Benim Babam..
İsmet YALVAÇ
Babam Celal Yalvaç’ı kaybettiğimiz günden bu yana 40 gün geçti…
Orta yaşın üst sınırına yaklaşmakta olan bir evladı olarak, yaşamının her döneminde, aşamasında bir babanın ötesinde, kendini yaşadığı topluma ve değerlerine adamış bir bilge kişi, bir derviş, bir ‘vakıf insan’ karakteri sergilediğini; benim açımdansa yarım asra yaklaşan gazetecilik meslek yaşamımda uygulamaya çalıştığım “önce iyi insan, sonra gazeteci” kimliğimin oluşmasında en büyük pay sahibi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Çok başarılı bir öğrencilik hayatı geçiren, 1954 yılında ilk öğrencilerinden olduğu Ticaret Lisesi’ni birincilikle bitirmesine rağmen, o günün kurallarına göre yüksek ticaret mektebinden başka bir okulda yükseköğrenim görme hakkı verilmediği için üniversite tahsili yapamayan babam, kendince “başka bir tahsile” yöneldi. Kitap okuma, araştırma tutkusunu Malatya tarihi ve kültürü ile ilgili çalışmalarına yöneltip, son nefesine kadar tamamen kendi olanaklarıyla bu çalışmalarını yürüttü. Yine aile uğraşlarından biri olan gazetecilik mesleğine ilgisi nedeniyle, değişik zamanlarda bu alanda da çalıştı.
Çok yönlülüğü bununla kalmadı. Rahmetli Ali Dedem saat ustasıydı, o günün şartlarında saatçilik çok zor bir işti. Tamir edeceğiniz küçücük saatin daha küçük her parçasını kendiniz imal etmek zorundaydınız. Üstelik malzeme de kıttı. Babamın anlattığına göre, saatçilik o kadar zor bir işti ki, babam ve rahmetli Muhlis Amcam yetişkin denecek yaşa geldiğinde, “uşahlar bu işi yapmasınlar” diyen dedem dükkânı kapatmıştı.
Ama babam göreceğini görmüştü…
Dedemin yanında mekaniğe büyük ilgi duyan babamın el becerisi ve yeteneği fotoğraf sevgisi ve fotoğrafçılık merakıyla birleşip, o günün şartlarında bölgede fotoğraf makinesi tamiri yapabilen kimse de olmayınca, babamı fotoğraf makineleri tamirciliğine yöneltti; “Celal Usta” oldu.
Tamircilikten para kazanmaya başlaması apayrı, ilginç bir hikayedir. Başlarda arkadaşlarının makinelerini para almadan tamir ederken, Şeker Fabrikasında çalışan bir kadın memurun bastırmasıyla (önce onun fotoğraf makinesini tamir ettiğinde de para istememiş; kadın, olmaz öyle şey, babında bir nutuk çekmiş) ekmeğini kazanacağı mesleğine profesyonel bir giriş yapmıştı.
Alın teri – göz nuruyla ailesinin geçimini sağlarken, elbette elini tarih-kültür araştırmalarından çekmedi, araştırmalar yaptı, makaleler yazdı, belge, bilgi, fotoğraf, kaynak topladı, seyahat etti; akabinde arşivi, bilim adamı titizliğiyle yaptığı çalışmaları, yazıları yüzlerce kitaba, makaleye, tez çalışmasına kaynak oldu.
87 yaşında kaybettiğim babamla aramda 24 yaş vardı. Tüm yaşamımda, 15 yaşında başladığım gazetecilik mesleğinde, bir babadan çok, ilişki mesafesi çok içten bir saygı ve sevgi ile döşenmiş, bir dost- arkadaş, yol gösterici idi benim için.
Ondan yaşama dair öğrendiklerimin, gözlediklerimin yanı sıra gazetecilik yaşamımda, “Allah’ım, bana doğru adama yanlış yaptırma” duasıyla özetlediğim meslek hassasiyetini ve etiğini aldım.
Yıl 1983.. Babam, ben ve kardeşim Bülent
Ondan, ‘dik’ duruşu öğrendim.
12 Eylül 1980 ihtilalinin en ceberut döneminde Görüş Gazetesi’nin Yazı İşleri Müdürlüğünü yapıyordu. 1981’in ilk aylarıydı. O dönem, 2. Ordu Karargâhı henüz Konya’dan Malatya’ya taşınmadığı için, sıkıyönetim görevlerini 7. Ana Jet Üssü üstlenmişti. Gazeteler bildiğiniz sansürden geçip öyle yayınlanıyordu. Arada sırada, güç göstermek, yerel basına ayar vermek için şimdi Kent Müzesi olan sıkıyönetim karargahına çağırıyorlardı. Yine çağrıldık. O tarihte Malatya’da sadece Görüş ve Gayret gazeteleri yayınlanıyordu. Görüş’ün Yazı İşleri Müdürü olarak babam, muhabiri olarak ben ve Gayret’in Yazı İşleri Müdürü olarak da İbrahim Abi (Karataş) karargâha gittik. Piyasada sıkıntısı çekilen bir malla ilgili ajans haberi bahanesiyle, ‘ayar’ için çağırdıklarını anladık; yani sıradan bir haberi bahane edip gözdağı vereceklerdi. İki havacı yarbay bizimle muhatap oldu. Çağrılma nedeni belli olunca, daha doğrusu “sudan” bir sebeple davet edildiğimiz anlaşılınca, bir anda tepesi atan babam, oradaki iki subaya, “Bakın begim.. Ben en kötü sivil idareyi, en iyi askeri idareye tercih eden vatandaşlardanım..” çıkışıyla lafa başladı, muhataplar şaşkına döndü. Askerlerin astığı astık, kestiği kestik bir dönemde bir sivilin böyle bir “karşı ayar” pozisyonuna geçmesi akıl alacak gibi değildi. Çağrılma gerekçesinin de eften- püftenliğini babam karşı tarafa sözleriyle “dayatınca” diyecek bir şey bulamadılar. Ben, babamın orada alıkonacağı endişesini yaşarken, tam tersi bir anda yumuşadılar ve bizi kapıya kadar uğurladılar. Epeyce bir zaman bizi karargâha çağıran da olmadı.
Babamdan, kendisini, ailesini yaşadığı toplumun koşullarından öncelemeyen, bir duruşu, bir sorumluluğu, bir davranışı gördüm hep…
Bölücü terörün tırmanışa geçtiği yıllarda, askerlik görevimi Jandarma Asteğmeni olarak Hakkâri ve Çukurca’da yaptım. (Yandaki fotoğraf, Hakkâri- Çukurca'da Zap Vadisi'ndeki bir pusu görevi sabahından) Bölgedeki çatışmalarda verilen şehitlerin arttığı, gencecik askerlerin bayrağa sarılı tabutlarının memleketlerine gönderildiği bu dönemde, hiç beklemediğim bir anda, babamın beni görmeye Hakkâri'ye geleceği haberini aldım.
Çok şaşırdım ama kendisini karşıladığım anda söyledikleri, bu seyahatinin neden kaynaklandığını anlatıyordu. “Ula oğlum, bu ananın işleri.. Bizi bu kışta kıyamette buralara gönderdi.. Aha ne varmış senin halinde.. Herkesin çocuğu nasıl burada askerlik yapıyorsa, sen de yapacaksın” diyerek, annemin ısrarıyla geldiğini, öylece, kendine has doğallığı ve naifliğiyle söyleyiverdi. (Alttaki fotoğraf, babamın Hakkari ziyaretinden)
Askerlik dönüşümde, rahmetli annemin aktardığına göre, bölgede çatışma haberleri radyo ve televizyonda endişe ile dinlenir, izlenirken babam anneme “Hanım, hiç tatlı canını üzme. Oğlanın başına bir şey gelirse, radyoya, televizyona kalmaz, en başta gelip bize haber verirler” dermiş.
Ama bana ve anneme bunları söyleyen babamın, ben ve kardeşlerim evde uyurken, hepimizin başına gelip her gece dua okuduğunu, sonra yattığını da annem anlatmıştı. Dışarıya karşı belki dik, sakin duruyordu ama kalbinin en kuytu köşelerinde evlatlarına karşı sonsuz bir sevgi besliyordu.
FOTOĞRAF: (Soldan sağa) Rahmetli kız kardeşim Nebahat Coşkun, rahmetli annem Nazmiye Yalvaç, ablam Melahat Barış, kız kardeşim Fazilet İlhan, kız kardeşim Mürvet Yalvaç
3 yıl önce, üç numaramız, benim küçüğüm kız kardeşimiz Nebahat'ı kaybetmiştik. Babam, bu evlat acısını o kadar metin karşılamıştı ki, bizi o teselli ediyordu. Metaneti bizi de şaşırtmıştı. Ancak, içinde yaşadığının hiç de öyle olmadığını, babam vefat ettikten sonra bir sohbetimiz sırasında Nezir Kızılkaya'ya söylediklerini duyunca, öğrendim. Kızılkaya'ya, "Kızın ölümü beni çok yaktı. Allah kimseye bu acıyı göstermesin." demiş.
Kendi çocukluğunun, gençliğinin ebeveynleriyle olan ‘sınırlayıcı’ ilişkisini disiplinini hiç de sıkmadan yansıtırken, içinden çok sevecen, duygusal bir baba hissiyatını yaşadığını biliyorduk. Bize çizdiği bazı sınırların, torunlar Feyza, Savaş, Levent, Eralp, Ilgın, Beyza, Buğra, Tugay, Emre, Berke, Batuhan ve Dorukhan gelince bütünüyle ortadan kalktığını, nasıl tonton bir dedeye dönüştüğünü gözledik.
Dualarını, korumasını, desteğini son anına kadar hiç eksik etmedi üzerimizden.
***
1 Aralık 2023 günü solunum sorunu nedeniyle Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne yatırılmıştı. İlk müdahaleyle, göğüs ve karnında rahatsızlık yaratan önemli miktarda sıvı boşaltıldıktan sonra bir ara rahatlamıştı ama ilerleyen günlerde hastalığının çok ciddi olduğu, yayılmış bir kanserle karşılaşıldığı söylendi bizlere.
FOTOĞRAF: Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde yatarken, hayattaki 5 çocuğuna vasiyetini yaptı
Hastalığı kendisine söylenmemesine rağmen, çok ciddi bir durum olduğunu fark edince, hayattaki 5 çocuğu olarak hepimiz yanındayken, vasiyetinin olduğunu söyledi.
İlk vasiyeti, mezar yeriyle ile ilgiliydi. Ölünce, kendisini, 8 yıl önce kaybettiğimiz rahmetli annemin ya da 3 yıl önce kaybettiğimiz, mezarı da annemin mezarının yakınında olan rahmetli kız kardeşimin yanına defnetmemizi istedi. Aslında, annem vefat ettiğinde onu toprağa verdiğimiz Şehir Mezarlığı’nda, annemin yanındaki mezar yerini de almıştık. Ama babama hiç söylememiştik. Kapatılan ve toprak örtülü, sadece baş taşları bulunan bu boş mezara, annemi ziyarete gittiğimizde, dolu mezar zannederek Fatiha’sını okurdu. Babamı 15 Aralık’ta kaybettikten bir gün sonra, annemin yanındaki bu mezarda toprağa verdik.
Bir diğer vasiyeti, 20 bine yakın kitabının yanı sıra tüm araştırmaları, notları, fotoğrafları ve diğer külliyatı, bir kuracağımız vakıf çatısı altında muhafaza edip, araştırmacıların- öğrencilerin yararlanmasına sunmamızdı. Anlayacağınız, sağlığında on yıllarca yaptığı iyiliğin, güzelliğin kendi vefatından sonra da devam etmesini istiyordu. Uygun bir süreçte, bu vasiyetini de aile olarak yerine getireceğiz.
***
Yeri gelmişken, babamın vefatına giden süreçte depremin büyük rolü olduğunu söylemeden geçemeyiz. Hayatını geçirmekle kalmayıp, kadim köklerini, eserlerinin bilgisini ortaya çıkarmak için ömrünü verdiği şehrin neredeyse yerle bir olmasına aşırı üzülüyordu. Belli etmiyordu ama çok üzüldüğünü anlıyorduk. Çocuk yaşta annesini, sonra babasını, genç yaşta yeğenlerini, sevdiklerini, kendi yaşlanınca evladını kaybetmişti. Bunlara “Malatya’nın yıkımı” eklenince apayrı bir acı yaşıyordu. Depremin ilk zamanlarında uzun süre evini ve yürüyerek gidip geldiği mesafedeki yazıhanesini, daha doğrusu kütüphanesini, terk etmedi; ofiste yakalandığı ikinci büyük deprem ve sayısız artçıda, koltuğunda sallanırken bile, “takdiri ilahi” diyerek muhtemel bir yıkımda ölümü de kabullenmişti. Evinden, mahallesinden, kitaplarından ayrılmak istemiyor, sanki onlara son bir bekçilik görevi yerine getiriyordu. Depremden epey bir süre geçtikten sonra kendisini güçbela ikna edip Arapgir’e götürebilmiştik. Bir süre sonra döndü ve bastonuna tutuna tutuna eviyle kütüphanesi arasında mekik dokumaya devam etti. (Yandaki fotoğrafta, babam depremde bazı binaların yıkıldığı, birçoğunun ağır hasar gördüğü günlerde Hamikoğlu Sokağı'nda kardeşim Bülent'le. Sonraki aylarda bu binaların tamamına yakını yıkıldı)
6 Şubat Malatya’dan çok şey alıp götürdü, götürmeye devam ediyor; onlardan biri de ulu çınar babam oldu.
***
15 Aralık 2023’teki vefatından sonra arkasından çok güzel, çok duygulu, çok zarif, çok içten sözler söylendi, yazıldı.
Onu tanıyan, onunla oturan, onunla sohbet eden, onun ‘dergahına’ uğrayan dostları, arkadaşları, tanıyanları, onu yaşamlarının çok özel bir yerine koyduklarını, onun kendi yaşamlarına da nasıl ışık saçan bir ‘ulu çınar’ olduğunu, insan ve hayvan sevgisini, yaşama hep olumlu bakışını anlattılar, yazdılar.
87 yaşındaki bir insanın vefatını doğal karşılayabilirsiniz. Yaşını başını almış, çocuğunu torununu sevmiş, arkasında güzel izler, sözler, eserler bırakmış bir insanın büyük acılar çekmeden ebediyete intikal etmesini, ne kadar üzülseniz de, sabırla, şükürle karşılayabilirsiniz.
Ama bazı insanların eksikliği o kadar yoğun hissediliyor ki, ölümünü kabullenmek güç olabiliyor.
Biz bunu babamda gördük. Şöyle ki:
Babamın, yaşı kendisinden küçük ama ortalama bir insan ömrü esas alındığında yaşlı denebilecek dostları, arkadaşları vardı. Birinci dereceden yakınları olarak bizler elbette çok üzülüyorduk, halen üzülüyoruz. Ama bizi şaşırtıp, daha da duygulandıracak şekilde babamın ahbapları olan, yaşını başını almış abilerimizin, sanki genç yaşta bir sevdiklerini yitirmişçesine üzülüp, gözyaşı dökmeleriydi. Sevgi, saygı, hoşgörü içerisinde o kadar güzel günler yaşamış, beraber yemiş, içmiş, gülmüş söylemişlerdi ki, babamın vefatıyla birlikte aslında “o iyi insanların o güzel atlara binip gitmesine” ağıt yakıyorlardı.
***
Rahmet olsun ona böyle bir manevi miras bıraktığı için; teşekkürler onu anlatan, konuşan ve yazan herkese.. Ve tabi hastalığı süresince yakın ilgilerini esirgemeyen tüm hekimlere, sağlık mensuplarına..
Bir asra yaklaşan bir ömrün ardından hakkında böyle konuşulduğu, yazıldığı için ne mutlu ona, ne mutlu biz çocuklarına.
***
Peki o kendini nasıl tanımlardı?
Vefatından sonra gömlek cebindeki notlar arasında iki kıt’alık bir şiir bulduk. 21 Temmuz 2007 tarihini taşıyan, muhtemelen arşivindeki bir şiir çalışmasının devamı olarak yazdığını düşündüğümüz, “Hür Bir Yaşamı Seçtim, Kendimi Bağlamadım” başlıklı, başta kendine dair bazı özelliklerini dile getirdiği, şiiri şöyleydi:
Ama hiç kimse için, tutuşup da yanmadım,
Kendimi hiçbir zaman, erişilmez sanmadım,
Gurur, kibirden uzak, haddimi bildim her an,
Yavaş yavaş da olsa, çarçabuk geçti zaman.
Epeyce çektim kahır, ama hiç ağlamadım
Hür bir yaşamı seçtim, kendimi bağlamadım.
Ne dedilerse bana, yalnız düşünüp geçtim,
Duyduğum şeyleri ben, kendi gönlümce seçtim (gönlüme göre seçtim).
__________
FOTOĞRAF: Rahmetli babam ve annem Nazmiye Yalvaç.. Birlikte bir ömür geçirdiler, kısa bir ayrılıktan sonra ebedi uykularında yine yan yanalar