Bozkırın Ruhu
Bozkır sevdam uzun yıllar sonra yeniden beni içine çekiyor. Olağanüstü bir ıssızlık..
Orhan ALKAYA oalkaya44@hotmail.com
Ay ışığının tanyeri ağarıncaya kadar ortalığı aydınlattığı bir Ağustos ayı. Bozkır sevdam uzun yıllar sonra yeniden beni içine çekiyor. Kısa bir süre önce tanıştığım Çoban Kasım ile Malatya’nın kuzeyinde yer alan Arguvan’ın uçsuz bucaksız yazılarında koyunları otlatacağız.
Yaklaşık yarım yüzyıl sonra yeniden bozkırın tam ortasındayım. Güneş henüz yeryüzünü aydınlatamıyor. Çünkü kuzey- doğudaki Mercan dağlarının yüksek tepeleri engel oluyor. Ortalık alacakaranlık. Dört bir yanım, hafif yükseltili tepeler ve düzlüklerle çevrili, sadece yumuşak kıvrımlı tepelerin siluetlerinin yarattığı muhteşem çizgileri ve aralarındaki renk geçişlerini görebiliyorum. Olağanüstü bir ıssızlık ve sessizlik var. Çok uzaklarda uluyan birkaç kurdun ve çoban köpeklerinin sesi anca duyulabiliyor, bir de kuru otların tohumlarını toplamaya çalışan serçelerin telaşlı sesleri duyuluyor. Kendimi başka bir gezegenin ortasına bırakılmış gibi hissediyorum. Birazcık korku ile ürperiyorum dersem yalan olmaz. Bu ıssızlık ve yalnızlık korkusu olmalı.
Güneş yükseliyor ve artık bazı tepeleri yalamaya başlıyor. Bir anda onlarca tepenin üstü farklı renklere bürünmeye başlıyor. Karşımda ışığı gören tepeler sanki güneşe gülümsüyorlar. Yüzler, önce turuncuya giderek sarıya dönüşüyor. Belli ki yeni hasat edilmiş buğday tarlaları var. Solumdaki düzlükler koyu kahverengiden krem rengine dönüşüyor. Oralarda nadasa bırakılmış topraklar olmalı. Güneş yükseldikçe, tepeler, düzlükler renkten renge, biçimden biçime giriyor.
Sırtımdaki fotoğraf makinasının varlığını unutmuş haldeyim ama ancak gözlerim ve belleğim boş durmuyor renklerin ışığın ve renklerin cıvıltısını kaydetmeye devam ediyor. Işığı ilk gören yamaçlardaki renkler gittikçe daha canlı, daha parlak oluyor. Toprakların ve üzerindeki otların, güneşe gülümsemeleri giderek kahkahalara dönüşüyor. Artık bozkır, dereleri, tepeleri kuru otları, börtü böceği ile ayan beyan.
Uzaklardan yaklaşan çan sesleri ıssız yazının sessizliğini bozuyor. Yükselen güneş kuytuları bile aydınlatmaya başlayınca yeryüzü varını yoğunu, deresini, tepesini, taşını, toprağını, otunu, böceğini çırılçıplak göz önüne seriyor. Güneşin imparatorluğunu ilan ettiği saatler başladı.
Artık yamacın kıyısından kıyısından ilerleyen sürüyü ve çobanı fark edebiliyorum. ’Dadey, dadey’ diye türküye benzer bir nakaratı tekrarlayarak yaklaşıyor. Kıpır kıpır otlayan koyunları sessizce izleyerek konuşmadan yürüyoruz. Artık sıcak hissedilmeye başlıyor. Sessizliği Çoban Kasım bozuyor: "Yaz sıcağı koyunların cehennemidir. Bu yüzden, gün doğmadan otlatmaya başlayıp kuşluk vakti mola vermeliyiz." Hayvanlar biçerdöverden toprağa dökülen taneleri ustalıkla bulup yiyorlar. Güneş gittikçe terletmeye başlıyor. Üzerimdeki giysileri bir bir çıkarmaya başlıyorum.
Çoban Kasım gökyüzünü ve uzakları gözleri ile taradıktan sonra konuşmaya başlıyor. “Bu alemin imparatoru güneştir. Geceleri bir süreliğine yerini ay ve yıldızlara bıraksa bile. Bu toprakların güneşten saklayacağı hiçbir şeyi yoktur. Altına saklanacağı ormanları yoktur, yalçın kayalıkları, mağaraları yoktur. Onun içindir ki bozkırın insanı da hayvanı da, her türlü mahlukatı da, güneşe boyun eğmiştir, ona uygun yaşar. Dört bir yanımız açıktır. Biz dostumuzu da düşmanımızı da taa uzaktan açık seçik tanırız. Şu tepedeki doğanı görüyor musun? O şimdi mutlaka bir fareyi gözlüyor. Birazdan tepesine binecektir. O binmese yılanlar halledecektir. Buralarda av da avcı da aşikardır. Aslında biz güneşin altında çıplak gibiyizdir.”
Bu sözler üzerine gözümün alabildiği her yeri tarıyorum, sarıya boyanmış denizin ortasında gibiyiz. Sadece üç beş kilometre uzakta tek başına yaşamakta direnen bir iki ağaç görebiliyorum. ”O ağaçlar sıcaktan kavrulana gölge, yolunu kaybedene kılavuz, umudunu kaybedene ilham olur.” diyor. Bu son sözleri, Anadolu bozkırlarının piri Prof.Dr. Hikmet Birand‘ın “Çobanlar, bozkırın bilge kişileri ,akıl danışılanı, yol sorulanıdır’ sözlerini hatırlatıyor.
Çoban Kasım'la söyleşmeye öyle dalmışız ki, bir anda sürünün bizden uzaklaştığını görüyoruz. Elindeki ucu sivriltilmiş mızrak benzeri sopayı birkaç kez sallayıp savuruyor sopanın toprağa çakılması ile birlikte sürünün önündeki koyunlar ansızın duraklıyor. Şaşkınlıkla baktığımı görünce “Onları durdurmak için yaptım. Sopanın düştüğü yerin ötesine geçmezler. “Her çobanın kendi sürüsü ile anlaştığı bir işaret dili vardır.” diyor ve ekliyor: ”Aslında sürü bize artık güneş yakmaya başladı, artık gölgemize gidip soluklanalım diyor. Aceleleri ondan."
Adımlarımızı sıklaştırarak Boyaca Köyünün alt kısmında birkaç iğde ağacının altında mola veriyoruz. Burada üç beş ağacın dışında gölgesine sığınacak başka ağaç yok. Su derseniz ipince sızıntının oluşturduğu birikintiden başka bir su kaynağı da yok. İşte azla yetinmek bu olsa gerek. Sürüyü kendi haline bırakıp köyün içine giriyoruz. Sıcağın etkisi ile olacak dışarıda kimseler gözükmüyor. Güneşin, bozkırın her bir yanını kavurduğu saatler. Toprağın üzerinde sıcak hava dalgalarının oluşturduğu kıvrımları görebiliyoruz.
Toprak damlı , kerpiç duvarlı bir eve giriyoruz. Bizi dışarıdaki kavurucu sıcağın aksine serin bir hava karşılıyor. Sanki doğal bir klima var. Bir anda ferahlıyoruz. Sırtımızı duvara dayayıp oturuyoruz. İçerideki serinlik iyi geliyor. Bir mimarlık dergisinde okuduğum “Bilim ve teknoloji henüz toprak ve samandan oluşan kerpiç kadar, mükemmel ve sağlıklı bir yalıtım malzemesi icat edemedi” sözlerini hatırlıyorum. Bu konforu sağlayan aslında bozkır insanının binlerce yıllık yaşam deneyiminin oluşturduğu yapı kültürü. Yaşadığın coğrafyanın ve toprak ve bitki örtüsü neyse o malzemeleri kullanarak uygun yapılar yapmak” kuralına dayanıyor. Ayrıca bu evler hemen her kesin ucuz ve doğal yollarla oluşturabileceği yapılar..
Bozkırdaki yaşamın temelini iki ana üretim biçimi oluşturur. Birincisi tahıl üretimidir ki, genellikle arpa ve buğday ziraatinden oluşur. Diğeri ise hayvancılıktır. Biri olmazsa diğeri olamayacak kadar birbirine bağlıdır. Bozkırdaki yaşamın asıl geçim kaynakları bu üretimler sayesinde karşılanır. Bozkır insanın temel gıda maddesi buğdaydan üretilen un ve bulgura dayanır. Arpa ve samanla hayvanlarını besler hayvanlardan elde ettiği et ve sütü buğdaya katık eder. Ve böyle birbirini yaratan gıda zinciri oluşur. Hayvanların yün ve derisini işleyerek giyinme ve barınma sorununu çözer. Büyükbaş hayvanların dışkısın tezek yaparak kışın yakar, ısınma sorununu çözer. Makinalı tarım öncesi öküz, at gibi hayvanlarla toprağı işler. Kısacası bozkırdaki yaşam kendi kendine yeten birbirini besleyen bir üretim biçimi bir yaşam kültürü oluşturmuştur.
Yaşamı doğa ile kurduğu ilişki sayesinde yürüten insanlar. Zorunlu olarak ekmede biçmede, hasatta, harmanda birçok alanda dayanışma, imece ve paylaşma kültürlerini de oluşturmuşlardır. ”Az ile yetinme var olanla yaşama “ sadece bozkır insanın yazgısı değil tüm canlıların yazgısıdır. Uzun yılların kuraklıkları yoklukları kıtlıkları ile alt üst olmuş, bozkır yaşamı; sonunda “aza kanaat etme” “azı çoğaltma “onu idareli kullanma” kavramlarını pekiştirerek var olmuştur. İşte “bozkırın ruhu” bu olmalı. İnsanların yazın fazla olan yiyeceklerini kurutma yolu ile kışa saklamaları, koyunların kuyruklarını kışın tüketmek üzere yağla doldurmaları, karıncaların yuvalarına telaşla yıl boyu yiyecek taşımaları. İşte bu bozkırın ruhu gereği olmuştur.
Zaman arpaların biçme zamanı. Buğdaylar henüz beklemede. Kavurucu öğlen sıcağının altında tepeye doğru tırmanıyoruz. Yolun kıyısına yakın bir tarlada, birkaç kişi orakla arpa biçiyor. Daha yaşlıca olanın elinde tırpan var. Yavaş bir ritimle ama ustaca hareketlerle tırpanı sallayarak arpa demetlerini yere yıkıyor. Biz tek yükümüz olan fotoğraf makinalarımızla yürümeye zorlanırken ekin biçenler bir türkünün aynı nakaratını söyler gibi orak sallamaya devam ediyorlar, selam veriyoruz. Bizi görünce mola verip usulca toprağa oturup sigaralarını sarmaya başlıyorlar. Yaşlıca olanın üzerinde yünlü bir kazak gözüme çarpıyor, merakla soruyorum, “Öğlen sıcağında yün kazakla çalışmak seni yakmıyor mu”? Cahilliğime vurgu yapar gibi gülümseyerek “Oğul, koyunun postu onu nasıl kışın soğuktan, yazın sıcaktan koruyorsa, onun yününden örülen bu kazakta beni öyle koruyor. Asıl onu giymezsem yanarım” diyor. “Peki siz o naylon giysilerinizle yanmıyor musunuz?” diye soruyor ve bir sır verir gibi, “Bu yazının başında güneşin dilinden anlamazsak bugünlere çıkamazdık” diye tamamlıyor.
40 derece güneşin altında yeryüzü ile gökteki güneşin arasında hiç ama hiç bir engelin olmadığı yer ve zamandayız. Sığınacak bir gölge bakınıyoruz, biraz ilerde nasılsa kalmış birkaç cılız iğde ağacına doğru hızla seğirtmeye çalışırken, tırpancı köylü sesleniyor: "İğde ağaçlarının yapraklarına dikkat edin küçük küçük beyaz tüylerle kaplıdır. Tıpkı koyunun tüyleri gibi, işte onlarda yaprakları güneşten korur yoksa bu sıcakta kavrulurlar”. Gerçek şu ki çıplak fakir ve sıkıcı gördüğümüz bozkır içine girdikçe bize yeni ve ilginç şeyler öğretmeye devam ediyor.
Bu kez bozkırın sonbaharındayız. Kış yaklaşmış. Geniş Malatya steplerinin kuzeyinde yer alan Ektir (Tarlacık) köyündeyiz. Köy, dört bir yanı açık bir yüksekçe düzlüğe kurulmuş, Köye çıkarken geniş bayırların ortasında gözüken tek ağaç esen yellerin etkisi ile bir yöne doğru eğilmiş . Bozkıra nişan olmuş. Bu yıl güz yağmurlar bol yağmış olmalı ki, ekilen tohumlar, kıştan önce yeşermiş, bu durum bozkır insanının umutlarını canlı tutan bir olay. Aslan Çavdar 80 yıllık yaşamı boyunca ekinle uğraşmış ekinle geçinmiş. Birlikte kabarmış toprakları ezmeye çekinerek tarlaları dolaşıyoruz. Eli ile toprağı avuçluyor , ekinleri karışlıyor, birkaç tane çekip ne kadar köklendiklerini gözlüyor. Yüzü gittikçe aydınlanıyor, sanki bir sevinç okunuyor gözlerinde. Yine de temkinli konuşuyor: ‘Yeğen, tohumlar bahardan önce yeşerdi . Kök salmaya başlamış, yola iyi başladık . Bir de kışın ekini, yorgan gibi örten bir kar yağarsa değme keyfine’ derken, avuçlarına aldığı toprağı okşamaya devam ediyor. Bu kez toprağa dizini koyup ekinleri karışlayıp buğday köklerini sayıyor.Merakla baktığımızı görünce “Eğer bir karış yerde beş-altı adet buğday yeşermişse iyidir." diyor.
Bize toprağın ipuçlarını verirken keyiflendiği yüzündeki çizgilerden okunuyor. Aslan Dayı'nın tüm yaşamı bu topraklarda geçmiş. “Yıl oldu güneşin, yağmurun, karın, toprakla ahengi iyi oldu yeterli ürün aldık. Yıl oldu kurak geçti, biz ve hayvanlarımız kıt kanaat geçindik. Lakin geldik bugüne’ diyor ve devam ediyor: "Bozkır insanının karnını yarmışlar, kırk kat sabır, kırk kat umut çıkmış. Bizler bu yıl olmadı gelecek yıl diye diye umudumuzu hep canlı tutarız”
Aslan Dayı'yı, değişik zamanlardaki ziyaretlerimizde bazen kurak geçen baharın kaygılarını paylaştık, bazen yaklaşan harman zamanının heyacanını yaşadık ama hiç umutsuz görmedik.
Seyrek görülse de puslu bir bozkırın sabahında Gecekondu (Asar) köyünün sırtını dayadığı yamaçtan köyü izliyorum. Yeryüzünün bu ıssız yazılarındaki binlerce sabahtan biri olmalı; güneş gittikçe yükseliyor. Sabah olmasına rağmen bütün canlılar hala yavaş. İneğini sağmış kadın aheste ve alışkın adımlarla süt kovasını taşıyor, çocuklar ineğin yavrusunu serbest bırakmaya çalışıyor. İnekler, sütlerini vermiş olmanın hazzı ile memesine saldıran yavrusunu sakin sakin yalıyor. Yaşlılar sırtlarını doğan güneşe vererek oturma alışkanlığı ile minderlerine uygun yer arıyorlar. Ağaç korkuluklara bağlı eşeğin anırması bile ortalıktaki dingin havayı bozmaya yetmiyor. Yaşlı bir kadın elindeki teneke kutudan tavuklara arpa buğday kırıkları savuruyor. Bu anda bir horoz gözüne kestirdiği bir tavuğu kovalamaya başlıyor. Kovalanan tavuğun haykırışları bir an olsun diğer canlıların dönüp bakmasına yol açıyor. Ancak kısa bir süre sonra her şey yine kendi yavaşlığına dönüyor. Yavaş bir yaşam, canlılar, birbirinin güneşini kesmeden şimdilik yaşamaya devam ediyor.
Gittikçe en ücra toprakları ve köyleri, "tüketim daha çok tüketim sarmalına” sokmak için iştahla büyütülen kentler, çılgınca tüketen sistem, kim bilir bu yavaş yaşamı ne zaman yutacak?
FOTOĞRAFLAR: Orhan ALKAYA