BİR ZAMANLAR MALATYA: Arasa- IX
..Eski Samanpazarı meydanının başında, iki kişiden biri kadının kolundan çekerken..
Ertaç ÖNAL ertaconal@mynet.com
Yıl 1951, mevsim sonbahar. Akşamın alacakaranlığı henüz çökmüş. Orta yaşlı adam işletmeciliğini ve aşçılığını yaptığı lokantasından çıkmadan önce mutad olduğu üzere bir avuç kırık leblebiyi meze yapıp 610 kuruşa aldığı bir şişe rakıyı ışıkları söndürdükten sonra tezgâh arkasında çoktan mideye indirmişti. Lokanta içkisizdi ama garsonunu, bulaşıkçısını ve ortağını gönderdikten sonra radyoyu açıp günlük haberleri dinler, içkisini yudumlar ve o gün müşterilerinden dinlediği siyasi dedikoduları tek tek düşünürken arada uluorta konuşup okkalı küfürler savurduğu olurdu.
Cumhuriyetin kuruluşundan beri ülke yönetimini elinde bulunduran CHP, 1950 genel seçimlerinde ağır bir yenilgiye uğramış ve iktidarı DP’ye teslim etmiştir. Bu seçimlerde CHP, Türkiye genelinde iktidarın tüm imkânlarına rağmen, oy oranları birbirine yakın olmasına rağmen, çoğunluk sistemi (en fazla oy alan parti milletvekilliklerinin tamamını alıyordu) gereği DP’nin çıkardığı 416 milletvekiline karşın sadece 69 milletvekili çıkarabilmiştir. Ama CHP Malatya’da fire vermeyerek 11 milletvekillğiinin tamamını kazanmıştır. Yani CHP’nin Türkiye genelinde çıkardığı 69 milletvekilinden 11 milletvekili Malatya’dan TBMM’ye gitmiştir. Bu da toplam CHP milletvekillerinin yaklaşık % 16’sına tekabül etmektedir. (1954 yılına kadar Adıyaman Malatya’nın ilçesi olduğundan nüfus yoğunluğu nedeniyle Malatya 11 milletvekili seçme hakkına sahipti). Bu açıklamayı yapmaktan maksadımız O yıllarda Malatya’daki İsmet İnönü sevgisini anlatabilmektir. İsmet İnönü gibi İstiklal Savaşı’nın muzaffer bir komutanının Cumhurbaşkanlığı gibi yüce bir makamdan muhalefet liderliğine düşmesini, Demokrasinin gereği de olsa Malatyalı hemşerileri bir türlü kabullenememiştir. O yıllarda mevcut olan tek haber kaynağı Malatya’dan dinlenebilinen Ankara radyosudur. Gazeteler bile yaz mevsiminde iki gün, kış mevsiminde ise hava ve yol durumuna göre ancak 3 ile 7 gün arasında İstanbul’dan posta treni ile Malatya’ya ulaşabilmektedir.
1905 doğumlu Hacı Kasım Özyavuz’u Malatya ahalisi Lokantacı Hacı, namı diğer Adıyamanlı Hacı olarak tanımaktadır. Çoğu Malatyalı gibi o da ortağı Mehmet Ali Yalçın da fanatik birer İsmet Paşa hayranıdır. Ama Hacı’nın fanatikliği tüm varlığını, hayatını feda edecek düzeydedir.
Lokantacı Hacı ile ortağı Mehmet Ali Yalçın’ın birlikte işlettikleri lokanta 'Halk Lokantası' isminde 15 masalık mütevazı bir lokantadır.
‘’Halk Lokantası’’ eski adıyla Kışla Caddesi, yeni adıyla Atatürk Caddesi üzerinde şimdiki Akbank merkez şubesinin yerinde bulunan, içinde birkaç oto tamirci ustasının icra-i faaliyet gösterdiği garajın caddeye cepheli köşesinde kerpiç bir binadır.
Adıyamanlı Hacı, ‘’AGA’’ marka lambalı radyosundan yine DP (Demokrat Parti)’nin muhalefet aleyhindeki icraatlarını dinlemektedir. Özellikle iktidar partisine mensup milletvekillerini İsmet İnönü’ye TBMM’deki konuşmalarında yaptıkları sataşmalar yüreğini kabartmakta, dişlerini gıcırdatıp dudaklarını ısırarak öfkesini dindirmeye çalışmaktadır. Hele Hükümet Meydanı’ndaki İsmet İnönü heykelinin bulunduğu yerden kaldırılacağı dedikoduları Lokantacı Adıyamanlı Hacı’nın öfkesini doruğa çıkarmaktadır ki, Adıyamanlı Hacı adeta ikinci bir 'Topal Osman' olmaya adaydır.
* * *
Evin baskıcı ortamından gizlice firar edip kurtulunca 1960 yılı Temmuz ayı sıcağında özgürlük havasını soluyarak Kasap Pazarı ve Demirciler Çarşısı yanından geçip Şark Sineması’nın bulunduğu sokaktan Yeni Cami istikametine doğru yürüyorum. Sağlı sollu birkaç dükkânda taştan oyma kocaman havanda dövülerek öğütülen kuru kahvelerden yayılan mis gibi kahve kokusu benim soluduğum özgürlük havasını daha da güzelleştiriyor. Bu kahve öğütücüleri, o zamanlar tavana monte edilen bir çıkrıktan geçirilen zincire bağlı el tutamağını iki elleriyle kavrayarak aşağı çekip bırakmak suretiyle zincirin ucuna bağlı kalın pirinçten mamul tokmak ile taş oyma havan içindeki kavrulmuş kahveleri öğütüyorlardı. Şimdi ise bu işlem de motorize hale getirildi. Düğmeye basınca koca havaneli durmaksızın havalanıp iniyor çekirdek kahvelerin üstüne.
Yeni Cami’ye doğru yürüyorum, bu camiye ahali- esnaf Teze Cami derken mürekkep yalamışlar Yeni Cami diye tanımlar. Ama caminin resmi ismi, Hacı Yusuf adlı bir kişiye ithafen ve de taştan yapılmış olması nedeniyle Hacı Yusuf Taş Camii’dir.
Caminin eski Şire Pazarı’na bakan parmaklıklarının önünde sırtı cami tuvaletlerine dayalı sıralı barakalarda ayakkabı tamircisinden ikinci el çilingir malzemesi satıcısına kadar küçük esnaf ekmek paralarını çıkarmaya çalışıyordu. Caminin parmaklıklarının Belediye Hamamı karşısına bakan ucunda da eskilerin ‘’Landon’’ diye tanımladıkları faytonlar beklemekteydi. Belediye Hamamı gündüzleri bayanlara, akşamları da erkeklere hizmet veriyordu. Hamamdan çıkan, hamamın sıcağından yanakları al al olmuş hanımlardan hali vakti yerinde olanlar evlerine bu faytonlara binerek giderlerdi. Onun için şimdiki taksi durakları gibi burası da Landon (fayton- payton) durağıydı.
Cami kapısının eski Hal binası (şimdiki et ve sebze pazarı) tarafına olan cephede boydan boya ahşap küçük kulübelerde çilingir, tuhafiye gibi malzemeler satan küçük esnaflar sıralanmıştı. Teze Cami kapısının tam girişindeki ‘’Hoca’’ denilen avurtları çökük top sakallı yaşlı bir adam ikinci el çilingir malzemesi yanında tek tek sigara da satardı. Asker, Doğu, Birinci, İkinci, Üçüncü, Kulüp marka sigaraların fiyatları da ayrıydı. Fırat İlkokulu caminin hemen karşısında, şimdiki Belediye İş Hanı’nın yerindeydi. Tek tedrisat eğitim yapıldığı için hem sabah hem de öğleden sonra eğitim yapılıyordu. Öğle yemeğinden sonra okula gitmeden birkaç arkadaş bu aktar hocadan 4 adedi 5 kuruştan Asker sigarası alır, caminin musalla taşı yanında dumanı içimize çekmeden tüttürür öyle giderdik okula. Şayet sigara artmışsa bir kâğıda sararak ertesi gün alıp içmek üzere taşların arasına gizlerdik. Sigarayı içerken kendimizi büyümüş hissetmek gibi bir duyguya kapılırdık. Hoş bu henüz ilkokul üçüncü sınıftaydık ama sınıfımızda 15-16 yaşlarında çocuklar vardı. Bunlar aileleri tarafından nüfusa geç kaydedildikleri için haliyle okula da geç başlamış, köyden şehre yeni gelip yerleşmiş ailelerin çocuklarıydılar.
Bir gün civar esnaflardan sigara içtiğimiz görenler Fırat İlkokulu Başöğretmeni Diyarbakırlı Fehmi Ünal’a söylemiş olacaklar ki, Fehmi Bey o civarda gizlice pusuya yatmış ve sigara içen dört kişiyi kollarından tutup okula getirip bir güzel pataklamış. Şansımdan o gün ben okula geç kaldığımdan oraya gidememiştim. O olaydan sonra sigara içmez olduk. Ama daima asık suratlı, pek gülmeyen, öğretmenlerin bile çekindikleri iri yarı Fehmi Bey’in sigaradan yakaladıkları çocuklara "Tuuuhhh, rozzziiil" diye tokat atışı hep söylendi okulda. Hatta Alâeddin Ataman isimli, ailesinde birçok pehlivan bulunan kendisi de pehlivan yapılı arkadaşımıza 'Atom' lakabını takmıştık ki, o da yakalananlar arasındaydı. O’na, "Sana atom diyörlermiş eyle miii" diye attığı tokattan sonra Alâeddin’in tokadın şiddetinden geri geri giderek misafir koltuğuna oturduğunu ve çaba göstermesine rağmen kalkamadığını diğerleri taklidini yapıp gülerek anlatıyorlardı.
O zamanlar bırakın ilkokul öğrencisini, lise öğrencileri bile sokakta büyükler görür de kızar diye sigara içmekten çekinirlerdi. Çünkü bir bakardınız ki ense kökünüzde bir Osmanlı tokadı patlamış ki gözünüzden ateş çıkardı sanki. Malatya halkı küçüklere, gençlere işte böylesine sahip çıkarlar, kavga edenleri de ayırıp barıştırır öyle bırakırlardı. Buna rağmen münferit olaylar olmuyor değildi. Genelde gençler arasında daha ziyade kız meselesi yüzünden kavga çıkardı. Ya da bir hanıma laf atılması nedeniyle kapışmalar olurdu. Laf atarak sarkıntılık, genellikle Malatya dışında gelip varoşlara yerleşmiş ailelerin yetişkin yaştaki gençlerinin marifetleriydi ki bu gibilere laf atılan kadını hiç tanımasa bile yerli halk tarafından müdahale edilir, bazen de yumruklu kavgalar olurdu. Fakat her ne sebeple olursa olsun daha kavga başlarken civarda bulunanlar hemen müdahale eder, şahit oldukları bir konuda haksız taraf azarlanarak, hatta tartaklanarak uzaklaştırılırken diğer taraf teskin edilerek sakinleştirilip öyle bırakılırdı. Günümüzde olduğu gibi ‘’neme lazımcı’’ bir zihniyetle göz ucuyla bakılıp geçilmezdi.
* * *
Hani doğduğum yerde iri iri mişmiş ağaçları Ne olmuş kızların sitil doldurdukları Yavaşoğlu çeşmesi Yukarı mahalle, Değirmenbaşı, Kuyuögü bahçeleri ev olmuş Ben Malatyalıyım gardaş, de ki sor ki söyleyem
Hani doğduğum yerde çekirdeksiz dut ağaçları Ne olmuş kızların mişmiş yardığı islim damları Çilesiz, Abdulgaffar, Samanharığı hepsi tanınmaz olmuş Ben Malatyalıyım gardaş, dinle ki söyleyem
Hani doğduğum yerde sıra sıra selvi kavakları Ne olmuş bibilerin halaların süpürdüğü cegetler Başharık, Paşaköşkü, Mücelli hepsi apartman olmuş Ben Malatyalıyım bibioğlu dinle ki söyleyem
...
1964 yılında henüz lise 1. sınıf öğrencisiyken, sömestr talindeyiz. Gecenin geç bir saatinde soğuk hava ve kar nedeniyle caddeler bomboş. Şimdi Diş Hekimi olan arkadaşım Cengiz Çağlayan ile yürüyerek bir konuyu tartışıyoruz. Eski Belediye binasını geçtik, Turfanda İşhanı’nın önüne henüz gelmeden bir bağırışıma duyduk. Akpınar semtine giden Eski Samanpazarı meydanının başında, iki kişiden birisi bir kadının kolunu çekip götürmek isterken diğeri de elindeki bıçakla kadının yanındaki erkeği tehdit ediyor. Önce bir aile meselesi sandık, fakat dikkat edince kadın ve erkeğin turist olduğunu anladık. Vakit gece yarısını çoktan geçmiş. Etrafa bakındım bizden başka kimsecikler yok. Fırla Cengiz dedim, bir solukta adamların yanına gelir gelmez oldukça sarhoş olduğu anlaşılan ve elinde bıçak olan adama yaptıklarının çok ayıp olduğunu, bu insanların turist olduğunu anlatmaya çalışmamıza rağmen bizi de tehdit edince mecburen kaba kuvvete başvurup bu iki sarhoşu bir güzel patakladık. Bu iki hırpani sapık, kadının kolunu bıraktığı gibi Samanpazarı meydanına doğru kaçtı. Turistler de fırsattan istifade koşarak birkaç adım ötedeki Park Otel’e girdiler. O anda eski Samanpazarı (Akpınar) meydanından koşarak gelen bir mahalle bekçisi ‘’Bu adamları niye dögdünüz, yürüyün karakola’’ demez mi ? Bekçiye durumu anlatmaya çalışıyorum ama ne mümkün? ‘’Hanı nerede turistler’’ diyor. Ben de şark kurnazlığı yaparak hakkımızda kimler şikâyetçiyse onlar da gelsin karakola, diyorum. Bekçi de bu alkollü şahıslara gelin şikâyetçi olun bunları nezarete attıracağım, deyince tıpış tıpış geliyorlar.
Merkez Karakolu o zamanlar Emeksiz Caddesi’nin alt köşesinde Kız Meslek Lisesi’nin yan karşısında. Karakola girince ben hemen genç karakol komiserinin yanına giderek durumu izah ediyorum. Komiser, turistleri görmek istiyor. Cengiz’i karakolda tutup yanıma verdiği bir polis memuru ile birlikte Park Otele geldik. Mağdur ve mağdure turisti lobide oturur bulduk. Yalnız kadın turist ağlarken erkek İngilizce bir şeyler söyleyip kahkaha atarak gülüyordu. Bizim okuldaki lisan dersimiz Fransızca olduğu için ne söylediğini anlamıyordum. Parlez vous français (Fransızca bilir misiniz) dedim. Un peu (biraz) dedi. Eh! Ben de un peu dedim. Yarı Fransızca, yarı Türkçe karışımı kısaca Tarzanca meramımı anlatabildim. Yani, karakola gelmezlerse kendilerini kurtarmamıza rağmen bizim suçlu konumuna düşüp ceza alacağımızı anlatınca karakola gelmeye razı oldular. Karakolda genç komiser yardımcısının turistlerle su gibi İngilizce konuşması gururlandırdı bizi. Lisan bilmediğime ilk kez hayıflandım. Komiser turistlerle yaptığı konuşmasını özetledi. Karı koca otelden çıkıp dolaştıklarını, Kışla Caddesi üzerindeki Kantar Pavyon önünden geçerken burasının bir eğlence yeri olduğunu düşünerek birlikte pavyona girdiklerini, burada biraz Türk Müziği(!) dinledikten ve dans ettikten sonra çıkışta bu iki şahsın arkalarından gelerek bıçakla tehdit edip kadını kaçırmaya çalışırlarken bizim müdahale ettiğimizi ve bize müteşekkir olduklarını anlatmışlar. Biz turistleri getirirken de sanıklar ‘’Bu yabancı pavyondan kadın çıkardı. Biz dururken bir yabancının kadını götürmesini gururumuza yediremediğimiz için kadını bu herifin elinden almaya çalıştık’’ diye ifade vermişler. Genç komiser yardımcısı turistlere şikâyetçi olmaları halinde bu şahısların ağır cezalar alacaklarını söylemesine rağmen iki gün sonra gideceklerini söyleyerek şikâyetçi olmadılar.
Karakol Amiri bu duyarlılığımız nedeniyle bize teşekkür etti ama ben komiser yardımcısına ‘’Biz otele gittiğimizde lobide oturmakta olan erkek turist bir şeyler söyleyip kahkaha atarken kadın turistin ‘’Noo , Noo’’ diyerek ağladığını gördük. Böyle bir üzücü olaydan sonra erkeğin neden kahkaha attığını çok merak ediyorum.’’ Bu sorumu İngilizce olarak aynen sorunca erkek turist tekrar bir kahkaha atarak İngilizce yaptığı açıklamayı karakol amiri de tebessüm ederek bize tercüme etti. ‘’Eşim, bu olay nedeniyle son derece korkmuştu ve gergindi. Onu sakinleştirebilmek adına kendisine şaka yaparak ‘’Bak ne kadar güzelsin ki seni kaçırıp cariye yapmak istediler. Muvaffak olsalardı sana eğlence yerinde gördüğümüz dansöz elbisesi gibi elbise giydirip dans ettirirlerdi. Peki, dans etmeyi becerebilecek miydin, kalk bir prova yapalım.’’ gibilerden şakalar yapmış, onun için gülüyormuş deyince yabancıların bu rahatlığı karşısında çok şaşırdık ve biz de gülümsedik.
Yukarıdaki olayı, o yıllarda yöre halkının kendisiyle ilgili olsun veya olmasın haksızlığa karşı direnmek, karşı gelmek, haksızlığa uğrayana yardımcı olmak gibi sahip olduğu genel kültürünün içgüdüsel bir tezahürü olduğunu açıklayabilmek için anlattım. Sırf bu nedenle Malatya’da kendiliğinden oluşan ‘COLİS’ grubundan sonraki yazılarımda bahsedeceğim.
...
Hani doğduğum yerde goca goca nahna bahçeleri Ne olmuş büyükanalarımızın bastıh serdiği damlar Çarmuzu, Aspuzu, Barguzu her biri tanınmaz olmuş Ben Malatyalıyım amioğlu, sor ki söyleyem
Hani doğduğum yerde gelin gibi akan Kernek deresi Ne olmuş şelale başında küfde yoğuran analara bacılara Ucbağlar, Toffigin Damı,Cingenlik hepsi şeher olmuş Ben Malatyalıyım bibioğlu, he de ki söyleyem.
Hani doğup büyüdüğüm Malatya’nın çarşı pazarları Ne olmuş Arasanın buğda eleyen yazmalı Horeyine Şirebazarı, Tüccarbazarı, Ganere, hepsi tanınmaz olmuş Ben Malatyalıyım gardaş dinle ki söyleyem,
...
Adıyamanlı Hacı, lokantasının kapısını kilitlerken oldukça sıkıntılıydı. İnönü’nün heykelinin kaldırılacağı şayiası ayyuka çıkmıştı. Ağır adımlarla evinin yol güzergâhında olan Hükümet Meydanı’na doğru yürüdü. Oturduğu ev eski adıyla Boklu Ceget olan Mücelli Caddesi ile Derme İlkokulu arasındaki sokaktaydı. Her akşam iş çıkışında İnönü heykelinin karşısında esas duruşa geçip selam verdikten sonra günlük olayları, iktidar mensuplarının kendince ‘’yanlış’’ icraatlarını bir bir anlatır, ‘’Bir emrin var mı paşam?’’ diye sorduktan sonra cevap beklemeden (!) evinin yolunu tutardı. Yine öyle yaptı Hacı Özyavuz ama bir farkla, bu kez heykel konuşmuştu!
* * *
Gerçekten de o yıllarda bireysel dedikodular ağız-kulak rotatifi yoluyla sırayla şehir içinde, kenar semtlerde ve sonradan ilçelerde çok çabuk yayılıyordu. Öyle ki, uydurulan bir dedikoduya eklentiler yapanlar dönüp dolaşıp kendi uydurduğu eklentiye kendisi de inanıyordu. O yıllardaki gündem İsmet İnönü’nün heykelinin bulunduğu yerden kaldırılacağı dedikodusuydu. Bu söylenti öylesine inandırıcı bir şekilde yaygınlaştı ki, artık Malatya’daki birçok mahallede gizli toplantılar yapılıyor, heykel kaldırılmaya başlandığında neler yapılacağına, nasıl karşı konulacağına kararlar alınıyor, kişisel bazda görevler üstleniliyordu. Bizim Yenihamam Mahallesi muhtarının şimdiki Şire Pazarı’nın bulunduğu yerdeki evinde yapılan bir toplantıya henüz beş yaşımdayken babam beni de yanında götürmüştü. Akşam yemeğinden sonra büyükçe bir avluda yapılan toplantıda DP’li olduğu söylenilen ve adının Mahmut Ulaşanbaş olduğunu hatırladığım bir mahalle sakini haricinde hemen her evden birer ikişer temsilci bulunuyordu. Burada bazı kararlar alınarak tetikte bekleniliyordu.
Yeri gelmişken.. İsmet İnönü’nün heykelinin bulunduğu Hükümet Meydanı’nda daha önce, şimdi Atatürk Caddesi'ndeki bulvar üzerinde bulunan Atatürk Heykeli bulunuyormuş. Ancak bu heykelde gençliği temsil eden figürdeki çıplak erkeğin cinsel organının açık bir şekilde görünmesi o zamanki mutaassıp ortamda hiç de hoş karşılanmadığından kısa süre sonra Hükümet Meydanı’ndan kaldırılarak o zamanlar şehir dışı sayılabilecek ve nispeten gözden uzak olan şimdiki bulunduğu yere nakledilmiş. Hükümet Meydanı’na da İsmet İnönü’nün heykeli konulmuş.1946-1947 yıllarında oluşan bu olaylardan sonra 1950 yılında Demokrat Parti'nin iktidara gelmesiyle İsmet İnönü’nün heykelinin buradan kaldırılacağı söylentisi bugüne kadar gelmiştir.. -Oysa böyle bir olay yok.. Malatya’ya 1947’de önce İsmet İnönü, kısa bir süre sonra da Atatürk heykelleri şimdi bulundukları yerlere yapılmış. Atatürk heykelinin yerinin değişmesi vb. söz konusu değil.-
Ancak, bir olayın herkesçe sözünün edilmesi, dilden dile dolaşmasının, o olayın gerçekleşmesinden bile kötü olduğunu vurgulayan ‘şuyuu vukuundan beter’’ deyişi bu söylentide gerçek anlamını bulmuştur. Zira DP iktidarının gönderdiği Vali Turgut Babaoğlu’nun bir toplulukta laf arasında Atatürk heykelinde gençliği temsil eden figürde gerekli düzeltme yapıldığından iki heykelin yer değiştirilmesi gerektiğini söylemesi bu şayianın (İsmet İnönü heykelinin yıkılacağı) dedikodusunun oluşmasını tetiklemeye kâfi gelmişti.
* * *
Hacı Dayı heykelin önünde günlük mutad tekmilini verirken ‘’Bir emrin var mı paşam?’’ diye noktaladı konuşmasını. Akşamın alaca karanlığında davudi bir ses geldi heykelden; ‘’Sen ne yapacağını bilirsin Adıyamanlı Haci! Şimdi evine git… Haydi heyirli ahşamlar’’!. Bir an sarsıldı Hacı Dayı, bir şey söylemek için dudağı kıpırdadı ama kelimeler boğazında düğümlendi. Eve kadar dizleri titreyerek yürüdü. Yemek bile yemeden yatarken, acaba çok mu içtim yoksa paşa gaipten bana bir mesaj mı verdi?,diye düşündü.. Hacı Dayı’nın her gece evine giderken İsmet Paşa heykeliyle konuştuğunu duyan bir arkadaşı, heykelin kaidesi arkasına saklanıp ‘konuşarak’ güya şaka yapmıştı Hacı Dayı’ya. Sabaha kadar kâbuslar gördü hep Hacı Dayı.
* * *
Mis gibi kahve kokularının hâkimiyet kurduğu Kasap Pazarı yanındaki Şark Sineması’nın bulunduğu sokaktan Yeni Cami tarafına doğru dönüyorum. Cami avlusunun giriş kapısı önü oldukça kalabalık. Aylardan Ağustos, hava oldukça sıcak. Yeni Cami’nin eski Hal binasına doğru bakan kapısının önü oldukça kalabalık. Yere tezgâh açan seyyar satıcıların kimi kırılmaz olduğunu ispat etmek için çay bardağının altı ile elindeki tahtaya çivi çakarken bir diğeri tezgâhındaki tıraş jiletinin dünyanın en keskin jileti olduğu iddiası ile iki, üç kat yaptığı ince dikiş ipliğini sattığı jiletin keskin tarafına tutup bir üfürükle nasıl kestiğini göstererek;
-Tirenlerde nane limooon Jiletlerden simoooon. Sekiz tıraş yapaaar, dokuz gavah(!) budaaaar,
diye bağırıp almakta tereddüt edenleri kendi yöntemiyle ikna etmeye çalışıyordu.
Az daha ilerde göbekli bir adam körüğü arkaya yatırılmış bir fayton üzerinde elinde tuttuğu küçük bir şişedeki kimyevi bir maddeyi pamuğa damlatarak ağrıyan dişlerin ağrısını anında dindirdiğini, bu ilacı diş eti üzerinde biraz daha bekletirse ağrısız sancısız diş çekilebileceğinin bağırarak reklamını yapıyor ve etrafında toplanan kalabalığı ikna etmek için kendisi soruyor, kendisi cevaplıyordu.
-Dişçilere avuç dolusu para vermeye paydoooos. Alamanların son icadı bu ilaççç.
-Gece yarısı hanımın dişi sancılandı Dişçi Abit’i bulam desen bir tomar da para versen mümkünü yok gece yarısı gelmeeeez
-Berber Kadir iyi diş çeker derler evine gitsen O, akşamdan diş yerine kafayı çekip sızmııış, uyanmaaaaz.
-Hanımın ağlayıp sızlamasına da yürekler dayanır mıııı, dayanmaaaz…
-İşte Namık kardeşiniz sizi bu dertten kurtarmak için burdaaaa.. Yok mu içinizde dişi ağrıyan?
Kalabalıktan ses çıkmayınca biraz gerilerde duran başında 6 köşeli kasket olan saf görünüşlü bir vatandaşı gözüne kestirmiş olacak ki;
-Sen arkadaşım yaklaş bakalım. Yaklaş, yaklaaşşş, adını bağışla..
-Abuzer
-Bakın bu Abuzer kardeşimin sağ yanağındaki şişliği görüyor musunuz, aç bakalım ağzınııı. Adamın dişi iltihaplanmış farkında değil. Dişin ağrıyor değil mii?
Saf vatandaş ‘’hayır’’ diyecek ama fırsat vermiyor uyanık satıcı ..
-Tabi ağrır, dişini hiç fırçalıyor musun? Şimdi Namık kardeşiniz bu çok değerli Abuzer kardeşini sıkıntısından kurtaracak,
diyerek berber çantası benzeri çantadan çıkardığı koyu renkli küçük şişedeki sıvıdan bir miktar elindeki pamuğa döküyor ve kendince iltihaplı olduğunu iddia ettiği vatandaşın diş etine koyarak ağzını kapattırıyor ve biraz bekledikten sonra
-Dişinin ağrısı geçti değil miii ?
Vatandaş bu emrivaki sıkıntıdan kurtulmak için olsa gerek ‘’ Evet geçti’’ diyor.
Bizim sahte doktor madeni buldu ya hiç bırakır mı?
-Duuur ! Arkadaş senin bu dişin üç gün sonra yine ağrır. O zaman Namık abini nereden bulacaksın. Şimdi en iyisi sana bir iyilik daha yapıp bu dişten seni kurtaracağııım,
diyerek itiraza fırsat vermeden tekrar pamuğa damlattığı Alamanların en son icadı (!) ilaçtan bir miktar tekrar pamuğa döküp, adamın iltihaplı olduğunu iddia ettiği dişine tutup olanca gücüyle asıldı. Asıldı ama mümkünü yok diş gelmiyor.
Adam da, sahte doktor da kan ter içinde, dişi ileri geri oynatıp tekrar asılıyor, ııhh çaresiz. Diş çıkmıyor. Bu kez çantasından bir kerpeten çıkarıp tekrar sağlı, sollu oynatarak asılıyor dişe adamın gözlerinden yaş aktığını görüyorum ve nihayet diş çıkıyor ama kökünde en ufak bir çürük görünmüyor. Çıkardığı dişi pamuğa sarıp çantasına atıyor ve;
-Diş çekme parası almıyorum, ver 2,5 lira,
diyerek 1 şişe ilacı da adamın avucuna sıkıştırıyor. Adam utanma pazarı kuşağının arasından çıkardığı 2,5 lirayı istemeyerek de olsa uzatıyor, parasına mı, sağlam dişinin çekildiğine mi yansın?
(Bu 'Alamanların son icadı(!)') İlaçtaki kimyevi maddenin ne olabileceğini diş hekimi Cengiz Çağlayan’a sordum. Kuru karanfilin kaynatılıp bir miktar zeytinyağı ile yumuşatıldığında diş ağrısını nispeten geçirebileceğini ve diş etlerini rahatlatacağını söyledi Cengiz.)
Belediye Hamamı’nın karşısındaki sokağın başındaki dükkânında Malatya’nın yegâne kalıp halinde buz satıcısı İbrahim Esen’in ağabeyi Mustafa Esen, Arasa yanındaki evimizin altındaki ambar kiracımız olduğu için sık sık oraya giderdim. Malatya’nın bilumum dondurma ve meşrubat satıcılarını oradan buz aldıklarından çoğu ile şahsen tanışıyordum. Şaka yapmayı seven, şen şakrak orta yaşlarda limonatacı Ahmet Dayı da Yeni Cami’nin giriş kapısı önünde her zamanki yerini almış, beyaz renkli emaye kovasının içinde yüzen buz parçalarını elindeki uzun saplı sifonlu bardak doldurma aparatıyla karıştırırken;
-Ahan beyleee, gayadan ahıyoor.,
-Hay mübareeek buuuz kibii limoooon, on guruuuş.
-İskelede gayıhlaaar suda oynar balıhlaaar, on guruş
-Haydarpaşa gadıköööy geçerken de beni göör, on guruuş,
diye durmaksızın maniler söyleyip bağırarak sıcaktan bunalanların iştahını kabartıyordu. Bir an göz göze geldik. Değişik insan tipleri üzerine çok muhabbetimiz olmuştu Ahmet Dayı ile. Kaş göz işaretiyle bana yanında duran kasketli bir vatandaşı işaret etti. Vatandaş, arada bir eğilerek emaye kovada, içinde buz parçacıkları yüzen limonataya bakıyor, sonra pantolon cebinden çıkardığı bozuk paraları aynı elinin başparmağı ile sayarak tekrar pantolon cebine koyuyordu. İzlemeye koyuldum. Ahmet Dayı’nın iştah kabartan bağırtıları netice verdi ve vatandaş bilinen bir yöremizin şivesi ile
-Ağa o surupda baa da versene (O şuruptan bana da versene.),
diyerek 10 kuruşu Ahmet Dayı’ya uzattı. Ahmet Dayı aldığı bozuklukları beyaz önlüğünün ön cebine koyarken;
-Başşşım üstüneee. Zevke de renge de garışamaam, diye önündeki bardağı yerdeki ibrikten akıttığı su ile çalkaladıktan sonra bakraç içindeki limonatayı uzun saplı sifona çekip bardağı aşağı, yukarı indirip kaldırarak doldururken
-Ahan da beyleee, vahaay mübareeek
deyip limonata dolu bardağı kalçasının yan tarafına tuttuktan sonra Zaaarrrt diye gaz çıkartıp bardağı vatandaşa uzattı. Bu görüntüye şahit olanlar kahkaha atarken vatandaş,
-Nooluyuu yaaavv
diye uzatılan bardağı almazken Ahmet Dayı;
-Sen, ossurup da ver demedin mi arhadaaaş. Ben de ossurup veriyim,
dese de vatandaş kendisine bakarak kahkaha atanlara şöyle bir göz atıp
-İçmiyim ben ossurubu
diye acele adımlarla uzaklaşıverdi.
* * *
Teze Cami önünün bir müdavim satıcıları da, katlanır bir sehpa üzerinde sağlı sollu açılan iki kapağı bulunan camlı bir kutucuktaki değişik kokularda esans satıcılarıydı. Yanlarında geçerken ‘’Esansss’ diye notalı bir sesle tanıtım yaparlardı. Şöyle dönüp göz ucuyla bakan kişi mümkünü yok yakasını kurtaramazdı. ‘’Gel ağabey gel, alman şart değil güzel kokasın’’ der ve yanına yaklaşanın yaka ve saçına iğnesiz enjektörle koku püskürtürlerdi. Bu kokunun adı ne?, gibi bir soru yönelttin mi yandın. Bir cc.lik küçük bir şişe esansı eline tutuşturup koparabildiği kadar parayı almadan bırakmazlardı. Genelde Darende ilçemizden olan satıcılardı bunlar.
Darendeli hemşerilerimizin bir kısmı da yine Teze Cami civarında kendi yazıp el ilanı gibi bastırdıkları ‘’destan’’ dedikleri manileri yanık ve yüksek sesle okuyup beş veya on kuruş mukabilinde satarlardı. ‘Askerden dönerken trafik kazasında ölen Mehmet’in destanı, Gelinliğini giyemeden veremden ölen Fadime’nin destanı’ gibi.
* * *
Teze Cami’nin Fırat İlkokulu tarafına bakan duvarı önünde, ‘Bir Zamanlar Malatya-Arasa VII’ yazımda sözünü ettiğim, dünyanın en gönlü zengin adamı diye bahsettiğim şapkacı Kevork Usta’nın kalfası Kadir Ağa’nın ağabeyi ‘Filimci’ Bekir Ağa; elindeki küçük bir makine ile daire şeklindeki aksesuara yerleştirilmiş küçük slayt fotoğrafları büyülten ve yanındaki deklanşöre bastıkça bir sonraki fotoğrafın göründüğü, iki gözü yaslayarak seyredilen bir alet ile her gösteriden beş kuruş alarak para kazanıyordu.
-Mekke’yi Medine’yi gösteriyi, Gore’de savaşan gahraman Türk askerlerini gösteriyiii, Tarzan’ı, Çitayı, Ceyin’i gösteriyiii, birinci dünya harbini, ikinci dünya harbini gösteriyiii,
diye bağırarak özellikle öğrenci ve asker taifesini seyre iştahlandırırdı. İlkokulda iken benim de o müşteriler arasına girmişliğim vardır. Burada hayret edilecek nokta; Bekir Ağa’nın, makinesine hangi filmi takarsa taksın sırasını hiç şaşırmadan foto- film hakkında kendisi görmeden bilgi vermesiydi. Beş kuruşu bastırıp ‘’Ben Tarzan’ın ormandaki filmini görmek istiyorum’’ dediğinizde (Bir de Tarzan New York’da filmi vardı) siz renkli slayt fotoğrafları izlerken Kadir Ağa her karede hem görüntüyü anlatır hem de 'gördün müüü' diye sorardı. Gördüm demedikçe deklanşöre basıp görüntüyü değiştirmez, ille de gördüm denilmesini beklerdi. Bu süreyi uzatan olursa seyircinin kafasına bir fiske vurarak 'Gördüm dee' diye ikaz ederdi.
Teze Cami’nin Belediye Hamamı’na ve şimdi market olan yanındaki eski İtfaiye binasına bakan cephesinin bir kıdemli esnafı da sabit bir tezgâhta, görünürde çakmak, tespih, köstekli saat zinciri, güneş gözlüğü v.s gibi taşınabilir aksesuar satar gibi görünen ama aslında uyuşturucu ticareti ve dolandırıcılara finansman sağladığını tahmin ettiğim Kımo ismiyle anılan bir tuhaf insan vardı. Tuhaf demem o ki, kısacık boyu bir yana sağa, sola ancak vücudu ile dönebilen, boynunu çeviremeyen, sağ ayağının tabanı yere basarken sol ayağının parmak uçları ile sağ ayağının arkasında sürükleyerek basabilen, sağ elindeki kalın bastonu omuzuna yakın yerde tutup yürüyebilen bir değişik insandı. İnsanların sakatlığını eleştirmek haddimiz değil ama eskiden vücudu sağlam ve normal insan olduğu, bir gece çok içerek ulvi değerlere küfür edip beton zeminde uyuduğunu ve ertesi gün bu şekilde ‘çarpılmış’ olarak uyandığı söyleniyordu.
Malatya’da ne kadar yankesici, üçkâğıtçı varsa Kımo’nun tezgâhı etrafında dolanırdı. Şimdiki Belediye İş Hanını’n yerinde bulunan Fırat İlkokulu’nda okurken her gün birkaç kere uzaktan da olsa bu insanları görüyorduk. Bu tezgâhın etrafındaki yankesicilerin en meşhuru ‘Kör Alo- Kör Ali' isimli birisiydi. Sol gözü kör olan Kör Ali elindeki enli bir lastiği rulo haline getirir, elindeki bir kalemi tezgâha düşen saf vatandaşın eline verip ‘’ortasını bul; 1 lirana 2 lira, 5 lirana 10 lira veriyorum” der, önce 1-2 lira mahsus ütülüp daha büyük para ile oynaması için Kör Ali’nin etrafındaki adamları saf vatandaşı teşvik eder, hatta ortak parayla oynamayı teklif ederek vatandaşın cebindeki paraları söğüşlerlerdi. Eğer vatandaşın cebinde, cüzdanında para kalmışsa kalanı da diğer yankesiciler çarpıp alırlardı. Bu oyuna düşenler genelde köylerden gelen saf vatandaşlardı. Bunlar ekip halinde çalışır ilerde bekleyen ve erkete denilen gözcüleri ‘’IHHH!! DAYI GELİYİ’’ diye seslenince hemen dağılırlardı. Burada 'Dayı' dedikleri tabii ki sivil veya resmi kıyafetli polis memurlarıydı.
Bir gün kasket takıp, şalvar giyerek tebdil kıyafet Kör Ali ile erketesini kumar oynatırken yakalayan polis bunları karakola götürürken Kör Ali ile adamı arasında şöyle bir konuşma geçtiğini duymuştum;
-Ula pez….k niye sinyal vermedin de bizi yahalattın.
-Ağabek senin de gırh türlü sinyalin var. Tebdil gelen poles için hangi sinyali verecegimi unuttum.
Köyden getirdiği tahıl hasadını peşin paraya satıp parayı ceketinin iç cebindeki cüzdanına koyduğunu takip eden adamları, Kör Ali’ye haber uçururlar. Adamı takibe alan Kör Ali, kurbanı çarşının kalabalık bir yerine gelince omuz vurup çarpar. Ayni anda eli iç cepteki cüzdana gider ama alamaz cüzdanı. Az sonra fırsat bulunca tekrar çarpıp asılır cüzdana. Cüzdanı cepten çıkarır ama bakar ki cüzdan enli don lastiği ile iç cebe dikilmiş. Tabi köylü vatandaş da olayın farkına varıp Kör Ali’yi ittirince Ali adamın suratına bir tokat atıp;
-Ula namıssız bari bi de köcek dahdıraydın, diye söylenir.
Kör Ali, Malatya’da yankesici yöntemiyle bir voli vurup il dışına kaçar. Denizli’de gezerken Malatyalı bir trafik polisi aranan sabıkalılar listesinin başındaki Kör Ali’yi tanıyınca hemen Ali’yi yakalar. Eskiden yakalanan sabıkalılar suç durumuna göre mahkemeye çıkarılıncaya kadar 1-2 gün nezarete atılıp bir güzel pataklanırdı. Ali, ifadesi alınırken kendisine dik bakan polisleri fark edince dayaktan kurtulmak için amiyane tabir ile başlar yağ çekmeye.
-Halal olsun Denizli polesine. Arhadaş, bir Türkiye’yi dolaştım yahalanmadım amma Denizli polesi beni dakkada buldu. Yine de halal olsun Denizli poleslerine.
Bu cümle, Malatyalılar arasında, basit bir işi beceren arkadaşlarına dalga geçerek iltifat olsun diye ‘’Halal olsun Denizli polesine‘’ diye uzun yıllar kullanılır oldu.
* * *
Hacı Dayı kâbuslar içinde geçen geceden sonra bir süre İsmet İnönü heykelinin önünden geçmeden sabah erkenden arka yollardan lokantasına gitti. Hayal mi görmüştü, yoksa Paşa kendisine bir mesaj mı vermek istemişti? Bu kez lokanta kapanmadan ve henüz akşam olmadan mutfak tarafında bir büyük yeni rakının son kadehini yudumluyordu. (Hacı Dayı’nın bu konu ile ilgili olayı oldukça uzun. Neler olmuş neler..Yazımı da ne kadar kısa tutmaya çalışsam yine uzadı. Bu nedenle bu konunun devamını bir sonraki yazıma bırakıyorum.)
* * *
Bundan önceki Arasa VIII yazım için beni arayarak eleştiride bulunan değerli dostum Gazeteci Orhan Apaydın daha önceki yazılarıma nispetle Arasa VIII yazımı lezzetli bulmadığını söylemişti. Bu kez yazıma lezzet katması için çok değerli Gazeteci Sayın Lütfü Kaleli’nin şeker tadındaki ‘’Malatya’’ şiirinden aralıklarla altı kıtasını yazdım. Yazımı bu güzel Malatya şiirinin son üç kıtası ile noktalıyorum:
...Hani doğup büyüdüğüm Malatya’nın eski hamamları Ne olmuş göbek daşında yatan Cingenlikli Gadir’e Saltoğlu, Hacıhüseyin,Tahtalı,Gavur hamamı, Ben Malatyalıyım gardaş dinle ki söyleyem
Hani doğduğum yerde gezen Malatya’nın pehlülleri, Ne olmuş zıbınıynan gezen Haceliye, İzzoya Farro,Deliahmet,Gaffar,Şorikli Yaşar, Simütcü Mişmiş Hepsi Yalan olmuş şimdi hepsi toprah olmuş Ben Malatyalıyım kirve, hele deki söyleyem.
Hani doğup büyüdüğüm şehrin eski sinemaları Ne olmuş sıçanların cirit attığı Şehir sineması Şark sineması, Melek sineması, İstanbul sineması Hepsi yıkılmış şimdi han, apartman olmuş Ben Malatyalıyım hemşerim, hele de ki söyleyem.
______
Arşiv Fotoğraflar için: Celal Yalvaç, Adnan Işık, Hasan Demirbağ'a teşekkürlerimle.. Ertaç Önal