Deprem Sadece Fayları mı Kırdı?
Orhan ALKAYA
oalkaya44@hotmail.com
6 Şubat 2023 depremi sadece yaşadığımız coğrafyadaki fayları kırmakla kalmadı. Ekonomik ve sosyal hayatımızdaki öngöremediğimiz ve hazırlıklı olmadığımız kırılma noktalarını da gün ışığına çıkardı. Kısacası doğanın gerçeklerini birer birer önümüze koyup, ihmallerimizin, gerçeğe yüz çevirmelerimizin, kişisel çıkar uğruna ve aşırı kazanç için kendimizi, sevdiklerimizi ve tüm toplumu nasıl ateşe attığımızın hesabını sordu. Ne yazık ki suçluların cezasını önce çocuklar olmak üzere günahsız milyonlarca insan çekti ve çekmeye devam edecek.
Malatya’nın büyük bir hızla hiçbir plan ve program olmadan kentleştiğini ve inşaat rantının itici gücü ile gittikçe yükselen binaların oluşturduğu yerleşim yerlerinin tarım arazilerini nasıl kuşattığını defalarca yazıp çizdiğimizi okuyanlar anımsayacaktır. Ne yazık ki büyük yıkım bize bu kentleşmenin nasıl sağlıksız nasıl kuralsız, nasıl kanunsuz olduğunu bir gün de ortaya koydu.
Ancak bu afetten sonra nerde yanlış yaptık doğrusunu nasıl yapmalıyız sorularına bilimsel ve ahlaki cevaplar vermeden, önceki yanlışlarımızın üstünü örtmek için daha bir hızla, aynı anlayışla aynı yanlışları yapmak için yola koyulduk. Büyük yıkımın sonucunda on binlerce binanın oturulamaz hale gelişi ve kış koşullarında barınma sorunun daha ağır bir şekilde yaşanması sebebi ile kitlelerin konut talebinin en acil talep oluşu gerçeğinden yola çıkılarak, “daha hızlısını yapacağız, daha fazlasını yapacağız” açıklamaları belki bir siyasi rahatlatma amacı güdebilir. Ancak akılcı ve bilimsel bir planlama olmadan ve bu planları halkın ve kamuoyunun onayına açmadan yapılacak inşaatlar insanların kafasındaki kuşkuyu gidermeyecektir. “Acelemiz var, vakit kaybedemeyiz” gerekçesi önümüzdeki yüzyıla uzanması gereken kent kuruluşunun yine oldu bittiye getirilmesine gerekçe olmamalıdır.
Daha önceki Elâzığ -Pütürge depremi ile oluşan ve son depremlerle insanların beyninde pekişen “yüksek binalarda yaşamak korkusu” artık silinmez bir biçim almıştır. Bu nedenle insanlar deprem gecesi ve sonrası hızla kırsal alanlara ve köylere akarak, tanıdık olsun ya da olmasın tek ya da iki katlı yerlere sığınmaya çalıştılar. Ve kentlerdeki devasa binaların kâğıt gibi yıkılışını ve binlerce yakınlarının içinde nasıl can verdiklerini görerek toprağa daha yakın yaşamanın daha güvenli olacağını düşünmeye başladılar.
İşte bu düşünce, “köyden kente” olan göçü bu kez tam tersine çevirerek “kentten köye” akımı başlattı. Halkın çoğunluğunun kır ya da köy kökenli oluşu bu akışı kolaylaştırdı. İnsanlar yakınları vasıtası ile bu alanlarda başını sokacak bir arazi parçası bulma ve bir ev yapma amacı ortaya çıktı. Bir süredir kentte yaşayan insanlar köylerinde çok da tarımsal amaçlı olmayan ikişer üçer katlı apartmanlar dikmeye başlamışlardı. Bu son deprem bu süreci hızlandırdığı gibi, kırsalda arazisi olmayanlar, her ne olursa olsun bir arazi parçası alıp, ekonomik durumuna göre bir konut yapma çabasına girdi. Daha önce köyden kente göçenler ise geri dönerek mevcutta neresi varsa ailesine ya da yakınlarına ait arazilere, hiçbir etüt yapmadan alelacele temeller atmaya başladılar. Ki uzmanların artçı depremler bitmeden yapılacak beton işlerinin son derece tehlikeli olmasını belirtmelerine rağmen.
İlk bakışta bu yönelim depremin insanlarda yarattığı travma göz önüne alınacak olursa doğal bir yönelme olarak görülebilir. Ancak daha önceden beri başlayan ve hızla yoğunlaşan tarım arazilerinin yapılaşması bir afetten kaçarken yeni bir felakete yol açabilecek nitelikte olabilir.
Malatya Ovasında doğuya , batıya ve kuzeye her nereye doğru yol aldığınızda yapılaşmanın nerelere uzandığını görebilirsiniz. Doğuya giderken Kale ilçesine kadar batıda hemen Malatya sınırı bitip Adıyaman sınırı başlayıncaya kadar, kuzeyde ise daha önce baraja dayanan şimdilerde Yazıhan’ı da içine alan ve köy yerleşim sınırlarının dışında kalan yol boyu ya da arazilerin ortasına kondurulan birkaç katlı binaları görebilirsiniz . Örneğin daha onca küçük bir kasaba olan Dilek kasabası bugün, şehirden başlayıp baraj gölüne kadar uzayan tarım arazilerini kapsayan bir şehre dönüştü diyebiliriz. Öyle gözüküyor ki yakın zamanda bu katlanarak artacaktır. Tarıma uygun olup olmadığına bakılmaksızın yapılan bu yerleşimler kısa zamanda etrafında da yapılaşmaya yol açacak şimdilik şehirde sönen inşaat rantı bu kez Malatya’nın verimli arazilerinde hortlayacaktır. Bu konuda sektörün ne kadar becerikli olduğu yakın geçmişimizde saklıdır.
Ancak deprem felaketini yaşamış insanlara kendi arazilerine yerleşmelerine sınır koyabilir misiniz ya da ne kadar engel olabilirsiniz ya da engel olmak doğru mudur gibi sorulara devlet bilimsel ve akılcı çözümler üretmeden bu sorun çözülemeyecektir.
Öncelikle devlet tarımsal üretim dışında ve şehirde yaşayan insanlara kentlerde güvenli ve sağlıklı konutlar yapılmasını sağlamalıdır. Yoksa kırları kentlerde yaşayan nüfusun yerleşimine açmak ülkenin ana sorunu olan gıda üretimini de gittikçe yok edecektir. Diğer yandan her kırsal bölgede verimsiz alanlar devlet tarafından belirlenmeli ve buralar tarımsal amaçlı yerleşime açılmalıdır. Yani köy yerleşim alanları seçilirken o bölgedeki en verimsiz veya tarıma en az uygun alanlar seçilmelidir.
Bu satırların yazarı olarak 35 yıllık köy yaşamı deneyimimde, devletin hiçbir planlama, sınırlama ve denetim gibi bir faaliyetine tanık olmadım. Bu nedenle Malatya’nın kırsal alanlarında ve köylerindeki konutların ne kadar dayanıksız olduğu son depremle ortaya çıkmıştır. Elbette ömrünü tamamlamış ahşap evlerin varlığı da ayrıca belirtilmelidir. Kırsal alanda yapılan konutların genellikle hiçbir plan ya da ruhsata tabi olduğunu sanmıyorum ya da fiiliyatta bunun uygulanmadığını görüyorum. Kısacası bunların büyük bir kısmı “kaçak” dediğimiz yapılardır ve yılda bir kez çıkarılan imar afları ile affedilmişlerdir. Sadece binayı yapan ustanın bilgisi becerisi ve insafına kaldığını söyleyebiliriz
Devletin kentlerdeki yapılaşmayı nasıl yeni bir bakış açısı ile ele almasının zamanı artık gelmişse; kırsal alanlardaki yerleşimler içinde bir planlama ve düzenleme getirmesi acildir ve kaçınılmazdır.
Son yaşadığımız pandemi ve deprem felaketleri, nedeni ile yeterli gıda üretimine sahip olmanın ve ona ulaşmanın nasıl bir hayati değeri olduğunu yaşayarak öğrendik. Sanırım gerçek yurtseverlik topraklarını, suyunu, ağaçlarını koruyacak bir biçimde yerleşmek ve yaşamaktır.
Bu saydığımız gerçekler ışığında yapılacak düzenlemelerin devlete, kamuya ve insanlarımıza getireceği yükün her ne kadar acı ve tatsız olursa olsun yaşadığımız büyük yıkımın ve kaybedilen elli bin canın yanında bir hiç kalır.
Sonuçta insanlık doğanın gerçekleri ile uyum içinde yaşamanın yollarını bulmak ve kurallarını oluşturmak zorundadır çünkü depremler dünya var olduğundan beri olmuştur ve gelecekte de olacaktır. Ancak daha çok kar daha çok kazanç hırsının belirleyici olduğu ve kişisel çıkarların toplumsal çıkarların önüne geçtiği ekonomik ve sosyal sistemlerde depremin yıkıcılığı daha da şiddetli olmaya devam edecektir.
Yakın geçmişe kadar Aspuzu’nun çeşit çeşit meyvelerle dolu ve gürül gürül derelerle çevrili cennet bahçelerini çok değil otuz kırk yılda bugün yaşadığımız viraneye ve cehenneme dönüştüren anlayıştan Yeşil Malatya’yı yeniden ayağa kaldırmasını beklemek ne kadar doğru olabilir?