Örnek Bir Cumhuriyet Öğretmeni ve Aydını: Münir Taştan
Siz hayatınızda “heykeli dikilecek” kaç insan tanıdınız? Bir öğretmen düşünün...
Suat TAŞPINAR Suatrus@gmail.com
Bir öğretmen düşünün; 70’lerin sonu, 80’lerin başında, memleketin kamplara bölündüğü, kanlı kardeş kavgasından ihtilale savrulduğu kapkaranlık bir dönemde, Malatya’nın aydınlık bir ilçesinde her kesimden insanın gözbebeği, “ortak paydası” ve “vicdanı” olsun…
Bir öğretmen düşünün; kıyıda köşede unutulmuş, kitapçısı-kütüphanesi bile olmayan üç-beş bin nüfuslu bir ilçenin ortaokulunda yeni yetme öğrencilerine Necati Cumalı’nın “Boş Beşik” adlı tiyatro oyununu sahneletsin… Ki okul tiyatroları için sadeleştirilmiş basit bir metin değil, Devlet Tiyatroları’nda sahnelenen, filmi çekilen şimdiki moda deyimle “dev bir prodüksüyon”dur bu oyun.
Bir öğretmen düşünün; daha 12-13 yaşındayken içindeki cevheri mısralara dökmeye başlayan bir öğrencisinin (*) ilk şiir kitabını –muhtemelen masrafını cebinden karşılayıp- bastırsın…
Bir öğretmen düşünün; sağcıların Tercüman, solcuların Cumhuriyet gazetesini alamet-i farika yaptığı gergin günlerde, Atatürkçü, demokrat, uzlaşmacı, toprağına bağlı, aydın bir okul müdürü olarak Abdi İpekçi’nin o unutulmaz Milliyet gazetesini cebinde rulo yapıp, logosu görünüp de kimse kendince alınganlık göstermesin diye tevazuyla taşısın…
Bir öğretmen düşünün; bugün ismi saygıyla anılan pek çok öğrenci yetiştirdikten sonra, sessizce çekildiği köşesinde, doğup büyüdüğü, “93 Rus harbi” muhacirlerinin yerleştiği ilçenin tarihinden başlayıp, Atatürk’lü, İnönü’lü anılarına, neredeyse tüm ailelerin soyağacına kadar uzanan 558 sayfalık bir kitaba imza atsın…
Ve ilk baskısından sonra, şimdi gözden geçirilmiş haliyle yeniden basıma hazırlanan bu değerli eser için övgü dolu birkaç söz söylenecek olsa, 70 yılı deviren dolu dolu hayatın bir nebze hafifletmediği mahcubiyet ve tevazuyla, “Emeklilikte boş oturmamak için biraz araştırma yapıp yazdım, o kadar” desin…
*
Siz hayatınızda “heykeli dikilecek” kaç insan tanıdınız?
Ben size bugün, tanıdığım birini anlatacağım, dilim döndüğünce. “Allah sağlıklı, uzun ömür versin; torunlarının mürüvvetini göstersin” diyerek.
Benim gibi, muhtemelen binlerce insanın hayatına, tam da “yaş olup eğildiği, şekle girdiği” yıllarda giren, aydınlık bir hayat yolunda “deniz feneri” olan birine şükranla selam duracağım.
Yaşar Kemal’den alıntıyla, “O güzel insanların o güzel atlara binip gittiği” yakınmasıyla ve hüznüyle değil… “O güzel insanlar hala var ve ne mutlu ki bizim hayatımızda iz bıraktılar” demek için anlatacağım…
*
Size Münir Taştan’ı (yandaki fotoğrafta ayakta sağdan 2.) anlatacağım kendi bildiğimce ve dilim döndüğünce.
Her ne kadar kendisi, artık bu dünyada eşine nadir rastladığımız tevazu ile, her zaman gölgede durmayı ve vitrine çıkmamayı tercih etse de...
Eğer bu yazıyı okursa, mahcup sesiyle, “Ne gereği vardı Suatcığım?” diyeceğini bile bile.
*
Ben Münir Taştan’ın, 1981 ve 1982 yıllarında öğrencisi oldum. Rahmetli babamın Doğanşehir’de memurluk yaptığı yıllarda, onun Doğanşehir Ortaokulu’nun müdürü olduğu dönemde…
Doğanşehir Atatürk İlkokulu’nda, yukarıda dilim döndüğünce sıraladığım tüm güzel sıfatların hepsini aynı şekilde hak eden sevgili öğretmenim Refika Bal, bizi mezun edip ortaokula yolladığında…
Bugün geriye dönüp, iki katlı mütevazı binası arı kovanı gibi kulağımda uğuldayan Doğanşehir Ortaokulu’nu hatırladığımda, o yokluk yıllarında, bitmeyen elektrik kesintileri yüzünden sık sık gaz lambasının ışığında ders çalıştığımız devirde, bir avuç idealist öğretmenin, onları orkestra şefi gibi ahenkle yöneten “aydın” bir müdürün nelere kadir olduğunu bir kere daha anlıyorum.
Timurlenk, “Bir mıh bir nalı kurtarır, bir nal bir atı, bir at bir komutanı, bir komutan bir orduyu, bir ordu bir ülkeyi” demişti. Kendi hayatında, “bir okul müdürünün ve bir avuç öğretmenin bir nesli kurtarmasının” canlı tanığı olarak bu sözü bugün daha iyi anlıyorum.
Hafızamın kepenklerini aralayınca, Münir Taştan puslu yılların gerisinden, uzun boylu, yakışıklı, çakır gözlü, kumral, her daim şık genç bir “beyefendi” olarak canlanıyor gözümün önünde. Eşi, ilkokul öğretmeni Nuran Hanım ile ilçenin “ideal çifti” olarak sevilip sayılırlardı. Oğlu, benim yakın çocukluk arkadaşlarımdan Kubilay (Taştan) bugün başarılı bir Cumhuriyet Savcısı.
Münir Hoca aynı zamanda Fransızca öğretmeniydi. Hatırladığım kadarıyla, yardımcıları Sabri Uçar ve Sabahattin Bal ile yönetirdi okulu. O yıllarda nüfusu 10 bini bile bulmayan Doğanşehir’in mütevazı şartlarında o okulda yapılanları hatırladıkça, bugünün isim yapmış “büyük şehir” okulları bile renksizleşiyor gözümde…
*
Neydi Münir Taştan’ı farklı kılan?
Bize o dar kalıpların içinde bile sosyalleşmeyi, sorgulamayı, araştırmayı, ufku dünyaya açık, kültürlü, çağdaş insan olmayı ilk öğreten “başöğretmen”di. Okuma aşkını içimizde filizlendiren oydu.
Onun müdürü olduğu okulda, bizzat yönetmenliğini yaptığı tiyatro grubu her sömestr sonunda, yılda iki tiyatro oyunu sahnelerdi. Okulun sahnesiyle, fuayesiyle gayet güzel bir salonu vardı. Her yıl şiir, kompozisyon yarışmaları düzenlenir, ödüller de o salonda velilerin alkışları arasında verilirdi.
Onun gayretiyle, Doğanşehir esnafının gönlünden koparak verdiği hediyelerle “eşya piyangosu” o gecelerde yapılır, tek kanallı siyah-beyaz televizyon günlerinde Doğanşehir Ortaokulu’nun müsameresi ilçede iple çekilirdi. Hanımlar en güzel elbiselerini o gece giyer, saçlar kuaförden çıkmışçasına şık, salonda arz-ı endam ederlerdi.
Hayatımda ilk defa denizi, onun organize ettiği bir okul gezisiyle, bir otobüs dolusu öğrenci Akdeniz’e gittiğimizde görmüş, meftun olmuştum.
Neredeyse 35 yıl evvelinin o mütevazı okulunda, ufacık bahçede spor etkinlikleri eksik olmazdı. Sürekli turnuvalar düzenlenir, voleyboldan masa tenisine, kan ter içinde, mutlu bir yorgunlukla oradan oraya koşardık. Masa tenisinde Münir Hoca’nın bileğini büken pek olmazdı.
Hatta küçük bahçede futbol oynarken cam-çerçeve indirmemizden yorulup bir gün “Bakın bir de böyle bir spor var” diye bize ilk hentbolu öğreten de oydu! Ama o planı tutmamış, birkaç gün sonra futboldan daha güzel spor olmadığına kanaat getirip “fabrika ayarlarımıza” dönmüştük bile! Gene cam çerçeve indirme pahasına!
Benim gazeteci olmamın sebebi de, Münir Taştan’ın itinayla yönettiği okulun duvar gazetesiydi zaten. İlk yazım orada yayımlamış, Münir Hoca’dan “Yeteneğin var, yazmaya devam et” nasihatı ilk defa Doğanşehir Ortaokulu’nun koridorunda duvar gazetesinin başında kulağıma fısıldanmıştı.
Münir Taştan Osmanlı'nın yıkım yıllarında, “93 harbi”nde (1877-1878) Ruslardan kaçıp gelen, Posof, Şavşat, Ardahan, Kars sınır köylerine mensup muhacir ailelerden birinin oğlu olarak 1944’te doğmuş Doğanşehir’de. Yaşı bugün 73. Hala genç, hala üretken.
Öğretmenliğinin ve yöneticiliğinin tamamına yakınını memleketi Doğanşehir’de geçirip emekli olmuş. Yıllar sonra, hazırladığı kitaptan haberdar olup kendisini aradığımda öğrendim ki, son yıllarda, kızının vazifesi nedeniyle bulunduğu Tokat’ta yaşıyormuş artık. Ama sık sık Malatya’ya gelip gidiyor. Ne o memleketin hasretine fazla dayanabiliyor, ne de sevenleri, öğrencileri onun yokluğuna…
Doğanşehir’in tarihini anlattığı 558 sayfalık eserinin düzeltilmiş halini tamamlamış ama, neredeyse ilçenin tüm ailelerinin soyağacını da çıkardığı kitaba eklemeler yapılabilsin, bir de eski aile fotoğrafları baskı için kendisine ulaştırılsın diye bekliyor. Kitabın metni, YeniDoğanşehir.Com sitesinde yayımlanmış. Ailelere, “Eksik bilgileri, belgeleri bana ulaştırın” diye adresini, telefonunu koymuş, makul bir süre beklendikten sonra kitap basılacak.
Artvin, Kars ve Gürcistan tarafından “93 Rus harbi” sonrası göçüp gelen muhacirlerin memleketi olarak bilinen Doğanşehir’in tarihsel yolculuğunu, unutulmaz insan portrelerini, folklorunu, gündelik hayatı inanılmaz ayrıntılarla, özenle anlatmış Münir Hoca…
Atatürk’ün Malatya ziyareti sonrası trenle Adana’ya giderken ilçeden geçeceğini duyup heyecanla istasyonda toplanan halka, “Gazi yoruldu, istirahat ediyor, aman gürültü yapıp uyandırmayın” denince ne Atatürk’ün Doğanşehir’i, ne Doğanşehirlilerin Atatürk’ü görebildiğini…
İsmet Paşa’nın Doğanşehir’den geçerken, “Buranın adı nedir?” diye sormasını, eski adıyla “Viranşehir” cevabı verilince, “Burası yeniden doğmuş güzel bir belde, artık adı Doğanşehir olsun” deyişini…
Bizim de bir zamanlar tam karşısında oturduğumuz meşhur “Kristal Kahvesi”nin hikayesini…
İlçeye damgasını vuran isimlerin, ailelerin izlerini…
Hepsini ve daha fazlasını bu muhteşem kitapta buluyorsunuz. Emin olun, değil küçük bir ilçe için, tarihi arş-ı alaya varan anlı-şanlı şehirler için bile bu kapsamda, bu derinlikte, bu detayda bir kitap bulmak çok zor… Ne mutlu Doğanşehir’e ki bir evladı böyle bir eser kazandırmış.
Kitapta Doğanşehir’in hemen her ailesine üç-beş sayfa yer ayıran Münir Taştan, “mecburen” kendisinden de bahsetmesi gerektiğinde gene tevazu duvarı örüyor. Şöyle anlatıyor kendi öyküsünü:
“1944 yılının annemin ifadesiyle, patates sökümünde (Eylül-Ekim ayları) dünyaya gelmişim. Çocukluğum sıkıntılarla geçti. Babam devamlı iş değişikliği nedeni ile bizlerden uzak dururken, bütün yük annemin üzerine düşüyor, kıt kanaatle bizleri geçindirmeye çalışıyordu. İlkokul 4.cü sınıfa kadar, gerek bedensel ve gerekse zihinsel olarak oldukça zayıftım. O yıl sınıfta kaldım. Bu durum çok ağırıma gitmişti. Ertesi yıl çok hırslı başladım okula. Bu hırs, bende doping etkisi yapmış, sınıfın en faal ve başarılı öğrencisi olmuştum. Babamın memuriyete geçmesinin de etkisi ile aile düzenimiz yoluna girmiş, önüm tamamen açılmıştı. (…)
Nasıl biri olduğuma gelince: duygusal ve hümanist bir yapım vardır. Göze batacak; iyi niyetli ve dürüst oluşumun dışında, önemli hiçbir meziyetim ve başarım yoktur. Yardım etmeyi ve insanları severim. Toplum için çalışanlara hayranlık duyarım. Çekingenimdir. İnsanları rahatsız ve huzursuz etmekten çok sakınırım. İyi ve rahat konuşamam, ama iyi şeyler düşünürüm. Az konuşur, çok düşünürüm. Kendimi hiç beğenmem. Bu yüzden kendimi cezalandırdığım çok olmuştur. Gerçek manada sevdiğim bir insanı, ömür boyu unutmam. Bilinçli olarak kimseye zararım dokunmaz. İstemeyerek yaptığım hata ve verdiğim zarardan dolayı çok üzüntü ve pişmanlık duyarım. Ülkesini ve halkını seven, dini inançlara saygılı, yeterli oranda olmasa da gereklerini yerine getirmeye çalışan bir insanım. Bizlere bu vatanı emanet eden başta milli kurtarıcımız Kemal Atatürk olmak üzere, katkısı bulunan herkese minnet duyar ve bu duygularımı canlı tutmaya çalışırım. Mütevazi bir hayat tarzım vardır. Fazla lüks ve şatafattan rahatsız olur ve sıkılırım. Herkese karşı saygılı bir duruşum vardır. İnsanları ötekileştirmek yapıma uygun değildir. Kendi özelliğimden olsa gerek, gariban, sessiz, sıkılgan, çekingen, utanan, yüzü kızaran insanlara karşı daha bir yakınlık duyar ve onları gayet iyi anlarım. Heyecanlı, aceleci ve telaşlıyımdır. Bu yüzden; yaptığım bazı şeyleri yüzüme gözüme bulaştırdığım olmuştur. Övünmek, böbürlenmek asla sevmediğim ve tasvip etmediğim özelliklerdir. Zaten, övünülecek, böbürlenilecek bir durumum da söz konusu olmamıştır. Bu durum bende kompleks halindedir. Bu özelliğimi hiç ama hiç sevmemekteyim. Bundan dolayı kendime kızdığım ve kendimi cezalandırdığım çok olmuştur. Yapmam gereken bir işi ya çok iyi yapmalıyım, ya da hiç bulaşmamalıyım diye düşünürüm. Konuşmak mecburiyetinde kaldığım durumlarda ise, dünyanın en büyük sıkıntısını yaşarım. Oysaki düzgün ve etkileyici bir konuşmacı olmayı çok ama çok isterdim. Rahatlık hissettiğim yerlerde ve beni anlayacağına inandığım kimselerin yanında kendimi mutlu ve huzurlu hissederim. Aksi durumlarda acayip derecede sıkıntı ve rahatsızlık yaşarım. Bu durumlarda hiç çekilmezimdir.”
*
Münir Hoca’yı tanıyanlar eminim yazdıklarımda pek çok eksik bulacaklar, ne kadar uğraşsam da onu hakkını vererek anlatamadığım hissine kapılacaklar. Sağlık olsun, ben suya bir taş atayım, benden daha iyi anlatacaklara bir kapı aralansın.
Onu tanımayanlar da eminim, kendi hayatlarında, ilçelerinde, köylerinde, kendi “Münir Taştan”larını hatırlayıp, saygıyla sevgiyle yad edecekler.
Onlar Türkiye’nin en mütevazı yıllarında, yoklukların içinde birer ışık yaktılar, kendi hayatlarını bizim için adadılar. Onlar özlemle yad ettiğimiz “Cumhuriyet nesli”nin isimsiz kahramanları oldular.
Her nesil bir önceki nesle olan borcunu, bir sonraki nesli “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” yetiştirmek için çabalayarak ödemeli.
Münir Taştan’lar o borcu fazlasıyla ödedi; bizim borcumuz ise biriktikçe birikiyor…
**
NOT: Münir Taştan’ın kaleme aldığı, ilk baskısı yapılan, şimdi gözden geçirilmiş haliyle yeni baskısı hazırlanan “Benim Gözümden DOĞANŞEHİR ve 93 (1877) MUHACİRLERİ” kitabı, özellikle Doğanşehirlilerin fotoğraf katkılarını bekliyor. Kitabın taslak metni için link:
http://www.yenidogansehirgazetesi.com
__________________________________ (*) Çocukluk arkadaşım Prof. Dr. Hasan Erkek. Oyun yazarı, tiyatro yönetmeni, Anadolu Devlet Konservatuvarı Sahne Sanatları Bölüm Başkanı.