Çocukluğu Malatya'da Yaşamak (I)
Prof. Dr. Esin Emin ÜSTÜN
Malatyalı olmanın önem taşıdığını, ilk kez Ankara Tıp Fakültesi son sınıfta iç hastalıkları hocası Prof. Dr. İrfan Titiz'den duymuştum.
İrfan hoca asker kökenli, 1945 yılında öğrenime başlayan Ankara Tıp Fakültesinin kurucularından ve çok değerli bir bilim insanı.
Mezuniyet sınavına numaram nedeniyle Birinci İç Hastalıkları Direktörü İrfan Titiz hocada girmem gerekiyordu.
Sınav günü kapısını yavaşça çalarak içeri girdim. Masasının karşısındaki sandalyeye oturmamı söyledikten sonra ilk sorusu:
''Nerelisin?'' oldu.
'Malatyalıyım efendim' deyince,
''Malatyalılar zeki olur, göster kendini!'' demesin mi?
Sanıyorum İrfan hoca Malatya kökenli önemli bir devlet adamından, kentte yetişen bilim insanlarından, araştırmacı ve alimlerden söz ediyordu.
Heyecanlanmıştım.
Anlaşılan bu durumda ben yalnız iç hastalıkları dersinin değil, Malatyalı olmanın da sınavını verecektim.
''Aferin iyi çalışmışsın, çıkabilirsin'' dediğinde sevinçten adeta fırlar gibi çıkmıştım dışarıya.
Oldukça mutlu bir çocukluk geçirdim Doğu Anadolu'nun güzel kenti, köklerimin olduğu o zamanki Malatya'da.
Ağaçların, çiçeklerin, tüm canlıların içinde gözlemleyerek, çözümleyerek yaşanan bir dönemdi o dönem.
Doğayla, çevreyle o kadar bütünleşmiştim ki, yaş aldıkça bu bütünleşmenin verdiği derin özlem daha da artıyor.
İsmetpaşa Nahiyesindeki (Yeşilyurt- Çırmıhtı) hatırladığım ilk evimiz;
Tabanı tahta olup etrafı da tahta parmaklıklarla çevrili balkonunun karşısında çağıl çağıl, adeta köpüre köpüre bir suyun aktığı küçük bir evdi.
Evimizin bir köşesinde şimdilerde görmediğimiz kocaman plakların çalındığı borulu bir gramofon vardı.
Annemin bayan öğretmen arkadaşları bizde toplandığında evde yapılmış tereyağlı kurabiyelerle içilen çaydan sonra gramofonu çalar ve birlikte şarkı söyler eğlenirlerdi.
Bu şarkılardan;
'Sarı kurdelem sarı'
'Batan gün kana benziyor'
'Aydoğdu batmadı mı' yı çocukluk anılarım içinde hep hatırlıyorum.
Daha sonra çarşı içindeki bir başka kiralık eve taşınmıştık.
Bu evin çok dik ve yüksek, her gün ovularak silindiği için tertemiz tahta merdivenleri vardı.
Karşımızda 'İbrahim Çavuş'un Evi' denilen ve çatı kısmında adeta kule şeklinde bir bölümü olan tamamen ahşaptan yapılmış, çok pencereli bir ev bulunuyordu.
Mimari yapısını hiç unutamadığım evin altında ise, bir kahvehane olduğunu hatırlıyorum.
İsmetpaşa'daki son kiralık evimiz 'Katibin Evi' olarak anılıyordu.
Sahibi bir yerlerde katip olmalıydı.
Malatya merkezden gelen ana yolun üzerinde olup derli toplu tek katlı bir evdi burası.
Karşısında hükümet binası bulunuyordu. Bahçe bölümüne bakan arkada büyük bir balkonu vardı.
Her zaman bir yaramazlık peşinde koştuğum için minik oyuncak kovama ip bağlar balkondan sarkıtarak bahçedeki bol akan derme suyundan yukarıya su çekerdim.
Birkaç ağacın bulunduğu bahçede özellikle yağmurdan sonra sürüngenler ailesinden, kendisi siyah üstünde sarı benekleri olan görünüşü sevimsiz (Lekeli Semender) hayvanların dolaşması annemi sinirlendirdiği için bunları toplayıp akan suya bıraktığı olurdu.
O yıllarda yaygın yaşanan bir de bit olayı vardı.
Ablamı ve beni yıkayıp tertemiz çamaşırlar giydirdikten sonra bir yolunu bulup oynamak için komşu evine her gittiğimde bitlenerek döndüğümü fark eden annemden çok azar işitirdim.
Dinleyen kim?
Çocukluk işte?
Evde bakacak kimse olmadığından beş yaşında okula götürüp birinci sınıfa bıraktılar beni.
Çoğu zaman başımı sıraya koyup sınıfta uyurdum.
Beş sınıflı ilkokulun ilk üç sınıfı çarşı içindeki kerpiç binada dördüncü ve beşinci sınıflar ise hükümet binasına bitişik tek katlı binada ders yapıyordu.
Başöğretmen olan babam her iki okul arasında sürekli gider gelir dersleri ve sınıfları kontrol ederdi.
İkinci Dünya Savaşı içinde olduğumuz yıllarda öğretmenlere görev verildiği için bir kaç yaz tatilinde iki aya yakın süre köylere buğday sayımı için gitmişti babam da. Başka araç olmadığı için bu sayımı kavurucu sıcakta at üstünde köyden köye giderek gerçekleştirdiğini bize anlatırdı.
Devletimiz, savaşa girmesek de, önlem olarak ordunun buğday stokunun bir bölümünü sağlamaya çalışıyordu.
İlkokulumuzda yöre insanı öğretmenler dışında batıda yetişen ve orada çalışan bakanlık atamasıyla doğuda görevlendirilen öğretmenler de vardı.
İstanbul'dan gelen Hasena Öğretmen ile Türkan Öğretmeni, İzmir'den gelen Muhsine ve Sefa Öğretmeni çok iyi hatırlıyorum.
Batı kültürü taşıyan bu öğretmenler doğu kültürünü tanımaktan ve bizlerle birlikte olmaktan çok mutluydular.
Milli eğitim bakanlığının amaçlı ve çok gerekli bir uygulamasıydı bu.
Batıdan atanan ve İsmetpaşa İlkokulunda görev yapan bayan öğretmenleri annem kışın sık sık evimizde ağırlar, yaz tatillerinde ise bahçelerde piknik düzenleyerek onların bizden güzel izlenimlerle ayrılmalarını sağlardı.
Bir süre sonra tekrar batıya atanan bu öğretmenlerle annemin dostluğu çok uzun süre devam etmişti.
En iyi arkadaşlarımdan biri olan Sevim eski belediye başkanlarından Abdullah Ağanın (Abdullah Kekevi) torunuydu.
Bazen oyun oynamak için onlara giderdim.
Konak olarak anılan evlerinin gerçekten güzel bir mimari yapısı vardı.
Konağın iki kapısı bulunuyordu. İki kanatlı büyük kapı çok amaçlı olup orada çalışanlar da bu kapıyı kullanıyordu.
Bir gün bana arkadaşım meyve saklama odasını göstermişti.
Kocaman bir odanın bir köşesinde yığınla elma, diğerinde armut ve bir diğer köşede ise ayva yığını bulunuyordu.
Hiç bu kadar çok meyveyi bir arada görmediğimden şaşırmış ve ''Bunları siz mi bitirecek misiniz?'' demiştim.
Unutulmayan o çocukluk günlerini, yıllarını şimdilerde yaşamak mümkün olabilir mi?
__
ARŞİV FOTO: Malatya Hükümet Meydanı- 1945'ler (Nezir KIZILKAYA)