Rusya'dan Gelecek Yağ Gemilerini Beklerken Malatya'da Tarım
Orhan ALKAYA
oalkaya44@hotmail.com
Çok zaman geçmiş sayılmaz, iki binli yılların başlangıcı idi. Yeni Dünya Düzeni diye bize dayatılan özelleştirme furyasının zirve yaptığı zamanlar idi. Bir yandan batılı uzmanlar bir yandan da siyasi iktidarlar, diğer yandan AB (Avrupa Birliği) uzmanları ve medyamızın ekonomi yazarları tarımsal üretimimizi küresel ekonomiye açmak için hep birlikte kolları sıvamış, tarım politikamızı bombardımana tutuyorlardı.
Cumhuriyetin kuruluşundan başlayarak tarımsal düzeni yerin dibine batırıyorlar, bir an evvel A’dan Z’ye kadar yeni dünyaya düzenine uyum sağlanmasını istiyorlardı. Onlara göre, buğdayı, mısırı, pamuğu, şekeri, bakliyatı diğer ülkelere göre daha pahalı üretiyorduk. Bu nedenle dışarıdan satın almanın bizim için daha karlı olacağını belirtiyorlardı. Ayrıca ülkemizin kırsal nüfusunun gereğinden fazla olduğunu, bu fazla nüfusun köylerden şehirlere akması gerektiğini söylüyorlardı. Küçük üreticinin tarımsal yapımız için bir yük olduğunu, şehirlere göçüp ucuz işgücüne dönüşmesinin ekonomimiz için daha olumlu olacağını söylüyorlardı. Daha da ileri gidip birçok tarımsal üretimimizin gereksiz olduğunun artık tarımsal üretimin dünya ekonomisi içerisinde ağırlığının kalmadığını, geleceğin bilişim, iletişim ve ağır sanayide olduğunu ve esas olarak ihracat için üretim yapmak gerektiği belirtiliyordu. Devletin tarım ve üretimden el çekmesi ve bu işi özel sektöre ve uluslararası tekellere devredilmesi gerektiği hemen her akşam televizyonlarda bangır bangır bağırılıyordu. Siyasiler, yetkililer tarımsal üretimi yerden yere vuruyordu.AB ve ABD paralelinde okuyup yazan yazar, çizer ve akademisyen takımı, gazete ve dergi köşelerinde küresel ekonominin faziletlerinin öve öve bitiremiyorlardı. Buğday, arpa üreterek kalkınamayacağımızı haykırıp Cumhuriyetin 80 yılda yarattığı tarımsal kurumları ve fabrikaları yerden yere vuruyorlardı. Özellikle medya bombardımanı ile sersemleştirilen halk 80 yıllık geçmişinden utanır hale gelmişti. Suçu büyüktü, karlı üretim yapamıyor, pahalı üretiyor, devlete yük oluyor, birde üstüne üstlük devletten destek bekliyordu. Oysa devlet artık çiftçiyi sırtında kambur gibi taşıyamazdı.
Siyasi ve toplumsal çürümenin, yanlış üretim ve yönetim politikalarının suçu halka yüklenerek her şey satılmaya başlandı, kapatıldı ya da özelleştirildi. Malatya Tekel Tütün Fabrikasının kapatılıp meydanın yabancı sigara tekellerine terk edilmesi bu dönemde oldu. Yine Malatya Şeker Fabrikasının önce kapatılması sonrada satılmak istenmesi ile ilgili gelişmeler ve buna karşı direnişler henüz belleklerden silinmedi. (Merak edenler için Malatyahaber sitesinin arşivleri bir tık ötede duruyor.)
Böylece kırdan kente göç hızlandı inşaat ve tekstil sanayinin pompalanması ile insanlar işçi, kalfa, taşeron ve hatta müteahhit olma yarışına girdiler. Tekstilde çalışan genç evliler köydeki ailelerinin destekleri ile kentli oldular. Yakacak, yiyecek, kışlık zahireler hatta ekmek bile köyden geliyordu. Bu sayede asgari ücretle şehirli olabiliniyordu. Diğer yandan hizmet sektörünün gelişmesi yeni yeni alanlar doğurdu. Örneğin taşımalı eğitim ile birlikte binlerce insan köydeki hayvanını ya da herhangi bir varlığını satarak son model minibüsler alarak servis şoförlüğüne başladı. Böylece günde birkaç saat kullanılan ve sonrasında atıl olarak bekleyen minibüsler, otobüsler çoğaldı. Sürücüleri ise çay ocakları ya da kahvehanelerde zaman doldurmaya başladı.
Kitleler kredi kartlarının yarattığı tüketim cennetinde alışverişe boğuldular. Köylerdeki yokluk bir anda kentlerde varlığa dönüştü. 120 aya uzanan vade ile satılan evler, mobilyalar, arabalar, binbir çeşit ürünler taksitle alınır oldu. Nispi ve göreceli bir refah ve bolluk şehirden köylere dört bir yanı sardı.
İki binli yıllarda toplam nüfusun yüzde altmışı köylerde yaşarken, bu oran kısa zamanda yüzde yirmi beşlere düştü. Bu hızlı geçişi IMF ve Avrupa alkışlarla karşıladı. Köylerde kalanlar ise kayısı üretiminin sağladığı gelir sayesinde kendi ihtiyaçları için yüzlerce yıldır ürettikleri süt ve ürünleri tahıl ve hububat üretimini sebze üretimini bıraktılar. Öyle ki yaşadığımız köylerde inekler satıldı. Hazır süt, yoğurt, peynir, yağ dışarıdan alınır oldu. Oysaki çok değil on-on beş yıl önceleri hemen her evde birkaç inek beslenir, köylerde bahçelerde, yol ve dere kenarlarındaki otlar hayvanlara yedirilir ve hazır yem çok az miktarda kullanılırdı. Özellikle dar gelirli haneler bir- iki ineğin sütünü, yoğurdunu, yağını, peynirini satarak çocuklarını okutur ve şehir alışverişlerini yaparlardı. Kısaca evinin geçimini sağlardı. Şimdi ise hazır sosyal yardımlar vardı; ne gerek vardı onca zahmete, otları biçmeye kurutmaya, ekmeye, biçmeye.
Artık kırsal alanda ağırlıklı olarak kayısı üretimi kalmıştı. Gelişen tarım teknolojileri sayesinde daha az insanla yapılabilecek kayısı ziraatı temel üretim haline gelmişti. Onca emek ve girdilere rağmen ürünün bol ve ucuz olduğu yıllar ahlayıp puflamaya, ürünün kıt olup para ettiği yıllarda ise avuçlarımızı ovalamaya başlamıştık. Öyle ya bol olmasın ki para etsin diye diye kıtlığı savunur duruma düştük.
Artık toplumsal ve ekonomik hayat kentlerde yoğunlaşmaya başlamıştı. İnşaat ve tekstil sanayi ekonominin lokomotifi durumuna gelmişti; dolayısıyla çalışanların büyük bir kısmı bu alanlarda yoğunlaşmıştı.
İki binli yılların konjoktürel ekonomik gelişmelerin sonucu gerek yurt dışı kaynaklı, gerek yurtiçi özelleştirmelerin yarattığı bol para sayesinde nispi ve göreceli bir refah; az ya da çok toplumun birçok katmanına yansıyordu. Çünkü dar gelirli kesime çeşitli sosyal yardımlarla sağlanan takviye gelirler ile insanlar üretime değil tüketime yönlendirildi. Köylerde bile bedava kömürler dağıtıldığı için kayısı odunları ve çırpıları bahçelerde çürümeye bırakıldı. Devletin parası vardı, her şeyi dışarıdan alabiliyordu. Bizim paramız vardı. Her şeyi çarşı pazardan alabiliyorduk. Paramız yoksa kredi kartlarımız vardı. Binbir zahmet ile ekip biçmeye ne gerek vardı; öyle ki köylü vatandaş bile kendi tükettiği sebzeyi üretmez olmuştu. Çünkü çarşı pazarda daha ucuza alabiliyordu. Giderek kırsal bölgelerde yeni yetişen genç kesim üretim kültüründen kopuyor ve binlerce yıldır Anadolu’da babadan oğula aktarılan üretim kültürünün halkaları birer birer kopmaya başlıyordu. Hayvancılık ise bu gelişmelerden oldukça etkilenmiş hayvanların ve yem bitkilerinin ithal edildiği bir hayvancılığa başlanmıştı. Canlı hayvan dışarıdan, yem dışarıdan alınıyor, bunlara döviz ödeniyor, içeride ise dövizle alınan hayvanlar yine dövizle ödenen yemlerle besleniyor, bunun adı “yerli ve milli üretim “oluyordu
Kayısıdan elde edilen gelir köylerde daha rasyonel, daha verimli üretim için gerekli altyapıya dönüşmesi yerine, kentlerde oluşan rant ekonomisine, arsa, konut ve benzeri rantı yüksek alanlara kayıyordu.
Bazı yıllar kayısının iyi kazanç sağlaması sonucu bu kez kentli esnaf ve tüccar, memur, serbest meslek sahipleri ya kayısı bahçesi alıyor veya kurmaya başlıyordu. Bu kez tersine bir akım gelişiyordu. Bu kez üretici ve çiftçi olmayan ve yaşamını sadece tarımsal üretimden kazanmayan hem şehirli hem köylü hibrit bir sınıf doğmaya başlıyordu. Bu gelişmenin bir benzeri besicilik alanında da ortaya çıkıyordu. Bu kez hızla her bahçeye ve tarlaya bir beton ev veya besi çatıları kondurulmaya başlandı.
Tüketim ağırlıklı yeni dünya düzenin oluşturduğu sanal cennet ve yalancı bolluk hiç bitmeyecek gibi idi. Yeni düzende ayağını yorganına göre uzatmak yoktu. Tasarruf ve biriktirme yoktu. Tüketeceksin, daha çok tüketeceksin. Kazancın yetmiyorsa bankalara, kredi kartlarına borçlanacaksın. Her şey güzeldi, binmiştik bir alamete gidiyorduk harikalar diyarına.
Fakat bu rüya uzun sürmedi, ülkenin bitmeyecek sanılan döviz kaynakları artan ihracata rağmen daha fazla artan ithalat nedeni ile azalmaya başladı. Yediden yetmişe tarımdan sanayiye hemen her şeyi dışarıdan alır hale gelmiştik. Buğdayı, arpayı, pamuğu, mısırı, ayçiçeğini dışarıdan alıyorduk çünkü küresel güçler bize siz pahalı üretiyorsunuz, siz üretmeyin, biz size daha ucuza satarız, demişlerdi.
Küresel ekonomideki çalkantılar kuraklık ve pandemi gibi etkenlerle birleşince, öncelikle dünya gıda fiyatlarında başlayan artış yavaş yavaş hissedilmeye başlayınca, acaba biz nerede yanlış yaptık dememize yol açtı. Üstüne üstlük Aralık ayında zirveye çıkan dolar karşısında milli ve yerli paramızın büyük değer kaybı satın aldığımız ürünlerin fiyatını olağanüstü artırdı. Ayrıca hemen yanı başımızda patlayan savaş ile birlikte gıda krizi bir anda tepemize yumruk gibi bindi. Bir yanda gıda ürünlerinde başlayan darlık diğer yanda dövizin yokluğu bizi bir anda sarsmaya başladı. Ve bir kez daha anladık ki bizim sadık yârimiz kara toprakmış ve dünyada yaşayan 8,5 milyar insan gıda olmadan yaşayamazmış. İşte bunun içindir ki dünyanın en stratejik sektörü tarım imiş.
Dört mevsimi aynı anda yaşayabilen Anadolu topraklarının üretim gücünü göz ardı edip, inşaatın ve beton uygarlığının rantının ve küresel güçlerin peşine takılmamızın bedelini, Karadeniz’den gelecek yağ yüklü gemileri bekleyerek ödemeye başladık. Şeker fiyatları üçe beşe katlayınca, bir dönem kapatmak veya satmak için uğraştığımız şeker fabrikalarımızı alkışlarla hatırlamaya başladık. (ne yazık ki bu yazı bittikten sonra 400bin ton şeker ithal edeceğimiz açıklandı. Bu da başka bir yazı konusu olur).
İlkbaharla birlikte köylümüz, çiftçimiz ne bulursa ekmeye yeltendi fakat bu kez karşısına üçe beşe katlamış mazot, gübre, ilaç fiyatları çıktı. Yeniden köyler ve topraklar aklımıza gelmeye başladı, köye dönüş için Malatya’nın dağları, ovaları betonarme evlerle dolmaya başladı.
Sonuçta bakalım bu kez bize hangi filmi göstermeye başlayacaklar hep beraber göreceğiz.
Ancak antik felsefenin şu unutulmaz sözünü bir kez daha hatırlıyoruz: “Aynı nehirde iki defa yıkanılmaz” (Heraklitos)