş sayılı isimlerinden biri olan Steve McCurry’nin bir röportajda dediklerine ayırayım; “Yıllar boyunca etrafta dolaşıp diğer insanları ve onların deneyimlerini gözlediğimde fotoğrafladığımda, bu bana kendi yaşamım ve deneyimlerim hakkında şunu öğretti: Hepimiz birbirimize bağlıyız, bu gezegende belli bir zaman için varız. Hepimizin etkileşimde olması ve iyi geçinmesi gerekiyor. İyi bir şekilde bir arada yaşamaya çalışalım. Ve bunu hemen şimdi yapalım, çünkü öleceğiz ve yerimize başka bir grup gelecek. O halde gezegene iyi bakmaya çalışalım ve birbirimizi öldürmemeye çalışalım ki yapmak istediğimiz her şeyi yapabilelim.”

İşte tam da Steve McCurry’nin ifade ettiği gibi değerlendiriyorum hayatı ve dünyayı. Teşekkür ederim bana yer verdiğiniz için."

Foto Muhabiri Dergisi

UYARI: Sitemizde çoğunlukla muhabir arkadaşlarımızın imzalarıyla ya da mensubu oldukları basın kuruluşları kaynak belirtilerek yayınlanan üstteki haber benzeri araştırmalar, haberler, röportajlar, maalesef “emek hırsızı” –özellikle de biri sürekli olmak üzere- sözde bazı internet yayıncıları tarafından, ya aynen ya da küçük bazı değişiklikler yapılarak, kendi özel araştırmaları ya da haberleriymiş gibi kendi yayın organlarında yayınlanabilmektedir. Haber kaynağıyla ya da araştırmasıyla, istihbaratıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan, sadece gerçek gazetecilerin ‘kamuoyunun bilgisine sunulmuş’ emeğinin üzerine ‘çöküp’, gazetecilik- habercilik yaptıklarını zanneden ve böylece kamuoyunu da aldatanların bulunduğuna bir kez daha dikkat çekerken, söz konusu unsurları da ‘gerçek gazetecilerin emeğini çalmamaları’ konusunda uyarıyoruz.
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Yorum yazın

İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
Yorum yazmalısınız

2 yorum yapılmış

  • Turgut ÖZMÜŞ (19 saat önce)
    Müthiş bir söyleşi, Emeği geçen herkese teşekkürler,Yolunuz açık olsun değerli kardeşim, Fuat KOZLUKLU.
    %100
    %0
    Yanıtla
  • Ali gül (3 gün önce)
    Hocalar sevgili ismet yalvaç ve duayen coşkun Aral olunca Fuat kozluklu gibi mesleğinin aşığı bir gazeteci olunca gerçek gazetecilik nasıl olur dost düşman görüyor.ülkemizde gazetecilik oynayanlara kapak olsun.siz gerçek gazetecilerin yolu açık olsun.
    %77
    %23
    Yanıtla